Çok uzun yıllar evvel Stockholm Modern Müze’de bir dolu oyuncak bebekten oluşan bir iş gördüğümü hatırlıyorum. Üzerlerine kırmızı boya serpilmişti de kan gibi bir etki uyandırıyordu. Öylesine irkilmiştim ki birkaç gece, Kasım soğuna aldırmadan, sırf kâbus görmemek için pencereleri açarak yatmıştım. 

Yıllar sonra Paris’te, bir dostuma ucuzundan Niki de Saint Phalle işleri bulmaya söz vermişim, SaintMichel civarında bir galeriye gittim. Allah’ım o nasıl bir görüntü! İrili ufaklı onlarca çalışmanın tamamında hep aynı malzemeler kullanılmış: Kolları bacakları kopartılıp dağıtılmış plastik oyuncak bebekler! Ancak bu sefer, İsveç’teki gibi bir şok yaşamadım, kabuslar görmedim. “Demek ki o zamanlar daha çocukmuşum, derim kalın değilmiş” diye düşünmüştüm.

Aydan bebeği gördüğümde, yine başka bir ülkede bir havalimanındaydım. Zavallı yavrunun fotoğrafı, gazete bayiinde bir derginin kapağındaydı. ‘Orası benim ülkem mi’ dediğimi, “şu içinde olduğum ışıl ışıl dünya buna nasıl izin veriyor” diye sorduğumu hatırlıyorum.

Aydan Bebek’in fotoğrafı ile diğerlerini ayıran şey, Aydan’ın acısının gerçek, diğerlerinin temsili olmasıdır. Çocukların öldüğünü bilmek için onların ölülerini görmek zorunda değiliz ama, sefaletimiz de tam burada başlıyor. Gerçek en çıplak hali ile, en utanç verici hali ile burnumuza sokulmazsa bilmiyormuş gibi davranıyoruz. Artık derimizin hızla kalınlaştığı bir dünyada yaşıyoruz.

ACININ ÜÇ DURUMU

Acı ve ıstırap, tercihe bağlı bir olgu değil. Fiziksel ve duygusal acılar insanlık durumunun ayrılmaz bir parçası. 

Acının temsil edilmesi de belki acının kendisi kadar eskidir. Mağara resimlerinde vahşi sahneler görebilirsiniz. En eski metinlerde hem bedensel hem ruhsal acılardan söz edilir. Sanat tarihinde bolca acı çeken insan figürü bulunur. Ancak acının temsili, kendisi gibi kaçınılmaz bir şey değil. İnsanoğlu, bir maksada ulaşmak için acıyı temsil eder: Kayıt tutmak, belgelemek, ibret almak, korunmak vs. 

Bir de acının yeniden üretimi var. Bunun tarihi de en azından antik çağlardaki işkence aletlerine, insan avlarına ve arenalara kadar uzanır. Kimi zaman ceza vermek, kimi zaman gösteri yapmak için.. Hatta son üç yüz yılda “bilime hizmet” adına!

Eskiden acının temsili ile yeniden üretimi arasında kalın bir ahlaki çizgi vardı. Modern zamanlar bu çizgiyi hayli silikleştirdi. Örneğin, hepimizin heyecanla dahil olduğu parfüm endüstrisinin temelinde tüm Avrupa’yı kapsayan tarifsiz bir köpek katliamı var. Nazi doktorları sayısız Yahudi çocuk üzerine insanlık dışı deneyler yapmasaydı tıp bu kadar ilerler miydi bilinmez. O ünlü kokuları kullanırken veya tıbbın imkanlarından faydalanırken bunların ardındaki ahlaki yükü sorgulamıyoruz bile!

AHLAKIN ACIDAN KOVULMASI

21. Yüzyıl’ı, kanlı 20. Yüzyıl’dan bile beter hale getiren bir şey var: Görüntünün hızla üretilip yayılabilmesi. Acı çeken ya da kötü durumda olan insan görüntüleri gündelik yaşamın sıradan bir parçası gibi internette karşımıza çıkıyor. Biraz üzülüyoruz, biraz korkuyoruz, biraz endişe ediyoruz, biraz yüreğimiz kabarıyor… ama sonuçta ‘biraz bakıp’ geçiyoruz. En keskin acılar bile ardında pek bir iz bırakmıyor.

Bu durum, artık acının temsilinde de bir ahlak sorunumuz olduğunu gösteriyor. Antik çağlarda yapılan, çok çirkin, çok yaşlı bir dilenci heykelini düşünün. O dönemin insanları için bu imgeye bakmak aynı zamanda ahlaki bir seçimi ifade ediyordu. Büyük ihtimalle hayatın gelip geçiciliğine dair bir anlam çıkarmaya çalışıyorlardı. Kitlesel olarak yaşlılık veya düşkünlükle alay ettiklerini sanmıyorum. Ya da mesela, bazı siyasetçileri benzer bir şekle, postüre sokup güldüklerini. Doğrusu bunun için teknik imkanları da yoktu. Ama bu çağda her gün internette bunu yapıyoruz. Bizim için acının temsili, ibret almak, korkmak, tedbir almak gibi maksatların ötesinde bir şeye hizmet ediyor: Başkasının acısından, düşkünlüğünden, çaresizliğinden zevk alıyoruz. 

Zevk değilse de örneğin, beğeni alıyoruz, tıklama alıyoruz, alkış alıyoruz. Temsil edilenin bir benzerimize ait zayıflık, utanç veya acı hali olmasını önemsemiyoruz. Bizde bıraktığı çok yüzeysel, çok geçici duyguya odaklanıyoruz. Bir de tabii, başkalarında oluşturacağı aynı derecede yüzeysel hisleri toplayıp “menfaate çevirmeye.”

Bu, yeni çağın pornografisidir. Acının yeniden üretimi, temsili ve kendisi arasındaki tüm ahlaki duvarlar çökmüş, insan, elindeki teknik imkanlar sayesinde kendini değersizliğin kuyusuna hapsetmeyi başarmıştır. Artık günlük hayatımızın tam ortasında, ağız dolusu eleştirdiğimiz ama, salt bir “schadenfreude”(*) duygusu uğruna üstüne sürekli kömür attığımız bir cehennem ateşimiz var. İnsan acısının paraya, siyasete, ihtirasa kurban edildiği, masumiyetin bile pornografik bir materyal haline geldiği bu soysuz çağda pek az imge “iletişim” denen canavarın pençesinden kaçabiliyor. 

Bu “çağdaş” yamyamlar düzeninde Aylan bebeğin cansız bedeni her nasılsa temiz kalmıştı… Onu da CHP’nin il başkanı olan hanım halletti. Aylan’ın utanç ve acıdan bir saniye bile bakamadığımız görüntüsünü siyaset afişi yaptı. İnsanlığın hoyratça istismar edilmesinde adeta bir çığır açtı. Kendisini alkışlıyoruz.

(*)Schadenfreude (şadenfroydı): Başkasının acı ve sıkıntısından zevk alma duygusu


Aydınlık