Avrupa seferleri sonucu Atilla’nın Avrupa Hun Devletini kurması ve Roma’nın gözünde Tanrının Kırbacı konumuna yükselmesi batıdaki Türk düşmanlığının bundan 16 yüzyıl önceki ilk filizlenmesidir.  Atilla’dan 600 yıl sonra, Haçlı Seferleri üzerinden Türk düşmanlığı yeniden canlandı. Bu kez Türklüğe İslam kimliği de eklenmişti. Medeniyetler Çatışması için ortam hazırdı. 1453 yılında dinsel açılardan Roma’dan çok daha önemli olan İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethi batıdaki Türk düşmanlığını nefrete taşıdı. Gelecek yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğunun karada Viyana’ya; denizde Batı Akdeniz kıyılarına dayanması 16 yüzyılda Avrupalı gözünde Türkleri nefret kavramı dışında varoluşlarına en büyük tehdit konumuna yükseltti. Türk korkusu dönemi başlamıştı. Avrupalı devletler, bırakalım doğuya ve Akdeniz’e genişlemeyi, Avrupa’daki konumlarından bile emin değillerdi. Her yerde Türkler ve Türk korkusu vardı. Burada dikkat çeken olgu, Osmanlı İmparatorluğunun taşıdığı hanedanın ismi ile genişleyip Avrupa’da korku salarken, Türk kelimesinin ne içerde ne dışarda kullanılmamasıydı. Hatta içerde, özellikle yönetimde Türklük teşvik edilmeyip, ikinci sınıf bir konuma indirgenirken, Avrupa korktuğu varlığa, Türk diyordu. Osmanlı duraksayana kadar Türk korkusu devam etti.  Türklerin yenilmezlik efsanesi önce denizde İnebahtı yenilgisi ile (1571); karada ise Karlofça anlaşması (1699) sonucu bitmişti. İnebahtı yenilgisinden sonra savaşa katılan bir Venedikli Gemi Komutanı şöyle demişti: ‘Her şeye rağmen, Türklerin de başkaları gibi insan olduğunu nihayet anlayabildim.’’

TÜRK KORKUSUNDAN TÜRK NEFRETİNE

Korku yerini artık nefrete bırakmıştı. Matbaanın Avrupa’da ortaya çıkması nefret söyleminin yayılmasına imkân sağlarken, rönesans, reform ve aydınlanma sonrası teknolojinin Avrupa merkezli yükselişi, batının askeri gücünü Osmanlıyı köşeye sıkıştıracak seviyeye getirdi. Gerileme ile birlikte Türklerin doğuya sürülmesini hedefleyen Şark Meselesi yaratıldı. Nefret, Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya Savaşında Almanya yanında yenilmesi sonunda Sevr Dayatmasına dayanan jeopolitik katliama dönüştü. Sevr haritasına en büyük payanda tarih sahnesinde yeni hegemon olma sürecindeki ABD’den, Başkan Wilson prensipleri ile geldi. Artık Türk nefretine yeni bir teorik alt yapı daha kazandırılmış, tarih sahnesinden Türklerin silinmesi hedeflenmişti. İngiltere Başbakanı Lloyd George: ‘Barbar Türkler geldikleri Asya’ya sürülmeli, onlar Avrupa’ya ait değil’ diyordu. O da Osmanlı hanedanını değil, kurucu millet Türkleri hedefine alıyordu. Eğer Mustafa Kemal Atatürk, Yunanistan ve temsil ettiği emperyalizmi Sakarya’da tepelemeseydi bu hedef gerçek olacaktı. Atatürk’ün yeni cumhuriyeti kurarken bu tehditi görüp, Türklüğü öne çıkarması ve asli kurucu unsur ve üst kimlik yapmasından daha doğal ne olabilirdi ki.

DÜŞMANLIĞIN DURAKSAMA DÖNEMİ

19231938 yılları arasında Atatürk’ün kazandığı büyük askeri zaferin taçlandırdığı yeni Cumhuriyet Atatürk’ün liderlik ve şahsiyetine duyulan büyük hayranlığın da gölgesinde Türkiye’ye duyulan nefreti duraksattı. Atatürk’ün aramızdan ayrılmasından çok kısa bir süre sonra İnönü Hükümetinin 19 Ekim 1939 tarihinde İngiltere ve Fransa ile üçlü ittifak anlaşmasını ve daha sonra İkinci Dünya Savaşı sonrası Truman Doktrini ile birlikte Atlantik sisteme tabi olması, yüzlerce yıldır Avrupalıların şuur altında Viyana ay çöreklerinden, Fransız ressam Delacroix tablolarına kadar uzanan geniş yelpazede yerini bulan Türk düşmanlığının kısa süre de olsa kimyasını bozdu. Artık bizden nefret edenlerle müttefik ve birlikteydik. Bu sahte dostluğa inandık. Artık Türklerin büyük çoğunluğu için Asya’dan uzaklaşmak, Avrupa’ya benzemek hedefti. Atatürk’ün çağdaş uygarlık seviyesine erişme hedefini, Avrupa Atlantik sisteme tam bağımlı olmaya dönüştürmüştük. Avrupa Atlantik bilinçlendirmesi ve şartlanmasıyla kurucu değerlerden ve Atatürk’ten uzaklaşma 1952 NATO üyeliğinden sonra son sürat devam etti. Soğuk Savaş böyle tamamlandı.

DÜŞMANLIĞA DÖNÜŞ

Diğer yandan 1963 sonrası Kıbrıs krizi nedeniyle milli çıkarlarımızı koruyan hamleler de oldu. 1974 yılındaki Kıbrıs barış harekâtı ve KKTC’nin kurulması batı dünyasında kalk borusunu çaldı. Türk nefreti buzdolabından çıkarıldı. Ermeni terörü ve soykırım yalanları patlatıldı. 1984 yılında bu belanın yanına bölücü PKK terörü eklendi. Merhum Prof. Dr. Halil İnalcık “2003 TBMM Büyük Ödülü” töreninde yapmış olduğu konuşmasında şunları söylüyordu: “Batının şimdiki tavrı 1850’den başlayan ‘Şark Meselesi’ alışkanlıklarının değişmediğini göstermektedir. Batı, bugün de Türkiye’yi kendi politikaları çizgisinde yürümeye zorlamak için etnik ayrılıkları kışkırtmak, tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi, müdahaleci, vesayetçi baskı metotlarını başka bir kamuflaj altında devam ettirmek peşindedir... Türkiye, dünya milletleri arasında yalnız bir ülkedir.  Tarihten gelen dinmez bir husumetin daima hedefi olmuştur, olmaktadır…… Bugün sözde Ermeni davası, Batı parlamentolarında ayakta alkışlanarak benimseniyorsa, bu sadece bize tarihi husumet psikozunun asla ölmediğini gösteriyor……” 

JEOPOLİTİK VE NEFRET DENGESİ

Batının kurumsal ve devlet düzeyinde sergilediği Türk düşmanlığı asla değişime uğramamıştır. Jeopolitik gerekçeler ve çıkarlar bu nefreti kontrol altında tutmuştur. Bu, hiç sevmedikleri biri ile yaşamak ve çalışmak gibidir. Her sabah size günaydın derler ama içlerinde fırtınalar kopar. Jeopolitik gereksinimler ile Türk düşmanlığının dengelenmesi süreci soğuk savaş bitince ciddi hasar aldı. 1990 ve mevcut iktidarın 2002’de yönetime gelmesine kadar geçen dönemde, nefret ve Türkiye karşıtı söylemlerden, sahada fiili dolaylı tutum cezalandırmalarına kadar (Muavenet olayı, Atatürkçü aydınların katledilmeleri, Süleymaniye Baskını, FETÖ operasyonları vb.) pek çok olayda Türk düşmanlarının yerli işbirlikçiler sayesinde yol kat ettiğini yaşadık. 2002 ile 15 Temmuz 2016 FETÖ darbe girişimi arasında AB üyelik süreci ve Türkiye’deki sözde vesayet sisteminden kurtulma hedefleri doğrultusunda iktidar, Atlantik sistem ile tüm ülkeyi uyumlu hale getirmeye hedeflendi. Ancak süreç önce 17/25 Aralık 2013 ve daha sonra 15 Temmuz 2016 da tıkandı.

YENİ NEFRET DALGASI

Bugün, yepyeni bir tablo ile karşı karşıyayız. Son yıllarda özellikle Doğu Akdeniz ve Ege (Mavi Vatan) krizleri ile birlikte ABD, Almanya ve Fransa başta olmak üzere özellikle denizci batılı devletlerde Türkiye düşmanlığı kademeli bir şekilde arttı. Önce sözde bağımsız düşünce kuruluşlarının yayınları, ardından yönetim ve istihbarat ajanslarına yakın yazılı ve görsel medya organları, daha sonra emekli devlet yöneticileri ve son aşamada görevdeki devlet yetkililerinin (iktidar ve muhalefet) söylemleri ile gamı ve şiddeti artan tempoda Türkiye Cumhuriyeti tehdit ediliyor. Bu süreçte Türkiye’nin dini kimliği neredeyse en uç spektrumda düşmanca ve tüm ülkeye şamil bir tutumla kullanılıyor. Bu durum, iktidar düşmanlığı üzerinden Türkiye’yi ötekileştirmek ve batının gözünde yeni bir Şark Meselesi yaratmak amacı ile sonuna kadar kullanılıyor.

İYİ HUYLU İSLAM

Türkiye’de 2002’den bu yana iktidarda olan tek partinin, FETÖ darbe girişimin yaşandığı 15 Temmuz 2016 tarihine kadar batı kaynaklı tehdit ve göz dağı iklimine maruz kalmadığını, aksine batının iltifat ve desteğine mazhar olduğunu biliyoruz. İktidar o zaman da muhafazakâr demokrasi mantrası altında İslami değerleri iç ve dış politikada sonuna kadar kullanıyordu. Türkiye’de laikliğin örselenmesi ve dinin vicdan alanından kamusal alana geçişini, onları Hristiyan Demokratlara benzeterek Avrupa tarzı demokrasiye uyum şeklinde yorumlayan ve alkışlayan ABD ve AB ileri gelenleri ile pek çok sayıda liberal ve hatta sol aydınlarımız vardı. Türkiye’nin kurucu değerlerinden uzaklaşması, ulus devlet, laik devlet gibi bir geminin omurga ve postaları kadar sağlam kalması gereken yapı elemanları darmadağın edilirken batıda yoğun şekilde Türk düşmanlığı veya nefreti yoktu. Batılı hiçbir devlet Türkiye’nin öne çıkan İslami kimliğinden rahatsızlık duymuyor, aksine Graham Fuller gibi CIA’nın FETÖ teorisyenleri Türkiye’nin olması gereken kimliğin tam da bu olmasını; Atatürk’ü tarihin tozlu sayfalarına göndermenin zamanın geldiğini savunuyor, bu konuda kitaplar bile yazıyorlardı. Bu dönemde siyasi iktidar ve tabanın ruhunu okşayacak Osmanlılık kimliği öne çıkarılıyor, Türkiye’de ümmet merkezli hilafet ve Osmanlı hayalleri teşvik ediliyor, aslında  bir nevi tuzağa çekiliyordu.

JEOPOLİTİK İNTİHAR DÖNEMİ

ABD ve AB ile Türkiye’deki mandacılar çok mutluydu. Ali Kemaller, Damat Feritler, Sait Molla’lar, Şeyh Saitler, koşar adım reenkarne olmuşlardı. Türkiye’de iktidar ve muhalefet, söz konusu dönemde batının güler yüzüne, sırtını sıvazlamasına çok memnundu. AB ye tam üye olmaya az kalmıştı. Bir rüya ortamında öyle mutlu ve güven dolu idik ki…. Annan planına Kıbrıslı soydaşlarımıza evet dedirtecek; Kıbrıs Rumları Doğu Akdeniz’de MEB ilan ettiğinde kulağımızın üstüne yatacak;  Diyarbakır’a gelen Barzani’yi Kürdistan’a Hoş Geldin pankartlarıyla karşılayacak; Devlet dairelerinden TC rumuzunu sökecek; TBMM ziyaretine gelen Yunan Meclis Başkanı Hanıma, en kısa zamanda 12 mil ilanı savaş nedenidir mealindeki Meclis kararını kaldıracağız diyecek; Bursa’da oynanan ErmenistanTürkiye maçında Azerbaycan bayraklarını toplattıracak; Meclis kararı olmadan Türk Donanmasını Libya’yı parçalamaya gönderecek; Karaköy Salıpazarı Rıhtımında tam da İstanbul’un işgalinin bittiği  1922 yılında kaçar gibi ayrılan İngiliz savaş gemisinin yanaştığı yere 16 Mayıs 2008’de aborda edilen Kraliyet uçak gemisi HMS Illustrious’a Türkiye Cumhurbaşkanını ve eşini   kraliçenin ayağına gönderecek  kadar batının yanındaydık.  Ama en önemlisi bir bedenin akyuvarları kadar önemli devletin silahlı kuvvetlerini, yabancı istihbarat ajansları emrinde çalışan FETÖ’ye kumpas kurdurtmaya izin verecek; Kozmik Odamızın anahtarlarını düşmana teslim edecek derecede batının yanındaydık. Sadece iktidar mı? Hayır. Muhalefet ile parlamento ve maalesef yüksek askeri komutanlık da bu sürece karşı çıkmamıştı. Türkiye’nin tüm kurumları ile Atatürk’ten uzaklaştırıldığı, kurucu tüm değerlerinin yerle yeksan edildiği, çok büyük bir depremin geleceği bilindiği halde değil takviye yapmak, taşıyıcı kolon ve blokların bilerek paramparça edildiği karanlık bir dönemi hep birlikte yaşadık.  Atatürk’ün Türklük üzerine inşa ettiği üst kimliğin İslam aleminin lideri olacaksınız teşvikiyle ümmet temeline oturtulmaya çalışıldığı bir dönemdi. Bugün ümmet aşkıyla iktidar gücü kullanılarak yakınlaştığımız Arap aleminin en az batı dünyasındaki kadar kronik Türk düşmanlığını acımasızca sergilediğini görünce yapılan hataların yarattığı yıkımı görmemek mümkün mü?

ELEŞTİRİ YERİNE TAKDİR DÖNEMİ

Kimine göre mutlu, bizlere göre kahır dolu söz konusu dönemin Amerikan kongresi, senato ve düşünce kuruluşları ile AB İlerleme Raporlarına göz atmak yeter. Türkiye’ye eleştiriler vardır. Eleştiriler Deniz Kuvvetleri gibi Türkiye’nin çıkarlarını doğrudan savunan kurum ve kuruluşlarını şikâyet düzeyinde yer almıştır. Ancak Türkiye ve Hükümeti takdir cümleleri daha fazladır. Kenar kuşağın en önemli kalesi, Rusya’nın can damarı olan deniz ticaret yolunun en kritik geçidini tutan NATO ülkesi kaybedilemez. Türkler, 1 Mart 2003 tezkeresini ABD yanlısı bir hükümete rağmen parlamentodan geçirememiş olsalar da nefesler tutulmalıdır. Bunun hesabı sorulacaktır. 4 Temmuz 2003’de Süleymaniye çuval baskını ve ardından 4 yıl sonra gelen Ergenekon ve Balyoz dalgaları ile Türk, Türk’e kırdırılacaktır. Kısmen başarılı olurlar. Ancak beklenen sonuç elde edilemez. Zira vatanseverler direnmiş, Silivri duvarları onbinlerce yurtsever tarafından zorlanmıştır. Asıl deprem 15 Temmuz 2016 gecesi geldi. FETÖ halka ateş açtı. İlginç olan İslam dinini kullanan FETÖ, İslam dinini kullanan bir siyasi partinin ve iktidarının sonunu getirmeyi hedeflemişti.  Yüzlerce kişi can vermiş, binlerce kişi yaralanmıştı. Ancak ne halk ne de devlet teslim olmadı.

15 TEMMUZ SONRASI DEĞİŞEN JEOPOLİTİK

Batı, altın vuruş yapmış fakat kaybetmişti. Kenar kuşak jeopolitiğine bundan daha büyük bir darbe vurulamazdı. Darbeyi kenar kuşağın sahipleri, NATO ülkeleri kazanma umudu ile yapmıştı. Bu kez FETÖ’nün çocukları başaramamışlardı. İlerleyen günlerde Türkiye Cumhuriyeti 16. ve son Türk devletini kaybetme tehlikesini en nihayet anlayabilmiş olmanın refleksi ile yeni bir muhakeme yaptı. Rusya’dan S 400 alımı, Asya’ya yöneliş, Doğu Akdeniz’de ulusal çıkarlara geri dönüş, Suriye ve Irak kuzeyinde kukla Kürdistan kurulmasına karşı çıkış. Bu gelişmeler, 2002’den itibaren ara verilen Türk düşmanlığını buzdolabından çıkardı. Demokratik ve laik devlet birikimi ve prensiplerinden uzaklaşan iktidar partisinin üst üste yaptığı hatalar da kullanılarak, Türkiye hedef tahtasına oturtuldu. Özellikle son aylarda Fransa’da çıkan haber ve yorumlarda Türkiye’ye en çok saldırılan alanın İslam dini olduğunu görüyoruz. Vicdan alanında kalması gereken dinin dış ve güvenlik politikalarına yansıtılıp bu uygulamaların Avrupa ve ABD çıkarlarına karşı kullanılması durumunda Türkiye’nin ne kadar acımasızca ve keskin bir şekilde ötekileştirildiğini görebiliyoruz. Türkiye, 2002 2016 arasında olduğu gibi, iyi huylu, batı yanlısı dini bir devlet olsaydı inanın bu eleştiriler olmazdı. Türk nefreti saklı durur, ama gündeme bile getirilmezdi. AvrupaAtlantik yapının iki yüzlülüğü budur.

NEFRETE YENİ HALKA: DENİZCİ TÜRKİYE

Batının ve özellikle denizci batılı devletlerin Türk ve Türkiye düşmanlığına yeni bir boyutun eklendiğini de hatırlatalım. Bu boyut Denizci Türkiye’dir. Denizlere geri dönen Türkiye, Denizlerde ben de varım diyen Türkiye büyük rahatsızlık yaratmaktadır. İçerdeki rahatsızlar en az dışardakiler kadar çoktur. Bu olguya deniz hegemonyası olan Avrupa Atlantik hegemonyanın tahammülü olmadığını söyleyebilirim. Zira batı hegemonyası ve jeopolitik teorisinin temeli deniz hakimiyetidir. Denizde donanma gücü, savunma sanayi yeteneği, üslenme kolaylıkları ile batı kontrolü dışında strateji ve doktrin üreterek öne çıkan devletler istenmez. Fransa’yı Türkiye’nin Suriye ve Libya’daki varlığından daha çok rahatsız eden en önemli olgu 2019 ve 2020 yıllarında Libya açıklarında sürekli varlık gösteren Cumhuriyet Donanmasıdır. Unutulmamalıdır ki 1998 Haziran’ında icra edilen Deniz Kurdu Tatbikatında, donanmamız tarihte ilk kez Girit ve Malta arasındaki deniz alanında büyük bir deniz ve müşterek hava tatbikatı yaptığında Ankara’daki Amerikan Büyükelçisi acil olarak Dışişleri Bakanlığına gelip hesap sormuştu: ‘’Ne yapıyorsunuz?’’

MİLLİ ÇIKARLAR HER ŞEYİN ÜSTÜNDEDİR

Türkiye kendi jeopolitik rotasında ilerlediği sürece batının düşmanca ve tehdit içeren söylem ve eylemleri devam edecektir. Bunu önlemek alt beyinlerde ve sosyo genetik kodlarında mevcut ön yargıları ortadan kaldırmakla eş değerdedir ve imkânsıza yakındır. Ancak devlet içerde bu saldırılara karşı koyma refleksimizde bölünme ve kutuplaşmayı önleyebilir. Önlemelidir.  Devlet, Atatürk’ün dış ve savunma siyaseti esaslarına dönerek en azından bu söylemlerde tüm toplum kesimlerinin katılmadığı ve hak etmediği din temelli dış siyaset söylem ve uygulamalardan kaçınmalıdır. Asla unutulmamalıdır ki batının jeopolitik çıkarlarını sağladığı, kenar kuşak bekçiliğini yaptığı sürece İslamizasyona itilen Türkiye, onlar için değil tehdit, risk bile değildir. Brzezinsky’nin yeşil kuşağını; Kenan Evren’in Rabıtasını aklı başında her Türk vatanseveri acı ve ibretle hatırlar. Batı kendi çıkarları tatmin edildiği sürece Türkiye’nin Ortadoğu bataklığına, karanlığına ve geri kalmışlığına sürüklenmesine asla hayır demez. Onlar için din temelli partiler milli düşünmedikçe, Rusya ve Çin ile ilişkiler kurmadıkça batı için sorun yoktur. Ancak kendi jeopolitik çıkarları söz konusu olduğunda Türkiye Cumhuriyeti devletini; Atatürk’ün eseri bu büyük devleti, haydut devlet olarak damgalama girişimleri ve hatta uluslararası yargı sürecinde mahkûm edecek senaryoları dahi uygulamaktan çekinmezler. Bugün ABD seçimlerinden sonra Şark Meselesi Sürüm 2 olarak Doğu Akdeniz ve Kıbrıs üzerinden karşımıza çıkarılacaktır. Değerli Amiral Mustafa Özbey’in ifadesiyle ‘’Türkiye’siz Doğu Akdeniz ve Türksüz Kıbrıs’’ bu sürümün vizyonu olacaktır. KKTC’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki oy oranları maalesef KKTC halkı içindeki bölünmüşlüğü ciddi bir tehlike olarak işaret etmektedir. Bu zor mücadele dönemini Türkiye, Türk nefretine inat, ancak ve ancak güçlendirilmiş Türk kimliği ve milli beraberlik ile aşabilir. Bu kapsamda Azerbaycan’ın Türk kimliği ile üst üste kazandığı askeri zaferlerin yaşandığı günümüzde koşullar bu vizyon ile uyum içindedir. En azından Türk dünyasında büyük moral etkisi yaratmıştır. Bugün ekonomik baskı ve krizlerle tehdit edildiğimiz şartlarda içerde en önemli reçete Atatürk’te birleşmektir. Her yazımızda vurguladığımız gibi devlet ve milletçe Atatürk’e çok güçlü bir şekilde geri dönme zamanımız gelmiştir. Ülke nüfusunun büyük bir çoğunluğu bunu istemektedir. Ama ne acıdır ki kitle partileri içinde Atatürk’ü temsil eden tek bir siyasi parti yoktur. Bu partiler maalesef Türk düşmanlığı ve nefreti içindeki batı emperyalizminden medet ummaktadır. Türkiye’nin en büyük siyasi sorunu budur. Batının ezeli Türk düşmanlığı ve nefreti ancak Atatürk ile dengelenebilir.

(Geçen hafta içinde Avrupa kısa kulvar 50 metre Kurbağalama yarışında Avrupa rekoru kıran Fenerbahçeli Milli Yüzücümüz Emre Sakçı’yı kutluyorum. Denizcileşen Türkiye’ye ve Mavi Vatan’a yaşadığımız bu zor günlerde bundan daha güzel bir armağan verilemezdi.)