‘Meydan muharebesi, milletlerin bütün mevcudiyetleri ile, ilim ve fen sahasındaki seviyeleriyle, ahlaklarıyla, kültürleriyle, kısaca bütün maddi ve manevi kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir imtihan sahasıdır’

MUSTAFA SOLAK/ TARİHÇİ
97. yılında Büyük Zafer2

Mustafa Kemal Atatürk’ün başkomutanlığında yapıldığı için Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak da bilinen Büyük Taarruz, Sakarya Savaşı’ndan sonra Türk ordusunun işgalci güçlere kesin darbeyi vurmak için hazırlıkları 1 yıl süren harekât sonrasında kazanılan zaferdi. 26 Ağustos 1922’de başlamış, 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın başkumandanlığında zaferle sonuçlanmıştı. Sadece vatanın düşman işgalinden tamamen kurtulmasını sağlamakla kalmamış 1920’de Meclis’in açılmasıyla fiilen kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalacağını da kanıtlamıştır. Önüne çağdaş uygarlığı aşma hedefini koymuştur.

Atatürk, 30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’da Çal Köyü yakınlarında Zafer Bayramı’nın yıldönümü dolayısıyla yaptığı konuşma ile milli mücadelenin hangi milli amaçlar için yapıldığını vurgulamıştır. Bu amaçların bağımsızlık, milli egemenlik, laiklik, kadınerkek eşitliği, milli ekonomi olduğu görülebilir.


TÜRK'ÜN HAKİKİ GÜNEŞİ DOĞUDUR

Atatürk, “Türk’ün hakiki kurtuluş güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün şaşaasıyla doğacaktır” hükmüne vararak 30 Ağustos’u, Tam Bağımsız Türkiye’nin doğuşu olarak müjdeler. O sabahın sadece Türkiye için değil emperyalist amaçlarını gerçekleştiremeyecek olanlar ve umudunu Türkiye’nin başarısına bağlayan mazlum milletler için; kısaca bütün dünya için kanlı bir yıkım olacağını şu sözleriyle ifade eder:

“Güneş mağribe [batıya, batmaya] yaklaştıkça, ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda hissolunuyordu. Bir an sonra cihanda büyük bir yıkım olacaktı. Ve beklediğimiz kurtuluş güneşinin doğabilmesi için bu yıkım lazımdı.”[1]

30 Ağustos gecesinin kanlı çarpışmasının sonucu sabah belli olmuş ve güneş Türk’ün zaferini müjdelemişti. Düşman ordusu dağılmış ve bir daha toparlanması imkansızdı. Artık düşmanın vatandan tamamen temizlenebilirdi. Fakat bunun için de ordunun hazırlığını tamamlaması için 1 yıllık süre değerlendirilmişti. Atatürk, o günden sonra İzmir’de Akdeniz’i, Mudanya’da Marmara’yı görmek için 89 günlük bir zaman yeterli olduğuna değinmişti.

‘HARP MİLLETLERİN ÇARPIŞMASIDIR’

Bir yıllık hazırlık kimileri için uzun görünebilir; ancak asker kaçaklarıyla dolu, cephanenin yetersiz olduğu şatlarda beklemek ve hazırlanmak gerekti. Daha önemlisi halk Balkan Savaşları’ndan beri aralıksız 10 yıl savaşmış ve savaştan bıkmıştı. Millet olma bilinci eksik olduğu için ne uğruna savaşıldığı konusunda halkın daha fazla ikna edilmesine de ihtiyaç vardı. Çünkü bir kısım halk, halife padişahın ve düşmanın kışkırtmasıyla milli mücadele verenlere cephe almış ve isyanlara katılmıştı. Savaş iki ordunun karşı karşıya gelmesinden ziyade orduları da milletlerin, bizim savaşımızda ise Türk milleti ile yedi düvelin karşı karşıya gelmesiydi. Atatürk bu durumu şöyle ifade eder:

“Harp, muharebe, nihayet meydan muharebesi, yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; milletlerin çarpışmasıdır. Meydan muharebesi, milletlerin bütün mevcudiyetleri ile, ilim ve fen sahasındaki seviyeleriyle, ahlaklarıyla, kültürleriyle, kısaca bütün maddi ve manevi kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir imtihan sahasıdır. Bu sahada, çarpışan milletlerin hakiki kuvvet ve kıymetleri ölçülür. Netice, yalnız cismani kuvvetin değil, bütün kuvvetlerin, bilhassa ahlaki ve kültürel kuvvetin üstünlüğünü ispat derecesine vardır.”[2]

Onun için mesele; asker, silah, cephane, teknik olanaklar değildir. Milletin direnme ruhu sürdükçe teslim olmak yoktur. Gelecekte de, sorumlu mevkide olanların milletin azmini, iradesini yüksek tutması gerektiğine dair şu uyarıyı yapar:

“Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir memleketi zapt ve işgal etmek, o memleketlerin sahiplerine hakim olmak için kati değildir. Bir milletin ruhu zapt olunmadıkça, bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça, o millete hakim olmanın imkanı yoktur.”[3]

OSMANLI'NIN HAK ETTİĞİ TALİH

Atatürk, Türk milletinin 30 Ağustos’ta kazandığı zafer kadar “Yalnız bizim tarihimize değil, cihan tarihine yeni cereyan vermekte kati tesirli bir meydan muharebesi” hatırlamadığını belirtir. Çünkü Türk milletinin egemenliğinin düşmanca, halife padişahca alınamayacağı bu savaşta kesinlik kazanmıştır. O bu durumu “Yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı” sözüyle ifade eder. Dahası bu zaferle hilafet ve saltanatın kalmadığını, Osmanlı İmparatorluğu hak ettiğini bulduğunu şöyle dile getirmiştir:

“Milletimizin uzun asırlardan beri hanlar, hakanlar, sultanlar, halifeler elinde, onların tahakküm ve istibdadı altında ne kadar ezildiğini, onların hırslarını temin yolunda ne kadar büyük felaketlere ve zararlara uğradığını düşünürsek, milletimizin hakimiyetini eline almış olması hadisesinin bütün azamet ve ehemmiyeti gözlerimizde tecelli eder. Gerçi bu büyük zaferin ertesine kadar İstanbul’da halife ve sultan namı altında bir şahıs ve onun işgal ettiği hilafet ve saltanat unvanıyla bir makam vardı. Fakat bu zaferden sonra millet o makamları ve o makam sahiplerini layık olduğu akıbete ulaştırdı.

Efendiler, milli hakimiyet öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafa yıkılmaya mahkumdurlar. Avrupa’nın ortasından ta doğunun öbür ucundaki binlerce senelik memleketlere bakacak olursak, Osmanlı İmparatorluğu’nun hak ettiği talihi daha güzel anlayabiliriz.”[4]

Atatürk, yaşanılan felaketler için padişahları suçlar. Çünkü Türk’e dayanmamışlar, memleketin ekonomisini yabancılara teslim etmişlerdir. Öyle kızgındır ki padişah ve sülalesinin kovulmasını, düşmanların denizlere dökülmesinden daha kurtarıcı bir hareket sayar:

“Saraylarının içinde Türk’ten başka unsurlara dayanarak, düşmanlarla ittifak ederek, Anadolu’nun, Türklüğün aleyhine yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından kovulması, düşmanların denizlere dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir...

Efendiler, onlar yüzünden Türk vatanının ve Türk milletinin geçirdiği kederleri, elemleri hissetmemiş bir ferdimiz yoktur...

Efendiler asırlardan beri inleyerek feryat eden, fakat müstebitlerin, yalancıların, cahillerin vücuda getirdikleri engellerle canhıraş sadasını milletin kulağına duyuramayan zavallı vatan, bugün diyor ki, bütün can kulağınızı, harap olmuş, sinesinde en derin ıstıraplar duymuş validenizin samimi hitabını daima açık bulundurunuz. Efendiler, Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da hükümran olmak kudret ve kabiliyetini göstermiş olan ecdadımız vaktinde bu sadayı işitmekten men edilmemiş olsalardı Türk camiasının, Türk mefkuresinin, Türk menfaatlarının korunmuş ve feyizdar olacağı anavatanı bugünkü harap olmuş şeklinde mi miras alırdık?”

Atatürk asırlardan beri Türkiye’yi idare edenlerin çok şeyi düşündüklerini; fakat yalnız Türkiye’yi düşünmediklerimi belirterek Türk milletinin uğradığı zararları ancak “Türkiye’de Türkiye’den başka bir şeyi düşünmemek” yönünde davranarak telafi edebileceklerini vurgular. Atatürk bu sözüyle Osmanlı padişahları gibi toprak elde etme peşinde olmayacaklarını gösterir.

‘MİLLETİN MEFKURESİ MEDENİ BİR TOPLUM OLMAKTIR’

O, konuşmasında gelecekte nasıl bir yol takip edilmesi gerektiğini “milletin mefkuresi” ifadesini kullanarak anlatır:

“Efendiler, milletimiz bundan sonraki mesaisinde de muvaffak olabilmek için milli hedefini bütün açıklık ve katiyetle, tekmil vatandaşların gözünde ve vicdanında bütün parlaklığı ile tespit ve tayin etmiş bulunuyor. İsterseniz benim burada hedef dediğim şeyi, siz, milletin mefkuresi diye adlandırınız. Fakat bu unvanı verirken dikkat ediniz ki, hayali bir manaya kendimizi kaptırmayalım.

Efendiler, milletimizin hedefi, milletimizin mefkuresi, bütün cihanda tam manasıyla medeni bir toplum olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin mevcudiyeti, kıymeti, hürriyet ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı medeni eserlerle orantılıdır...

Efendiler, medeniyet yolunda muvaffakiyet yeniliğe bağlıdır. Toplumsal hayatta, iktisadi hayatta, ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegane gelişme ve ilerleme yolu budur.”[5]

DAHA BÜYÜK ZAFER EKONOMİ SAHASINDA

Atatürk Dumlupınar’da kutlanılan büyük zaferden daha mühim zaferin ekonomi sahasındaki başarılarla olanaklı olduğunu belirtir. Çünkü “iktisaden zayıf bir millet fakirlik ve sefaletten kurtulamaz; kuvvetli bir medeniyete refaha ve saadete kavuşamaz; toplumsal ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz.”[6]

Atatürk medeniyetin esasını aile hayatında görür. Aileyi oluşturan kadın ve erkek, tabii haklarına sahip olmaları, aile görevlerini idareye muktedir bulunmalıdır.

“Safsatalar, hurafeler kafalardan çıkmalıdır”

Konuşmasında eğitime de değinerek genel eğitim ve terbiyenin esaslarının belirlenmesini önerir. “Safsatalar, hurafeler kafalardan çıkmalıdır” diyerek her türlü yükselme ve gelişme önündeki engellerin bertaraf edilmelisini öğütler. Atatürk, son sözlerini özellikle gençliğine bıraktığını belirterek onlara verdiği görevi şöyle hatırlatır:

“Ey yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyet’i biz tesis ettik; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.”

Kaynak: Aslan Tufan Yazman, Dumlupınar’dan İzmir’e Esen Kasırga, İstanbul Yörük Basımevi, 1971, Sayfa: 24

[1] Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 16, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s.285.

[2] Age, s.286.

[3] Aynı yer.

[4] Age, s.287.

[5] Age, s.288289.

[6] Age, s.289.

HEPİMİZ YILDIRIM KEMALİZ!

“Genç Teğmen Yıldırım Kemal ansızın karşıma çıkıverdi ve ‘Taaruz haberini alır almaz trene atladım geldim’ dedi. Her vakit karargâh arkadaşlarına neşe saçan bu İzmir çocuğunu takdirle karşıladım ve muhafız süvari bölüğünde vazife görmesini söyledim. O bana cevap olarak, ‘Kılıcımı sallayarak İzmir’e önde girmek isterim, beni en ilerideki bir alaya göndermenizi rica ederim’ dedi. İkinci Tümen’e oradan da Küçükköy’de savaşmakta olan İkinci Alay’a gönderildi. İki saat sonra elim bir haber bu vatan yavrusunun Küçükköy Tren İstasyonu’na hücum ederken şehit düştüğünü bize bildirdiler. İzmir’e girdiğimizde bu şanlı şehidin Namazgahlı babası, subaylarımıza oğlunu soruşturuşunu hiç unutamam. Değerbilir milletimiz bu istasyona onun adını vermekle hem babasını hem de arkadaşlarını avutmuştur. İzmirli Yıldırım Kemal’in 27 Ağustos 1922 tarihinde şehit oluşundan hemen sonra şanlı ordu İzmir’e girerken ak saçlı bir ihtiyar elinde tuttuğu küçük bir fotoğrafla subaylara yaklaşacak, ‘Oğlumu gördünüz mü, Yıldırım Kemali mi’ diye soracaktı. Sonunda bir atlı tok sesiyle, ‘Baba’ diye seslenip, ‘Ne soruyorsun bize onu? Biz hepimiz Yıldırımız, Kemal’in yerine bizi kucaklasana!’... Hiç kimse bu bahtsız babaya acı haberi vermek istememişti.”


Aydınlık