Dinmek bilmeyen vahşi kar fırtınası, Rusya’nın uçsuz bucaksız steplerini bembeyaz çöle çevirdiği sırada Doktor Platon Ilyiç’in Dolgoye köyüne ulaşma mücadelesini anlatmaktadır Tipi romanı.

Dolgoye köyündeki salgın hastalığa karşı yanındaki aşıları ulaştırmaya çalışan Doktor Ilyiç, tipinin şiddeti kadar yolculuğunda karşılaştığı insanlarla ve kendi iç çelişkileriyle de mücadele etmek zorundadır.

Yazar Vladimir Sorokin acımasız kar fırtınasının ortasında insanın var olma kavgasını anlatırken aynı zamanda; insanın maneviyatını ayakta tutmaya, değerlerine sarılarak hayatta kalmaya çalışırken bu değerlerin ne kadar kırılgan ve çelişkilerle inşa edildiğinin altını çizmektedir.

Rusya’nın engin steplerini baştan sona örten karın içinde, zamanın ve mekânın anlamını yitirmesi imgesinden yola çıkan Sorokin bu romanıyla modern Rus edebiyatındaki bilim kurgufantastik geleneğini devam ettirmiştir.

Şüphesiz modern Rus edebiyatındaki bu öğeler, Gogol ile başlayan Rus halk inançları ve Slav mitolojisinden beslenen fantastik ve gotik öğelerin devamı niteliğindedir. 20. yüzyılın başlarında Andrey Beliy’in sembolizmiyle zenginleşen bu öğeler Sorokin’in romanı için eşsiz miras yaratmıştır.

Sorokin gerek üslubuyla gerek bu öğeleri kullanarak Rus edebiyatının eşsiz mirasına yaslansa da, yazar romanı boyunca Rus edebiyatının temsil ettiği ahlaki çizgiyi yadsıdığı için bu zenginlikler Sorokin’in elinde canlılığını kaybetmiştir.

Rus edebiyatında insanın tüm eksikliğine, yetersizliğine, açmazlarına rağmen hakikati bulma, iyimserliği yaşatma, daha adil, eşit ve ahlaklı bir toplum kurma kavgasıdır onun karakterini ve dilini belirleyen.

Sorokin bu ‘inancı’ yadsıdığı için romanı boyunca kullandığı bütün bu imgeler gücünü kaybederek sönümlenmektedir. Romanın isminden anlaşılacağı gibi Sorokin, en başta Tipi öyküsünü kaleme alan Rus edebiyatının peygamberi Tolstoy ile tartışmaya girmiştir.

KARŞI DEVRİM VE ORYANTALİZM

Şüphesiz romanın en can alıcı kısmı, Doktor Platon’un fırtınadan yolu kaybettiği sırada ovanın ortasında keçiden çadırların içinde yaşayan Vitaminderler denen toplulukla karşılaşma sahnesidir. Bahtiyar isimli Kazak kâhyanın karşılamasıyla çadıra giren Platon "...göçebelere özgü bir huzurla, doğunun keskin kokularıyla" karşılaşır.

Çadırdaki kişilerin yüzlerinde Asyalı çizgiler betimlenir. Bu ‘Asyalı’ Vitaminderler küp, kare, piramit isimli ‘ürünler’ denen ilaçlar pazarlamaktadır. Kullandıktan sonra kişi üzerinde uyuşturucu maddeye benzer etkiler yaratan bu ürünü alan doktor, derin ve yoğun sembolik göndermeleri olan rüyaya dalar.

Platon rüyasında kendisini yağ dolu büyük bakır bir kazan içinde, elleri ve ayakları bağlanmış şekilde görür. Avrupa tarzı binaların çevrelediği, büyük bir katedralin bulunduğu geniş meydanda "korku içinde bağırıyordu. Kalabalık kahkahalar atarak gülüyordu... çocuklar gülüyor, onunla alay ediyorlardı." Daha sonra kazana doğru "melek yüzlü, kestane rengi uzun saçları omuzlarına dökülen, şahin tüylü kırmızı bere takan" kişi kazanı tutuşturur. Platon korku içinde "soylu bir meslek sahibi, doktor olduğunu anlatmaya çalışır... İsa’dan, sevgiden, Hristiyanlığın erdemlerinden söz eder" ancak kalabalığın gülmesi üzerine günahlarını saymaya başlar:

"Elbette hataları olmuştu... Devlet yöneticileri hakkında kötü şeyler söylemişti. Rusya’nın cehennemin dibine kadar yolu olduğunu söylemişti. Rus insanıyla alay etmişti. Hükümdarla alay etmişti... yine de yasalara uyan yurttaştı. Vergisini hep düzenli ödemişti."

Çarpıcı olan romandaki bu sahnenin Batı’nın sürekli gündeme getirdiği gulaglara gönderme de yapmasıdır. Kazanı tutuşturan "melek yüzlü, kestane rengi uzun saçları omuzlarına dökülen, şahin tüylü kırmızı bere takan" kişi, şüphesiz Saint Just’u simgelemektedir.

Jakobenizm’den Bolşevizm’e devrim mahkemeleri, günümüzün sözde insan hakları söylemiyle eleştirilir, devrimci etik yadsınır. "Ölüyorum. Kalabalık şarkı söylemeye, dalgalanmaya başlıyor... Bir halk şarkısı mı bu?.. Bu güzel halkın şarkısı... Bu lanetli halkın... Bu acımasız halkın" sözleriyle halkı radikalleştiren bu fikirlerin ilk kurbanının aydınlar olduğunu ve olacağını söylemek ister yazar.

Böylelikle 1830’dan 1940’lara, bir yüzyıl boyunca Rus aydının demokratik özlemleri için ödediği bedeller perdelenmek istenirken, aslında yazarın halka olan acımasız önyargıları ortaya serilir.

Roman boyunca yazar, zamanı belirsizleştirip I. Petro’nun portresinden Stalin atıflarına kadar despotizmin Rusya’nın kaderi olduğunu ima ederek, Rus aydınının ve halkının yaşadığı trajedileri kaderci bakışla sunar.

Bu yaklaşımı romanda betimlenen Kazaklar ile birlikte düşünüldüğünde oryantalizmin en bayağı görüşleri suyun yüzeyine çıkar. Rus edebiyatının karakterini özetleyen Batılılaşma karşıtı estetik damarı düşünüldüğünde, Sorokin bu mirasın sadece ‘şeklini’ taklit edebilmiştir.

Tolstoy’un Kazaklar’ı, Batılılaşmayla bozulan Petersburg’a karşı doğal, yozlaşmamış, canlı bir alternatif yaşam formu sunar. Sorokin’in Kazaklar’ı ise, uyuşturucu maddeyle insanlara geçici mutluluklar sunan ‘miskin ve mistik Doğu’ imgesiyle sunulur.

Salgın hastalık ve onunla mücadele için askeri kontrolle karantina altına alma bölümleriyle yazar, liberal bir bakışla Rusya’nın otokrat bir toplum olduğuna dair görüşlerini yinelemiştir.

Gerek rüya sahnesinde gerekse salgın hastalıkkarantina imgesiyle Sorokin, Dostoyevski’yi bile batılı bir gözle okuduğunu açığa çıkarır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Dostoyevski’yi, insanlığın kurtuluşunu imkânsız gören karamsar yazar olarak yorumlayan Avrupa aydınlarının ‘yanlış’ okumasını Sorokin de devam ettirir.

Camus’un kötümser Dostoyevski okuması üzerine kurguladığı Veba romanının etkileri Sorokin’in eserinde gözlemlenir. Camus otoriter rejimlerin toplumları baskı altına alıp korkuyla yönetme şeklini veba hastalığıyla tasvir etmişti.

Veba salgınının görüldüğü bir topluluk ise karantina altına alınarak dışarıya kapatılır, ince ve detaylı bir analize tabi tutulur. Vebayı kontrol yöntemi modern devletin, özellikle otoriter rejimlerin, kitlelerin gündelik yaşamlarındaki ritüellerini yeniden düzenleme ve baskı araçlarının "modernleşmesi" olarak ele alınır.

Camus de İkinci Dünya Savaşı’ndaki otoriter rejimleri bu veba metaforuyla ahlaki eleştirinin merkezine koyar. İnsan suretinde gelip iktidara el koyan Veba karakteri bir anlamda Hitler’i, Mussolini’yi temsil eder. Sorokin’de ise, Bolivya’dan gelen salgın hastalık imgesiyle bir anlamda Stalin temsil edilir.

İlk dönem öykülerinde sosyalist gerçekçiliği ‘alaya’ alan Sorokin, gelecekte çarın geri geldiği distopik bir Rusya’da devlet memurunu anlattığı Opriçnika Günü eserinde de aynı politik ve estetik çizgisini devam ettirmişti.

Tipi romanında ortaya çıkan da aynı şekilde yarım asırdır Batı’da tekrarlanan bayağı oryantalist söylemlerdir. Hiçbir özgün fikri, yaratıcı sentezi olmayan, liberal Batı’nın Asya karşıtı söylemlerini tekrar eden, kötü bir Orwell taklidiyle Tolstoy’a meydan okuma cesareti gösterilir!

Ayakları kendi topraklarına basmayan, Batı’nın postmodern estetik kalıplarına sıkışmış modern Rus edebiyatının bu örnekleri Tolstoy’un gölgesinde kalmaya mahkumdur.

Asya’daki Batıcı aydının esareti tam bu noktada başlamaktadır.


Aydınlık