Bilinçsiz ilaç kullanımının en tehlikelilerinden birisi olan antibiyotik konusunu, tarımda zirai ilaç kullanımının etkisini ve milli bir mesele olan tohumu Üsküdar Üniversitesi Rektör Yardımcısı Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölüm Başkanı Prof. Dr. Muhsin Konuk ile konuştuk.


BURAK DEMİRBAŞ

* Çevre kirliliği, kaçak ilaçlar ve bu ilaçların içerisinde en önemlilerinden biri olan antibiyotiklerin bakterilerin direnç kazanmasına yol açtı. Buna ek olarak toplumumuzda yoğun bir antibiyotik kullanımı var. Sağlık Bakanlığı bu konuda çok kez kamu spotu yayınlasa da algılar pek değişmemiş gibi duruyor. Siz bu konuda neler söylersiniz?

Antibiyotikler aslında iki ucu keskin kılıç gibidir. Bir taraftan bakterileri öldüren moleküllerdir. Dolayısıyla antibiyotik dediğimizde antibakteriyel moleküllerden bahsediyoruz. Eğer, antimikrobiyal diyecek olursak bunun antifungal ve antiviral moleküllerden de bahsetmemiz gerekir. Tabii ki antibiyotiklerin, bakteri öldürme işlemini gerçekleştirirken dışarıdan alınmış bir zehir olduğunu bilmeliyiz. Antibiyotikler, bakteriler için bir toksik madde ise diğer organizmalara da mutlaka etki ediyor. Bundan dolayı da antibiyotiklerin, özellikle karaciğer enzimlerimiz tarafından metabolize ediliyorsa karaciğerde yan etkileri oluyorBöbreklerimizde ve kemik iliğimizde ciddi anlamda yan etkilere sahip moleküllerdir. Bence antibiyotik eğer ihtiyaç yoksa, her zaman başvurulmaması gereken bir ilaç grubudur.

Bütün dünyada antibiyotikler piyasaya sürülmeden önce ABD’de FDA’dan izin alması gerekiyor. Hatırladığım kadarıyla da 2010 yılından beri geniş spektumlu yeni bir antibiyotik onayı yok. Antibiyotiklerin mikroorganizmalarla, bakterilerle olan ilişkisine baktığımız zaman, bakterilerin genetik yapıları itibariyle dışarıda meydana gelen değişikliklere çabuk uyum göstermeleri, ki bu uyum o değişikliklere direnç kazanmasıyla gerçekleşiyor. Bu da bakterilerin genlerindeki bir takım farklılaşmalar meydana getiriyor.

‘BAKTERİLER DİRENÇ KAZANIYOR’

Dolayısıyla bir süre aynı antibiyotiği kullandığınız zaman aynı bakteri o antibiyotiğe karşı duyarsızlaşıyor. O ilacın dozunu ne kadar artırırsanız artırın bakterileri öldürme şansınız olmuyor. Bunlardan en önemlileri özellikle hastane enfeksiyonu dediğimiz enfeksiyonlar bakterilerin geliştirdiği direnç sayesinde ortaya çıktı. Bunun ölümlü örnekleri çokça mevcuttur. Hastane kadar temiz olsa da dirençli bakteriler daha da dirençli hale gelerek yaşamaya devam edebiliyorlar. Bu bakteriler insan vücuduna girdikten sonra siz ne grup antibiyotik kullanırsanız kullanın direnç kazanıyorlar.

‘VEREMDE PATLAMA MEYDANA GELDİ’

Toplumumuzda şöyle bir alışkanlık oluştu; grip olur olmaz antibiyotiğe başvurulabiliyor. Bu viral bir enfeksiyon olabilir. Antibiyotiklerin viral hastalıklara karşı hiçbir etkisi yoktur. Bunlar sadece bakterilere etki eden moleküllerdir. Dolayısıyla eğer antibiyotik alırsak, viral enfeksiyonlarda boş yere vücudumuza zehir almış oluyoruz. Bu direnç meselesi onların hayatta kalmak için genetik yapılarındaki bazı moleküllerin düzenlenmesinin değiştirilmesiyle ortaya çıkıyor. Bunların başında MRSA dediğimiz bir grup var ki bu grup hastane enfeksiyonuna da sebep olan metisiline dirençli Staphylococcus aureus adını verdiğimiz bir grup bakteri var ve bunlar gerçekten bizim başımızı derde sokacak kadar dirençli hale geldiler. Her ne kadar dile getirilse de kamuoyumuzda çok fazla dile getirilmeyen Tüberkülöz yani verem hastalığı nereden bakarsanız bakın tekrar bir patlama aşamasına geldi. Çünkü verem hastalığına sebep olan bakteriler Mycobacterium tuberculosis adını verdiğimiz bakterilerde, verem ilacına karşı direnç geliştirdiler.

BAĞIRSAKLAR İKİNCİ BEYNİMİZ

* Antibiyotikler bizim vücudumuzda ihtiyacımız olan ve bize faydası olan organizmalara zarar veriyorlar mı?

Tabii ki veriyorlar. bizde mikrobiyota adını verdiğimiz bir yapı var. Mikrobiyota, bağırsak içerisindeki bakterilerimiz. Bağırsakların ikinci beyin olduğu, ileri sürülmeye başlandı. ve o bağırsaklar içerisinde yaşayan bizim vücut direncimizi ortaya koyan immün sistemimizi güçlendiren ve zararlı patojenleri, yemeiçmekle ve değişik yollarla dışarıdan aldığımız zararlı mikroorganizmalara karşı da bağırsak içerisinde mücadele edip yok eden bakterilerimiz var, sağlıklı bakterilerimiz var.

Antibiyotiklerin işte Bu yararlı bakterilerin de düzenini bozmaya yönelik de ciddi etkileri vardır. Hatırlarsanız eskiden beri antibiyotik verildiğinde yanında mutlaka multivitamin ilaçları da veriliyor. Bu bakterilerin birçoğu bizim vücudumuz için ihtiyaç duyulan vitaminleri bağırsaklarımız içerisinde sentezliyorlar ve biz o vitaminleri hazır olarak alıyoruz. Dolayısıyla antibiyotiği verdiğinizde bağırsaklarımızdaki yararlı bakterileri de öldürdüğünden dolayı bize kemik iliği, karaciğer ve böbreklerde yaptıkları hasarlardan başka ikinci beynimizdeki yararlı bakterilerin de ölmesine neden oluyor. Bu da vücut direncimizi ve iç düzenimizi bozup zayıflatıyor.

‘TURŞU, SOĞAN VE SARIMSAK YİYİN’

* Antibiyotik kullanımına ilişkin olarak, vatandaşlar olarak ne tür önlemler alabileceğimiz hakkında neler söylersiniz? Vücut direncini artırmak için ne yapılabilir?

Vücut direncini artırmak için, bizim geleneksel ve kadim yöntemlerimiz var bunlara başvurulmalıdır. Vücut direncinin devamlı olarak ayakta kalması için turşu, soğan, sarımsak ve sarıdan kırmızıya ve mora doğru giden meyvelerden bolca tüketmemiz gerekiyor. Bunların içerisinde bolca, vücudumuzu ve immün sistemimizi güçlendiren antioksidanlar var. oksidanlara karşı vücuttaki antioksidan mekanizmasını güçlendirmemiz gerekiyor. Bu mekanizmayı ne kadar güçlendirirsek, vücut direncimiz o kadar artacaktır. Geleneksel yöntemleri bence çok fazla göz ardı etmemek gerekiyor. Bunlara baharatlar da eklenebilir.

‘BİRKAÇ ASIR BOZULMADAN KALIYORLAR’

* Biraz da tarım konusuna değinmek istiyorum bu konuda iki farklı görüş var. Birincisi tarım ilaçlarının kullanılmasının kesinlikle doğru olmadığı, gerekirse elmayı kurtla yiyen bir kesim. İkincisi tarım ilaçlarının kesinlikle kullanılması gerektiğini söyleyen bir kesim. Dozajını kaçırılmadığı müddetçe kullanılması gerektiği söyleniyor. Bu noktada neler söylenebilir?

Tarım ilaçlarını iki gruba ayırmakta fayda var. Bunlardan birincisi pestisitler… Diğeri de bitki büyüme düzenleyicileri, yani genel anlamda hormon dediğimiz moleküllerdir.

Bu işin temeli şuraya gidiyor. Dünyanın ekilip biçilen alanları sınırlıdır. Endüstri devriminden sonra insanlar olarak çevreyi kirletmeye başladık. Çevreyi kirletmek suretiyle de ekilebilir toprak alanlarını daha da küçülttük. Dolayısıyla gıda elde edeceğimiz alan küçülmekle beraber insan sayısı artmaya başladı. Şu an 8.5 milyar insanın yaşadığı yer yüzünde 15 sene sonra 1011 milyara çıkacak. Bu daha ne kadar gidecek, bunu çok ciddi olarak bilmiyoruz. Bu kadar ciddi bir nüfusu verimliliği azalan toprak içerisinde beslemek zorundayız. Bunun için ise özellikle bizim ne yapmamız gerekiyor? Öncelikle hastalıklara dirençli bitkiler yetiştirmemiz gerekiyor. Daha fazla ürün veren bitkiler yetiştirmemiz gerekiyor. Değişen çevre şartlarına uyumlu bitkiler yetiştirmemiz gerekiyor.

Bunu sağlayabilmemiz için günümüz itibariyle pestisit dediğimiz bu kimyasalları, zirai kimyasalları kullanmak zorunda kaldık. Ancak, bu pestisitler kendi içinde organik çekirdek moleküllerine göre değişik gruplara ayrılıyor. Bunlardan ilk ortaya çıkanlardan bir tanesi organoklorürlü pestisitler bizim DDT diye bildiğimiz kimyasallardır. Bite, pireye karşı etkili olan bu ilaçların 50’li yıllarda ilk çıktığında insan vücuduna etki ile ilgili pek bir bilgi yoktu. Sonra anladık ki bu pestisitler doğada kendi haline bırakıldığı zaman hiçbir şekilde birkaç asır bozulmadan kalıyorlar.


İçme sularının içerisinde, hayvanlardan sağdığımız sütlerin içerisinde, süt ürünlerinden; kaymak, tereyağı ve yoğurt gibi temel gıda maddelerin içerisinde, hatta anne sütü içerisinde bile biz bu moleküllerin varlığını tespit ettik. Dolayısıyla bu moleküller yani pestisitler tamamen toksik, zehir olan moleküllerdir. Bu molekülleri eğer biz gerçek dozunda kullanmazsak hastalıkların önünü açmış oluruz. Özellikle kanser gibi öldürücü hastalıkların önünü açmış oluyoruz. Benim bu konuda 80’in üzerinde bahsi geçen moleküllerin kanserojenik ve mutasyona sebep olduğunu anlatan makalem var.


‘NÖROTOKSİT ETKİSİ VAR, FELÇLERE NEDEN OLUYOR’

* Peki bu zararlı maddeler genlerimize işliyor mu?

Hayır, ancak çocuk sütü içtiğinde sütün içerisindeki yağ ile almaya başlıyor. Genden ziyade gıda zinciri şeklinde gerçekleşiyor. Bu gıdaları aldıktan sonra ciddi şekilde yıkamazsak, bir de dozunda kullanamazsak zarar veriyor.

İlacın üzerinde bir litre çözücüde bir gram olması gerekiyor diyor, bizzat şahitliklerim de oldu. Çay ve tatlı kaşığı ile içine atılıyor. Sonrasında ilaçlamayı yapılıyor ve siz sonrasında bunu kimyasal bir proses ile de yok edemiyorsunuz.

Doğal olarak besin zincirine karışıyor. Meyvelerden ve yapraklardan, yağmur ile ya da suladığınızda da yaprak ve meyvalardan toprağa giriyor. Topraktan da daha derinlere inerek hem sulama sularına hem de içme sularına karışıyor. Böylelikle en temel gıda maddelerimizin içerisinde yer alıyorlar. Bu moleküllerin yani organokloro pestisitlerin üretimi dünyada 1986 yılında yasaklandı. Ancak resmi olarak yasaklandı. Bu pestisitler hala piyasada bulunabiliyor.. Pestisitlerin o kadar çok farklı etki çeşitleri var ki, en önemlisi DNA’mızı bozuyor. Nörotoksit etki yapıyor. Geçici felçlere neden oluyor. Çok büyük ihtimalle ıspanak hikayesinde bununla alakalıdır demiyorum ama bununla ilgisi olma ihtimali çok büyük.. Dolayısıyla vücudumuzun her bir sistemine etki eden ve zehir etkisi gösteren pestisitlerin kullanımının çok sağlıklı olması gerekiyor. Eğer kullanılması gerekiyorsa…

‘DOLAPTAKİ SALATALIK UZUYOR’

Bitki büyüme düzenleyicilerine gelecek olursak, özellikle bitkilerde hacmi artırma ve elde edilen ürünü artırmada ciddi anlamda etki yapıyor. Bir kısım, yetiştirdiği ürünün haricinde diğer ürünleri hızlıca yetiştirip onu çabucak ortadan kaldıranları da var. Bitki büyüme hormonları özellikle omurgalılarda, memelilerde, kuşlarda yapılan çalışmalarda ciddi anlamda hücrelerde toksik etki yaptığı, DNA üzerine etki yaptığı ayrıca damar tıkanıklığına sebep olduğu hatta yumurtadan civcivlerin çıkmasını engellediği ile ilgili binlerce çalışma var. Dolayısıyla bu bitki büyüme düzenleyicilerinin de kullanılmasının doğru olmadığını düşünüyorum.

Üretici daha fazla ürün elde edecek cebine üç, beş kuruş daha fazla girecek ama pazardan aldığınız salatalık, patlıcan, domatesi buzdolabına koyduğunuzda ertesi gün salatalık daha uzamış, domates daha da kızarmış ve patlıcan daha da büyümüş görüyorsunuz. Halbuki buzdolabı sıcaklığı canlılık faaliyetlerinin minimum düzeye indiği sıcaklıktır. Bu sıcaklık içerisinde besinler büyüyor. Bunun sağlıklı olduğunu düşünebiliyor musunuz?

Antibiyotikler ile ilgili çok sağlıksız diyoruz ama onları da bazen dolaylı yollarla alıyoruz. Özellikle besi yerlerinde tavuk, koyun ve sığırlara daha sağlıklı olsun diye antibiyotik veriyorlar. Biz tavuk eti yediğimizi zannederken, antibiyotiği de alıyoruz. Kaçamıyoruz. Yumurta ile alabiliyoruz. Bunlar da düzensiz ve gereksiz antibiyotik kullanımıyla alakalı olarak bakterilerdeki direnç mekanizmasını çok ciddi anlamda artırmaya başladı.

ANTİBİYOTİK GEREKSİNİMİ SON BULABİLİR

Bilim insanları son zamanda onaylanmış bir antibiyotik olmasa da bir sistem üzerinde çalışıyorlar (Quorum sensing). Sistem şu;

Patojen bakteriler vücuda girdiğinde, bunlar vücudun değişik yerlerine yayılıyorlar ve kendi aralarında kendi ürettikleri bir molekül aracılığıyla haberleşiyorlar.

O haberler sayesinde vücut içerisindeki sayıları belirli bir düzeye gelmeden atak yapmıyorlar. O düzeye geldikten sonra enfeksiyon başlatıyorlar. Bu çok ilginç bir şeydir.

Elimizdeki mevcut antibiyotiklere gün gelecek bu bakteriler direnç geliştirecek. Şu anda bilim insanları bu haberleşme molekülleri üzerine çalışıyorlar. Aynı jammer gibi moleküller üretilerek, bakteriler arasındaki iletişimin ortadan kaldırmasını hedefliyorlar. Dolayısıyla sayıları enfeksiyon yapacak sayının bir milyon katına bile çıksa enfeksiyona neden olmları engellenmiş olacak.. Eğer bu yapılabilirse, hiçbir antibiyotik kullanma gereksinimi olmayabilir.

CEYLANPINAR GEN MERKEZİDİR

* Bir de hibrit tohum konusu var. Hibrit tohumun sürdürülebilirliği var mı? Bu konuda neler söylersiniz?

Tohum endüstrisi ülkeler için en kritik konulardan biridir. Ancak Türkiye kendi tohumunun %70’ini kendisi üretebilir hale geldi. Hollanda’ya tohum satabilir hale geldik. Ancak bizim ata tohumlarımızı ne kadar muhafaza edip çoğaltabilirsek bu bizim için ciddi anlamda bir hazinedir. Türkiye’nin yapması gereken önemli konulardan biri de bu ata tohum ırklarının genom analizlerinin yapılıp bunların patentinin alınması gerekiyor. Devlet olarak en önemli işlerden birisinin bunun olması gerekiyor. Tohumun gen patentini alıp piyasaya sunduğunuzda sizin tohumunuzu alacak her kurum, kuruluş, ülke size para ödemek zorunda. Bu bizim için çok önemlidir. Bizden yayılmış olan birçok bitki vardır. Çünkü Türkiye birçok bitkinin gen merkezidir. Örneğin, Buğday ve buğdaygillerin gen merkezi Türkiye’dir, Ceylanpınar’dır.


Aydınlık