Bugün “Alevîlik nedir?” diye sorulsa birçok farklı cevap, hatta birbiri ile tamamen zıt cevaplar alınabilir. Bu farklı, hatta zıt cevapların temel nedeni, Alevî (KızılbaşBektaşî) geleneğinden gelen birçok kesimin Alevîliği farklı şekilde tanımlamasından kaynaklanır. Geniş kitleleri, Alevîlik hakkında kafa karışıklığına sürükleyen temel neden de budur.

Alevîleri, farklı Alevîlik tanımları yapmaya zorlayan önemli nedenler vardır ve bunlar çıplak gözle görülemeyecek kadar derinlerde yatmaktadır. Alevîliğin kurumlarının olmaması, bunların başında sayılmalıdır. Cumhuriyet öncesinde Alevîliğin kurumları; Bektaşîler için tekkeler ve dergâhlar; Kızılbaşlar içinse ocaklar idi. Tekke ve dergâhların kapatılıp, yerine mesela Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun ihdas edilmemesi, bu alanda büyük bir boşluk yarattı. Bu boşluk, 20. yüzyılın ortasındaki Marksist/Komünist akımlara karşı Alevîleri adeta savunmasız bıraktı. Tabiat, doğası gereği boşluk kabul etmezdi ve bu boşluk, hemen dolduruldu. Komünistler, kolaylıkla Alevî toplumuna sirayet edip, Alevî çocuklarını etkileri altına aldılar. Çünkü meydanı tam anlamı ile boş bulmuşlardı. Bunun sonucunda Alevîler ile Komünistler arasındaki gri alan önemli ölçüde genişledi; bu gri alan, dışarıdan bakıldığında birçok kişinin zihninde Alevî ile Komünist kavramlarının eşitlenmesine neden oldu. Oysa içeride durum daha farklıydı; çünkü çocuklarının Alevîlik de dâhil bütün inançları ve dinleri sorgulaması ve hatta hakarete varan söylemleri, Alevîler içinde de büyük gürültülere neden oldu. Bu yıllar, Alevî dedelerinin horlandığı, adeta kendi toplumlarında saygınlıklarının yerle bir edildiği yıllardı. Çatışmanın büyümesinden endişe eden profesyoneller ile kendi geleneklerini bu derece yargılamaktan rahatsız olan Alevî çocukları, daha orta bir yol bulmayı tercih ettiler. Buna göre Türkiye’deki Alevîler, “devrimci güçler”in doğal müttefiki idiler; çünkü her ne kadar Alevîlik, diğer dinler gibi “gerici” olsa da, doğası gereği muhalifti. Üstelik bu söylemin pratik birçok faydası da vardı: Alevîliğin günümüze taşıdığı muhalif gelenek ve kültür, komünistler için rahatlıkla at oynatabilecekleri bir alana karşılık geliyordu. Nitekim bunu da bütün hoyratlıklarıyla yaptılar ve Alevî kültürünü önemli ölçüde kullandılar. Mesela Alevî türkülerindeki inanç motiflerini boşaltıp, yerine kendi ideolojilerine uygun kavramları monte ettiler. Bu süre zarfında Alevîlik ile Sosyalizm arasında fikri bakımdan benzerlikler bulma girişimleri de hız kazandı. Alevîliğin muhalif geleneğine yaslanan bu girişimler, Hz. Ali (R.a) ve On iki İmamların eşitlikçi bazı uygulamalarını da kanıt olarak kullandılar.

Türkiye’de ve dünyada komünist hareketlerin yenilmesi ve sosyalist ülkelerin/blokların birer birer çözülmesi ile yeni bir döneme girildi. Diğer taraftan Alevîler artık hızla kentlileşiyor ve bu yeni yaşam biçimine uyum sağlayarak, kendilerini konumlandırmak istiyorlardı. “Alevî kimliği”nin güçlü şekilde tartışılması, işte bu döneme rastlamaktadır. Bu tartışmalara bağlı olarak 1980’li yıllardan sonra Alevîlik ile ilgili yayınlarda bir patlama yaşandı. Alevîler arasında da Almanya kaynaklı olduğu çokça konuşulan bu yayın patlaması, Alevîleri İslam’ın dışında konumlandırıyor; Alevîliği, eski Anadolu dinleri başta olmak üzere birçok dinin mirasçısı sayıyordu. “Anadolu Alevîliği” olarak kavramlaşan bu akım, uzun süre geniş bir hareket alanı buldu ve zihinleri bulandırmaya devam etti.

ALEVİLİĞİ ANADOLU İLE SINIRLAMAK

Alevîliği, İslam’ın dışında konumlandırıp onu “Anadolu” ile sınırlandırmak, gerçek bir zihin bulanıklığı yaratmayı hedefliyordu. Çünkü “Anadolu Alevîliği” icadının altında, komünist gelenekten beslenen bir grubun imzası bulunuyordu. Sonradan bu modaya bilen bilmeyen birçok kişi de uydu, ancak işin patentinin kime ait olduğu belliydi. Anadolu Alevîliği icadı ile Alevîlerin iki temelle bağları kesilmek isteniyordu. Biri İslam, diğeri Türklük

Alevîliği İslam dışında konumlandırıp, onu eski Anadolu dinlerinin bir toplamı saymak, Alevîliğin beslendiği İslam kaynağını (Caferîlik) kesmek demekti. İslam bağının kesilmesi, Alevîliği dindışı bir hale getirerek kurtlar sofrasında yalnız bırakmak anlamına geliyordu. “Ali’siz Alevîlik” olarak zirve yapan bu sapkınlık; çok şükür ki, Alevîlerce ciddiye alınmadı ve toplum vicdanında boğulmaya mahkûm edildi. Bu sapkınlık, son dönemlerde bazı sıçramalar yapmak istese de, toplumsal bir tabanı bulunmuyor.

Alevîliği “Anadolu” ile sınırlamak, onun Orta Asya/Türkmen kökenlerini yok saymak hatta bir yerde reddetmek anlamına geliyordu. Oysa bugün bile, Kurmançça ve Zazaca konuşanlar da dâhil, Alevîlerin yaşlı kuşağı ağız birliği etmişçesine Horasan üzerinden Anadolu’ya geldiğini bilmekte ve Türk/Türkmen olduklarını ifade etmektedirler. Ayrıca yapılan çalışmaların ortaya koyduğu gibi Alevîliğin, Türkmenlerin İslam’ı algılayış biçimi olduğunda şüphe bulunmuyor.

Komünist geleneğin Alevîliği, Türk ve İslam dışında konumlandırması Alevîleri, “Anadolu Aleviliği”nden sonra nevzuhur bir kavramla daha tanıştırdı: Kürt Alevîliği… Sosyolojik olduğu kadar tarihsel olarak da bir ucube olarak karşımıza çıkan Kürt Alevîliği kavramı, son yıllarda bir hayli yaygınlık kazanmış görünüyor. Özellikle son birkaç yıldır Alevîlik ile Yezidilik ve Zerdüştlük arasında bağ kuran yayınlarda önemli artış görülmesi, 1980 sonrasında Almanya kaynaklı yayın patlamasını hatırlatmaktadır.

Kürtlük üzerinden Alevî çocuklarına Yezidilik donu biçildiği bir dönem, Alevîlerin ateşle imtihanından başka bir şey değildir ve anlaşılan çok uzak olmayan bir gelecekte Alevîlik etrafında yaşanan kavram kargaşasına bir yenisi daha eklenecektir. Çünkü Zazaca konuşan Alevîlerin önemli bir kısmı da Kürt olmayıp, “Zaza Alevîsi” olduklarını iddia etmeye başladılar.

Yazık ki, komünist gelenek üzerinden beslenen ve Alevîliğin inanç ve değerlerine bırakın imanı, hiçbir saygısı olmayan; hatta Hz. Ali’ye –hâşâ “katil” diyecek kadar Yezitleşen sözde Alevîlik (?) inşalarının hiçbirinde samimiyet bulunmuyor. Bunların fazla yaşamasını beklemek de boşuna. Bu bağlamda komünist geleneğin bir sonucu, hatta bir icadı olan “Kürt Alevîliği” inşasının da fazla yaşamasını beklememek gerekir. Çünkü kavramların içinin hakkıyla dolması, ancak uzun sosyolojik süreçlerle mümkündür. Bazı Alevî aşiretleri Kürtçe ve Zazaca öğrendi yahut birkaç küçük Kürt ve Zaza aşireti, Alevîliği kabul etti diye Kürt Alevîliği oluşmaz. Kaldı ki, Kürt Alevîliği ile kastedilen bunlar değil; Alevîliğin bir “Kürt yaratması” olduğudur. Daha Zazaların, Kürt olmadıklarına dair haklı itirazları orta yerde dururken, Zazaca konuşan Alevî aşiretlerinin üzerinden Kürt Alevîliği inşasına çalışmak, elmalarla armutlarla karıştırmaktan çok daha fazlasıdır.

Özetle, “Türk Alevîliği”nden “Anadolu Alevîliği”ne ve oradan da “Kürt Alevîliği”ne uzanan süreç, Alevîlerin ateşle imtihanıdır. Osmanlının kuyularında diri diri yakılan Alevîlerin, bu ateşten de çelikleşerek çıkacağına şüphem bulunmuyor. Çünkü toplumların genleri kısa sürede değişmez ve Türkmen Celali geni, Alevîlerin bedenlerinde ve ruhlarında hala diri şekilde yaşıyor. Türkmen kökenlerini keşfeden Alevîlerde bu keşif, daha da ileri giderek bir taşkınlık haline dönüşüyor. Hacı Bektaşı Veli’ye atfen; “Türk milleti cihana hükmetmek için yaratılmıştır” diyen birkaç sosyolojik gruptan biridir Alevîler.

Bundan bir süre önce bir dostum, kendisinde oluşan kafa karışıklığını da ifade ederek; “Gerçek Alevîler kimlerdir?” diye sormuş, ben de cevaben, “Pasta bittiğinde, yine Alevî olarak kalanlardır.” demiştim. Sanırım bu cevap, bugün de geçerliliğini koruyor. Menfaati bittiğinde hâlâ kimler; “Allah, Muhammed, Ali” diyorsa, gönül terazisini onlardan yana bozuyorsa, işte Alevîler, onlardır.

Gerçek Alevîler, hep var olsunlar; çünkü bu “aşk” adamları ile dünya daha güzel bir yer ve Türkiye, daha Türk…

Dipçe:  Bu yazı ilk defa 2023 Dergisinde yayımlanmıştır.