TEVFİK KADAN

Hiçbir ABD Başkanı, dış politikayı Woodrow Wilson kadar derinden etkilemedi. Wilson'ın prensipleri; bir asır boyunca ABD'nin küresel jandarmalığının hem perdesi, hem de ideolojik zeminiydi. İki dünya savaşına gerekçe yapılan görüşleri, neoconlar için bile kullanışlı bir malzemeydi. Çünkü işgal ve katliamlar için dünyayı ikna etmenin en kolay yolu; 'demokrasi' ve 'insan hakları' zırhı giymekti. İşte “geleneksel dış politika” dedikleri, tam olarak burada başlıyor... 

Woodrow Wilson, dünyadaki en iyi yönetim sisteminin kendilerinde olduğuna o kadar inanmıştı ki; onun için “İnsanlığın geri kalan bölümü, ancak geleneksel diplomasiyi terk edip ABD'nin uluslararası hukuk ve demokrasiye olan saygısını kabul ederse, barış ve refaha kavuşabilirdi.”

Küresel müdahaleciliğine ilahi de bir hava kattı. 'Demokrasi', 'özgürlük' ve 'insan hakları' ilk kez onun elinde gerçek bir silah halini aldı. Günün sonunda o kadar ileri gitti ki; “Bu devleti insanları özgür yapmak için kurduk; bu düşüncemizi ve niyetimizi yalnızca Amerika'ya ayırmadık. Şimdi insanları özgürlüğüne kavuşturacağız. Bunu başaramazsak, Amerika'nın bütün ünü kaybolur ve bütün gücü dağılır” diyordu.

Uluslararası sistemin güç dengesine değil etnik selfdeterminasyon prensibine dayandırılmasını isteyen Wilson, devletlerin güvenliklerinin ise askeri anlaşmalarla değil ortak güvenlik sistemiyle sağlanmasını istiyordu. Bunun içinse en büyük projesi Milletler Cemiyeti oldu.

WILSON'IN YÖNTEMİ

ABD için Milletler Cemiyeti de, BriandKellogg Paktı da, Birleşmiş Milletler Anlaşması ve Helsinki Nihai Senedi de yalnızca “Amerikan değerleri”nin hayata geçirilmesi için vardı. Wilson'dan sonra gelen liderler de, her küresel kırılmanın ardından yeni bir uluslararası anlaşma arayışındaydı. 

Esasında bu anlaşmalar, Ezop masallarındaki kurt ile kuzunun ateşkesinden başka bir şey değildi. Kurtların ve kuzuların silahsızlanma konusunda nasıl anlaştıkları, koyunların bir iyi niyet gösterisi olarak çoban köpeklerini uzaklaştırması ve sonuçta kurtlar tarafından yenilmeleri, ABD Dışişleri'nin en iyi bildiği hikayelerdendir.

Tabi bu anlaşmalar hiçbir şekilde ABD'yi bağlamadı. Nitekim nasıl İtalya Habeşistan’ı, Japonya da Mançurya’yı işgal ederken Milletler Cemiyeti sessiz kaldıysa; ABD Vietnam, Irak ve Afganistan'a girerken de Birleşmiş Milletler aynısını yaptı. 

Zaten ABD, kendisini bağlayıcı tüm kararlara karşı veto hakkını da büyük bir keyifle kullandı. William Blum'un 'Haydut Devlet' adlı kitabında verilen bilgiye göre; ABD'nin sadece 19841987 yılları arasında, tek başına ret oyu kullandığı BM Genel Kurul Kararı sayısı 150'yi buluyor.

WILSONİZMİN ARAÇLARI

Gerçekten de küreselleşmenin ivme kazanmasında IMF, Dünya Bankası, GATT ve OECD gibi kurumların önemi büyüktür.

Örneğin gümrük tarifeleri ve kotaları kaldırarak uluslararası ticareti evrensel boyutlarda ilk serbestleştiren GATT olmuştu. Başka ülkelerin ekonomilerini dizayn etmenin en etkili aracıysa IMF idi. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları bir anda itibarınızı sıfırlayabilirdi. Kurallara uymayanlarsa NATO'nun sopasına boyun eğerdi.

Bizzat eski BM Genel Sekreteri Butros Gali, 'Cilasız: Bir ABDBM Destanı' isimli kitabında, Birleşmiş Milletler'in nasıl ABD’nin özel mülkü haline geldiğini anlatıyor. Financial Times, "Dünya Ticaret Örgütü'nün kararları sadece uluslararası ticarette monopolleşmiş çokuluslu şirketlerin çıkarlarına uygun gündemi yaratmayı hedefliyor" diye yazıyor. Economist ise, “IMF ve Dünya Bankası'nın, Batı'nın, özellikle de Amerikan dış politikasının açık temsilcisi haline geldiğini” itiraf ediyor.

WILSON SORGULANIYOR

Wilson'ın çok uluslu yapıların arkasına sığınarak 'demokrasi' ve 'insan hakları' ihraç etme hikayesi, son 100 yıla damgasını vurdu. Doların saltanatını silahla koruyan Amerika; darbeden işgale, suikastten katliama kadar tüm yöntemleri kullanarak milyonları öldürdü. Sisteme karşı çıkan ABD Başkanları dahi yaşatılmadı. Ya tüm dünyada “Amerikan değerleri” yaşayacak, ya da Amerika yaşayamayacaktı. Sovyetler yıkıldıktan sonra bile “terörle mücadele” adı altında bu devam ettirildi. Taa ki 2000'lere gelene kadar...

ABD'nin milyarlarca dolar harcaması, vekalet savaşçılarını eğitipdonatması, devasa bombalar kullanması yada uçak gemilerini yollaması; mazlum milletlerin bağımsızlık ateşini söndüremedi. Amerika'da kovboylar sahneye çıktı, isyan bayrağını çekti. Aslında “First America” demek, Wilsonizm'e bayrak açmaktı. Sadece Amerikalılar da değil, dünyadaki ABD şımarıklığından bıkmış pek çok Batılı ülke de bu durumu sorgulamaya başladı. Son olarak Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas'ın sözleri, aslında Wilsonizm'e açık bir savaştı: “Görevimiz; barışı, insan haklarına uyulmasını sağlamak mı? Bunun bir parçası, yönetim sistemimizi ihraç etmek mi? Bu, Afganistan’da kesinlikle başarısız oldu.”

BIDEN TESLİM OLUYOR

Fakat bu başkaldırılardan daha önemlisi; kadim ABD dış politikasının uygulayıcılarının bile artık Wilsonizmi savunamaması... Örneğin 2003'te "Ulus inşasının alternatifi kaostur ve bu kaos, kana susamış savaş ağaları, uyuşturucu kaçakçıları ve terörist üretir” diyen Joe Biden'ın, bugün şu ifadeleri kullanıyor olması çok çarpıcı: 

“Afganistan'a iki nedenden dolayı gittik. Birincisi, Bin Ladin'i almaktı; ikincisi, Afganistan'daki El Kaide'yi elimizden geldiğince ortadan kaldırmak... Bunu yaptık, fakat sonra ne oldu? El Kaide yeniden yapılanmasın diye bölgede küçük bir güç bırakmak yerine; ulus inşasına katılmaya karar verdik. Bu bana hiç mantıklı gelmedi.”

Anlaşılan Joe Biden, Trump'a teslim oluyor... 

YENİ LİDER YENİ ANLAYIŞ

Peki ABD hegemonyasının geri çekilişini yaşadığımız bu yıllarda; küresel liderliğin tek adayı Çin de benzer bir hegemonya kuracak mı? Bu sorunun yanıtı uzun da olsa; Xi Jinping'in şu sözleriyle açıklamaya çalışalım:

“Ayakkabının ayağa uyup uymadığını ancak onu giyen bilir. Bir ülkenin seçtiği gelişme yolunun o ülkeye uygun olup olmadığına da ancak o ülkenin halkı karar verebilir.”

Sizce de Xi'nin yaklaşımı, Atatürk'ünküne benzemiyor mu?

Aydınlık