Türkiye'nin, ABD destekli 'Ilımlı İslâm'a dönüştürülme cinayetlerinin ilk kurbanı Prof. Dr. Muammer Aksoy'du. 

Türkiye'nin, ABD destekli 'Ilımlı İslâm'a dönüştürülme cinayetlerinin ilk kurbanı Prof. Dr. Muammer Aksoy'du. 30 yıl önce bugün katledildi. Sonra Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve Eşref Bitlis katledildi. Yetmedi Sivas ve Başbağlar katliamları gerçekleşti. Ahmet Taner Kışlalı ve Necip Hablemitoğlu'yla devam etti. Türk devriminin yetiştirdiği değerlerdi. Dünyada ender aydın kırımına kurban gittiler. Onlar sadece kimliklerinden dolayı katledilmediler; bir proje için seçilmiş hedef olarak katledildiler. Bölgemizi bugüne getiren sürecin başlangıç cinayetleri oldu.

 

 

 

BOP'UN ÖNÜNÜ AÇAN CİNAYETLER

ABD emperyalizminin karşıtı antiemperyalist aydınların ortadan kaldırıldığı seri cinayetlerin işlendiği günlerde, Sovyetler Birliği dağılmaya başlamış ve ABD'nin Yeni Dünya Düzeni yürürlüğe girmişti. Bu çerçevede dinci ve etnik çatışmalar körüklendi. Bunun önünde engel teşkil edecek güçlü aydın önderler, Gladyo'nun kanlı suikastlarıyla bir bir ortadan kaldırıldı ve topluma gözdağı verilerek, Vatansever Atatürkçü kesim bir diğer ABD düşmanı ülke olan İran'a karşı kışkırtılmaya başlandı. Ne ilginçtir bu faili meçhul cinayetler elde hiçbir kanıt olmamasına karşın adı daha önce hiç duyulmamış, uydurma taşeron örgütler gösterilerek İran'a yıkılmak istendi, öyle bir algı oluşturulmaya çalışıldı. Mollalar İran'a sloganları icat edildi. O günlerde en tipik çatışma Yugoslavya'da başladı. Bu çatışma bittiği günlerde, Yugoslavya Genelkurmay Başkanı 'Sıra Türkiye'de' demişti! Aynı dönemde yükselen PKK terörü de anlamlıydı. Fethullahçı çete de bu dönemde parlatılmaya başlandı.

 

 

 

İSMİ DUYULMAMIŞ ÖRGÜT ÜSTLENDİ

Prof. Dr. Muammer Aksoy, 31 Ocak 1990 günü Ankara Bahçelievler İkinci Cadde'deki avukatlık bürosundan Saat: 18.55 sıralarında çıktı. Aynı caddedeki evine 15 dakika sonra gelen Aksoy, apartmandan içeri girdi. Bu sırada daha önceden pusu kurdukları anlaşılan kişi ya da kişiler tabancayı Aksoy'un kafasına dayadılar. Kendini korumak için merdivenlere yönelen Aksoy'un bu çabası yarım kaldı ve tabancadan çıkan iki kurşunla hemen can verdi. Kurşunlardan birisi başına, diğeri de göğsüne saplandı. Olay yerinde hayatını kaybetti. Saat: 21.30 sıralarında gazete ve ajanslara telefon eden bir şahsın olayı 'İslâmi İntikam Örgütü', 'İslâmi Hareket' adına üstlendiği bildirildi. Emniyet yetkilileri bu örgütün ismini ilk kez duyduklarını açıkladılar. Emniyetçiler, cinayetin çok profesyonelce işlendiğğini, bir ip ucu ve tanığının da bulunmadığını belirttiler. Olay yerinde üç boş kovan bulundu. Aksoy'un Atatürkçü laik kimliği biliniyordu. Ancak Horzum davasıyla da ilgilendiği ileri sürüldü. Eski İçişleri Bakanlarından Hasan Fehmi Güneş olay sonrası yaptığı açıklamada, cinayetin Horzum davası nedeniyle de işlenmiş olabileceğini belirtti. Ancak bu konuda bir ipucu bulunamadı.

 

 

 

OLAYI SORUŞTURAN POLİSİN ÖLÜMÜ

Aksoy cinayetini takip eden Ankara Birinci Şube Müdürü Yahya Kütük (39)'ün, 1 Şubat'ı 2 Şubat'a bağlayan gece 02:30 sıralarında geçirdiği kalp krizi sonucu öldüğü açıklandı. Bu ölüm, olay üzerindeki esrar perdesini daha da kalınlaştırdı.

EŞİ CİNAYET ANINI ANLATIYOR

Aksoy'un eşi Ülke Hanım, olay sonrası yaşadıklarını Milliyet gazetesine şöyle anlattı: "Bir ses duydum. Ama silah sesi olduğunu anlamadım. Egzoz sesi sandım. Sonra biri gelip 'Muammer Aksoy aşağıda boylu boyunca yatıyor' dedi. Son günlerde 'yorgunum' diyordu. Enfaktüs geçirdi sandım. Hemen aşağı koştum. Görünce şaşırdım. Nefes alıyor mu diye bakmaya çalıştım. Ağzından nefes vermeye çalıştım. Zanlar görünce de kalp krizinden kan boşanmış sandım. Sonra beni yukarı çıkardılar, ilaç verdiler" dedi.

TEHDİT EDİLİYORDU

Olaydan sonra fenalaşarak hastaneye kaldırılan Ülke Aksoy, "Onu Atatürk düşmanları öldürdü. Her gün telefon ve mektupla tehdit ediyorlardı. Ben üzülmeyeyim diye bana söylemiyordu ama ben seziyordum. ADD'yi kurdu. Birileri bundan rahatsız oldu. Ayrıca TCK. 163. maddenin kaldırılmasına karşıydı. Muammer, türban bahane edilerek yapılan gösterilerin amacının başka olduğunu da söylerdi. Bu konuda da çok sert tepkiler almıştı" açıklamasını yaptı. Oğlu Arın Aksoy da yaptığı açıklamada, babasına gönderilen çok sayıda tehdit mektubu gördüğünü hatırlatarak, "Özel bir örgüt düşünemiyorum. Babamın çok düşmanı vardı. Aksak gördüğü her konuda çıkar konuşur, görüşlerini açıklardı. Her açıdan mükemmel bir insandı" dedi. (Milliyet, 2 Şubat 1990)

SON GÜNÜNDE NELER YAPTI

Aksoy'un son gün, sabah saat: 10.30'da Hürriyet gazetesine giderek Emin Çölaşan'la 'Pazar Sohbeti' yaptığı ve mülakatta, Türkiye ve dünyadaki son gelişmeler ile laiklik ve irtica konularında görüşlerini açıkladığı, ayrıca kurucusu olduğu ADD'yi tanıttığı öğrenildi. Aksoy'un ayrıca son demecini de UBA'ya, 'kıyak emeklilik' üzerine verdiği ortaya çıktı. Aksoy'un aynı gün akşamı Türk Hukuk Kurumu'na da giderek, burada kız yeğeniyle sohbet ettiği ve burada türbana tavır alan üniversite öğretim üyeleri derneğinin üyelerinin kara listeye alındığı iletildi. Aksoy'un bunun üzerine "Senin eşini kara listeye almışlarsa, bizi kapkara listeye almışlardır" diye cevap verdiği açıklandı. Aksoy yazdığı kitap ve makalelerde de laikliğe karşı yapılan saldırıların sistematik olduğunu ve arkasında ABD'nin başını çektiği dış güçlerin bulunduğunu belirtmişti.

YARGITAY CEZALARI ONADI

Cinayet uzun süre yanıltma ve hayali dinci örgütler üzerine atıldı. Ciddi bir ilerleme olmadı. Olayın üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra yapılan operasyonlarda, Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu cinayetilerine de karıştığı ileri sürülen sanıkların, Aksoy cinayetine de karıştıkları ileri sürülerek bunlar Umut Davası'nda yargılandılar. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, 17 Ocak 2013'te, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok'un öldürülmesi olaylarının da aralarında bulunduğu çok sayıda olayı kapsayan "Umut" operasyonuna ilişkin açılan ve Yargıtayın bozma kararından sonra tekrar görülen davada 3 sanığı "yasadışı TevhidSelam ve Kudüs Ordusu" örgütünü kurmak ve yönetmek suçundan 12 yıl 6'şar ay, 5 sanığı ise aynı örgüte üyelikten 6 yıl 3'er ay hapse mahkum etti. Dava daha sonra Yargıtay'a intikal etti. 10 Nisan 2014 günü Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı'nın öldürülmesinin de arasında bulunduğu birçok olayı kapsayan Umut Davası'nda, 8 sanığa verilen hapis cezalarını onadı. Kararda, "Tevhid Selam Kudüs Ordusu Örgütü"nün, 19881999 yılları arasında Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı'nın öldürülmesi olaylarının da aralarında bulunduğu 18 ayrı saldırıyı gerçekleştirdiklerinin anlaşıldığı ifade edildi.

61 ANAYASASINI YAPTI

Prof. Dr. Aksoy, önder hukukçulardan birisiydi. Uzun yılar üniversitelerde görev yaptı. 1917 yılında Antalya'da dünyaya gelmişti. 1939 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Zürich Üniversitesi'nde doktorasını yaptı. İstanbul ve Ankara üniversitelerinde görev yaptı. Üniversite özerkliğinin ortadan kaldırılmasını protesto etmek amacıyla 1957 yılında SBF'deki görevinden istifa etti. 1960 ihtilalinden sonra yeni Anayasa çalışmalarına katıldı. Kurucu Meclis üyesi olarak Antalya'yı temsil etti. 12 Mart'ta yargılandı, aklandı. Türk Hukuk Kurumu başkanlığı yaptı. 1977 yılında CHP'den İstanbul Milletvekili seçildi. 1980 sonrası Ankara Baro Başkanlığı da yaptı. Atatürk'e karşı saldırıların yoğun olarak başladığı günlerde (1989) yılında bir grup arkadaşıyla Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD)'yi kurdu. Mücadelelerinden birisi de petrolün millileştirilmesiydi...

CENAZESİNDE EN ÖNDE UĞUR MUMCU YÜRÜMÜŞTÜ

 

 

 

Muammer Hoca'nın Ankara'da yapılan cenaze töreninde, tabutunun önünde fotoğrafını gazeteci yazar Uğur Mumcu taşımıştı. O da aynı kanlı eller tarafından 24 Ocak 1993 günü karlı bir Ankara gününde katledildi. Mumcu, hocasının ardından Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde şunları yazmıştı: "İçim acıyla doldu. Prof. Aksoy'u baba gibi severdim. Aksoy da beni oğlu gibi. (...) İsteseydi yabancı şirketlerin ve holdinglerin gözdesi olurdu. Bütün bunları elinin tersiyle itti; çileli yola, devrimciliğe, Atatürkçülüğe baş koydu. Ve bu uğurda da baş verdi. En son çabası laikliğin savunulmasıydı. Aksoy, bir inanç ordusunun adıydı. Öylesine yiğit ve öylesine inançlıydı. Aksoy'u öldüren kurşun, Atatürk'e, Atatürkçülüğe sıkılmıştır." (Cumhuriyet, 1 Şubat 1990) Mumcu, 4 Şubat 1990 tarihli yazısında da Aksoy cinayetine değinerek şunları vurguladı: "Cinayeti kimin işlediğini bilmiyoruz. Katiller, hiç ipucu bırakmadan kaçmışlar. Cinayet profesyonelce işlenmiş. Kurşunlar; şakak, yanak ve göğse sıkılmış, tam öldürücü yerlere! (...) Aksoy cinayeti rejim için bir sınav konusudur. Aksoy cinayeti bir an önce aydınlatılmalıdır. Aksoy cinayeti ileride yaşanacak olayların da habercisidir. Devlet, devletse, Aksoy cinayeti bir an önce aydınlatılmalıdır."

 

« Uğur Mumcu, Muammer Aksoy´u anmak ve cinayeti unutturmamak için 31Ocak1991 tarihli Cumhuriyet Gazetesindeki köşe yazısında şöyle diyordu:

“Aksoy, bir düşünce ve kavga adamıydı. Tek başına bir ordu gibi savaşırdı. Bu savaşta alçakça ve sinsice kurşunlanarak öldürüldü.”

Yetmiş üç yaşında bir insan, soğuk bir Ankara akşamında sıcak yuvasına girmeye hazırlanırken, evinin kapısının eşiğinde neden kurşunlanır? Bu sorunun yanıtı galiba Muammer Aksoy´un yaşam öyküsünde saklı.

Ankara Hukuk Fakültesini 1939 yılında tüm derslerden tam not alarak bitiren Muammer Aksoy, çok büyük bir başarıya imza atmıştır. Bu başarı karşılıksız kalmamış, Zürih Üniversitesi Hukuk ve Devlet Bilimleri Fakültesi doktora “ öğrenciliğiyle karşılık bulmuştur. Türkiye´ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi´nde asistan olarak başladığı akademik yaşantısını, mezun olduğu Ankara Hukuk Fakültesinde öğretim üyesi olarak sürdürmüş, burada doçentliğe kadar yükselmiştir. Adnan Menderes Başbakanlığı´ndaki dönemin Demokrat Parti iktidarı, 1957 yılında üniversite yasasında yaptığı değişiklikle üniversite özerkliğine darbe indirir. Bu darbeyi içine sindiremeyen Aksoy, üniversiteden ayrılır ve Cumhuriyet Halk Partisine katılır. 27 Mayıs . 1960´dan sonraki dönemde yeniden üniversiteye döner ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde Anayasa

Hukuku dersleri vermeyi başlar. Aynı zamanda Kurucu Mecliste Antalya milletvekilliği yapan Aksoy, 1961 Anayasasını yapan komisyonun üyesi ve sözcüsüdür.

Muammer Aksoy, 1971 Muhtırasından sonra tutuklanır. Tutuklandığı davanın adı DevGenç davasıdır. Avukatı ve yakın çalışma arkadaşı ceza hukukçusu Uğur Alacakaptan 25 Ocak 2005 tarihinde katıldığı Uğur MumcuMuammer Aksoy Anma söyleşisinde o günleri şöyle anlatıyor:

“Muammer Hoca, dünyada çok az kimsenin yapabileceği, artı hiç kimsenin yapamayacağı bir şey yapmıştı, tek başına gizli bir örgüt kurmak suçundan yargılandı ama bir yerlere sokmaları lazımdı, 1. DevGenç Davası, sonra 1, 2, 3 diye gitti, kaç tane vardı bilmiyorum, 1. DevGenç Davasının sonuna doğru başlayan bir — kısım vardı iddianamede, orada tek başına gizli örgüt kuranlarda bir numara Muammer Hoca idi. Muammer Hocayı yakından tanıyanlar bilirler, hem uzun konuşur hem uzun yazardı. Nasılsınız demek için iki sayfa yazabilirdi, kendi başına oturur tahliye dilekçeleri yazardı. (...) işte 25 sayfa, 45 sayfa gibi (...) ama haklılığından çok emin olduğu için bütün kaynaklara inmek suretiyle özgürlüğüne kavuşmak için gayret gösterirdi. Nihayet geldik savunma aşamasına, Uğurcuğum sen üzülme, zaten yoruldun, ben savunmamı kendim yazarım dedi, peki dedim, biz gittik duruşmaya, ben öyle olduğunu biliyorum ama tabi Hâkim Mehmet Bey, Mehmet Turan idi galiba ismi, o anda öğrendi, Hoca çıkardı, verdi bir anda, 900 sayfalık bir savunma. Hocam dedi, 200 bilmem kaç klasör oldu, bunu nasıl okuyacağız dedi. Haa, tabi ben tarihi bir belge bırakıyorum, size bir de özet hazırladım dedi, 150 sayfalık bir de özet verdi. Tabi, sonunda Muammer Hoca beraat etti ama çok sıkınıtılar çekti.”

Kırk küsur yıl sonra ülkemizde değişen bir şey yok. Hala tek kişilik örgütler, olmayan örgütlerin liderleri, emniyet tarafından oluşturulan örgütler, zoraki oluşturulan iddianameler sayesinde insanlar tutuklanıyor, büyük acılar, sıkıntılar çekiyorlar.

Muammer Aksoy, Türkiye Petrolleri üzerinde oynanan büyük oyuna dikkat çekmiş, bu uğurda birçok mücadelenin altına imza atmıştır. Tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlıkla gerçekleşir. Ekonomik bağımsızlığın olmazsa olmaz koşulu ise enerji bağımsızlığıdır. Kullandığınız enerjiyi dışardan satın alıyorsanız, ya da elde ettiğiniz enerjiyi siz kontrol edemiyorsanız, en hafif tabiriyle yarı sömürgesiniz“ demektir. Hayatı tam bağımsızlık sevdası ve mücadelesiyle geçen Muammer Aksoy, 1954 yılında Demokrat Partinin çıkardığı petrol yasasına karşı adeta savaş açmış, bu konuda makaleler yazmıştır. Türkiye´nin petrol sorununu ele alan isimlerden birisi de Ecevit´in ANAP ve MHP ile kurduğu koalisyonda Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı ve Milli Eğitim Bakanlıkları görevlerinde bulunan Hikmet Uluğbay´dır. “İmparatorluk´tan Cumhuriyet´e Petropolitik” adlı kapsamlı bir kitap yazan Uluğbay, Mülkiye´de Muammer Aksoy´un öğrencisidir. Mülkiyeliler Birliğinin “Muammer Aksoy´u Anıyor ve Özlüyoruz” adlı panelinde yaptığı konuşmada Hocası Muammer Aksoy´un Türkiye Petrolleri konusundaki mücadelesini anlatmıştır. O konuşmadan alıntılanan bölümler aşağıdadır:

“Dünyada petrol kaynakları konusunda ulusal çıkarları koruma ve millileştirme eğilimlerinin geliştiği bir ortamda, Türkiye 1954 yılında Amerikalı petrol uzmanı Max Ball´ın hazırladığı Petrol Kanun tasarısını, TBMM de yoğun tartışmaların ardından yasalaştırdı.

Bu yasa ülke petrollerinin aranması ve işletilmesi konusunda geniş ölçüde yabancı sermayeye odaklıydı. TBMM´de bu yasa tasarısının görüşmeleri sırasında, alışılmadık bir yaklaşımla, dört defa söz alan Başbakan Adnan Menderes´in geniş açıkla”... Şurası muhakkaktır ki, bu petrol işleri çok derin ve uzun bir ihtisas işidir. Ondan sonra da çok muazzam sermayelerin tahsisini mucip olan bir iştir. Onun için bu teşekkülleri, bu tesisleri vücuda getirmiş olan memleketlerden başka hiçbir memleket, kendi petrollerini kendisi işletmek imkânına sahip olamamıştır.” imalarından şu sözlerini sizlerle paylaşmak isterim;

“Milletlerarası tröstün üyesi büyük petrol şirketleri, petrol alanındaki dünya üretim ve satış durumunun gösterdiği özellikten ötürü, Türkiye´deki arama ve işletme faaliyetine, memleketimiz yararına gerektirdiği ölçüde yatırım yapamazlar. Buna, kendi iktisadi çıkarları engeldir.” Prof. Aksoy, bu saptamasını dünyadaki gelişmeleri yakından izleyerek ve bu gelişmelerin petrol şirketlerinin davranış biçimlerini nasıl etkilediğini bilerek yapmıştır. Aynı yazısında yabancı petrol şirketlerinin ülkemizde yatırım yapmama nedenlerini de şöyle açıklamaktadır; “Uzun yıllardan beri dünyanın petrol üretimi, dünya petrol tüketiminin çok üstüne çıkmıştır. Gerçekten, Sovyet Rusya, Kuveyt, İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerin petrol üretiminin süratle artması, bundan başka Cezayir, Libya ve daha bazı ülkelerde yeni yeni zengin petrol kaynaklarının işletilmeye başlanması, dünya petrol üretimini durmadan yükseltmektedir.” Aynı yazısında. Hocamız oynanmakta olan büyük oyunu da şöyle açıklamaktadır; “Türkiye´de büyük petrol şirketleri mecbur olmadıkça, petrol arayıp bulma amacıyla yatırım yapmamakta, petrol bölgelerini ellerine aldıkları arama ruhsatnameleri ile kapattıktan ve böylece TP´nin (TPAO´nin)| bu yerlerde petrol istihsal etmesi imkânını ortadan kaldırdıktan sonra, “Petrol arama oyunu” oynayarak, oyalama taktiği izlemekte ve her geçen yıl Türkiye´ye 100 milyonlarca liralık ham petrol satmaya devam etmektedirler.”

Prof. Aksoy, bir başka yazısında yabancı petrol şirketlerinin TPAO´nun. arama yapabileceği sahaları daraltmak için izlediği stratejiyi de şöyle açıklamaktadır; “Ruhsatname alan yabancı şirketlerin, ruhsatname süresi sona erinceye kadar ellerini kollarını “kavuşturarak hareketsiz kalamayacaklarını daha kesin ve hatta göze batar şekilde belirtmek gerekir. Büyük yabancı şirketler, kendi elde ettikleri her bölgedeki 8 arama ruhsatnamesi ve korkuluk şirketlere aldırdıkları ek ruhsatnameler sayesinde “Türkiye Petrolleri´nin arama ve petrol bulma imkânını büyük ölçüde daraltmaktadırlar."

Muammer Aksoy´un 1954 den itibaren mücadelesini verdiği Türkiye Petrolleri, 30 Mayıs 2013 tarih ve 6491 sayılı kanunla adeta yabancılara peşkeş çekildi. Bu kanunla 18 olan petrol arama bölgesi, kara ve deniz şeklinde belirlendi. Yani, YABANCI ŞİRKETLER, ORMANLARIMIZ DAHİL HER YERDE PETROL ARAYABİLECEKLER, BULDUKLARI PETROLÜ ÇIKARIP İŞLEYEBİLECEKLER, BUNUN KARŞILIĞINDA DA PETROL KUYUSU BAŞINA ÇIKARDIKLARI PETROLÜN YÜZDE 8´İNİ DEVLET PAYI ADI ALTINDA TÜRKİYE CUMHURİYETİ´NE BIRAKACAKLAR. Kanunda öyle bir ifade var ki, okuduğum zaman benim kanıma dokundu. İşte o ifade: ARAŞTIRMA İZNİ SAHİBİ, ARAŞTIRMA ALANININ HEKTARI BAŞIMA BİR DEFAYA MAHSUS OLMAK VE ÖDEME ŞEKİLLERİ YÖNETMELİKLE DÜZENLENMEK ÜZERE 50 KURUŞ ÜCRET ÖDEYECEK. Aksoy´un görevden alınan TPAO Genel Müdürü İhsan Topaloğlu´yla birlikte kurumsallaştırdığı milli kuruluş TPAO´nun özelleştirilmesinin bu yasayla birlikte önü açılmış bulunmaktadır.

Muammer Aksoy, aralıksız olarak on bir yıl Türkiye´yi Avrupa Konseyinde temsil etmiş bir isimdir. 1977 de CHP milletvekili olarak girdiği TBMM´de Anayasa Komisyonluğu Başkanlığı görevini sürdürmüş, 1980´den sonra Ankara Barosu başkanlığına seçilmiştir. Türk Hukuk Kurumu Başkanlığını otuz yılı aşkın süreyle sürdüren Muammer Aksoy; aralarında Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Bahri Savcı, Bahriye Üçok, Cahit Talas gibi yakın çalışma arkadaşlarının da bulunduğu birçok aydınla birlikte Atatürkçü Düşünce Derneğini kurucu genel başkan sıfatıyla kurmuştur. ADD´nin kuruluş amacını ve Muammer Aksoy´un çabalarını, onun 23. ölüm yıldönümde 31 Ocak 2013 tarihinde yazdığı bir yazıda, kendisi de ADD´nin kurucu üyelerinden olan Prof. Dr. Anıl Çeçen şu şekilde açıklıyor:

Son yıllarda Atatürk´ün kişiliğine yapılan saldırılar ve hakaretler öylesine arttı ki, Atatürk´e ve onun ilkelerine olan gereksinim şiddetli bir şekilde toplumun önemli kesimlerinde kendisini hissettirmeye başladı. Muammer Aksoy´un öldürülmesi bir anlamda Türkiye’nin Aydınlanmasının önünü kesmekti. Araştırmaları daha fazla büyümeden, yayılmadan onun genel başkanını ortadan kaldırmayı kafasına koyanlar bu kirli emellerini 31 Ocak 1990 tarihinde gerçekleştirmişlerdir..”

Muammer Aksoy, bir gün matbaadan gelen prova baskıları üzerinde düzeltmeler yaptıktan sonra evine doğru yola çıkıyordu. Ankara´nın Bahçelievler semti, 12 Eylül´den önce yedi TİP’li öğrencinin katledilmesiyle Türkiye´nin gündemine gelmişti. Yıllar sonra Bahçelievler Türkiye´yi sarsan bir cinayetle tekrar anılır olmuştu. 12 Eylül´den önce Bahçelievler sokaklarındaki ülkücü terörü umursamadan yürüyen laik Cumhuriyetin ak saçlı bilgesinin yürüyüşü, adı İslam´la anılan terör örgütleri tarafından durdurulmuştu. Onu durduranlar, gazeteleri arayıp Muammer Aksoy, “MÜSLÜMANLAR TARAFINDAN CEZALANDIRILMIŞTIR” diye bilgi vermişlerdi.

Ertesi günlerde İslami örgütler cinayeti üstlenmek için birbirleriyle yarışır olmuşlardı. CİNAYETİ İLK ÜSTLENEN ÖRGÜT, “İSLAMİ HAREKÂT” ADINI TAŞIYORDU. Dönemin gazeteleri, “İSLAMİ İNTİKAM ÖRGÜTÜ” DİYE BİR ÖRGÜTÜN ADINI DA SIKLIKLA SÜTUNLARINA TAŞIYORLARDI. Bu örgütü “MÜSLÜMAN KARDEŞLER” ÖRGÜTÜ TAKİP ETTİ.

“Yapılan değerlendirmelerde polis ihtimalleri şöyle sıralıyordu: Birinci ihtimal, İslamcı bir örgüt tarafından öldürülmesi, ikinci ihtimal, Türkiye´de terörü tırmandırmak için toplumda tanınan bir kişi hedef olarak seçilmişti ve bu herhangi bir örgüt tarafından yapılmış olabilirdi. ÜÇÜNCÜSÜ İSE, HORZUM DAVASI´NDA EMLAK BANKASI´NIN AVUKATLIĞINI YAPMIŞ OLMASI NEDENİYLE ÖLDÜRÜLMÜŞ OLABİLİRDİ.”

Bu ihtimalleri fazla ayrıntıya girmeden şu şekilde değerlendirebiliriz: Üçüncü: ihtimalden başlayacak olursak, buna kimse ihtimal vermedi, ben de vermedim. İkinci ihtimali ele alırsak, bu ihtimalde zayıf bir ihtimal olarak kalıyor. Şöyle ki, “Toplumda tanınan bir kişiyi hedef olarak seçmek ve böylece terörü tırmandırmak.” Peki, durup düşünelim biraz. Muammer Aksoy ve onun gibiler hedef olarak seçildiğinde terör tırmanır mı? Tırmanmaz ve tırmanmadığı da görüldü zaten.

TERÖRÜN TIRMANMASI İÇİN KARŞILIKLI KUTUPLAŞMANIN OLMASI GEREKİR Kİ, BÖYLE BİR KUTUPLAŞMA İKLİMİ DOKSANLI YILLARIN TAMAMINDA HİÇ OLMADI. Terörün tırmanabilmesi için öldürülen kişilerin intikamını alacak, bunun için teröre başvuracak örgütlerin olması gerekir. Muammer Aksoy öldürüldü diye kimse eline silah alıp “kana kan, intikam” diye sokağa dökülmedi. Bu cinayeti işleyenler de kimsenin sokağa dökülüp terörü tırmandırmayacağını gayet iyi biliyorlardı. Şu halde ikinci ihtimal de makul bir ihtimal olarak görülmüyor.

GERİYE BİRİNCİ İHTİMAL KALIYOR. İSLAMCI ÖRGÜTLER... Cinayet, İslam adına kan döken bir örgüt tarafından işlenmişti, bu kesindi. Kesin olmayan ise bu örgütün kimin adına çalıştığıydı. İran bağlantılı bir örgütten söz edildi, uzun zaman. Güya, İran bize rejim ihraç edecek, laik Türkiye Cumhuriyeti´nin yerini İslam Cumhuriyeti alacaktı. Bu cinayetin İran´la bağlantılı olması çok zayıf bir ihtimaldi. İran´ın rejim ihraç edebilmesi için kendi rejimini tam olarak oturtması gerekirdi. Bırakın doksanlı yılları, bugün bile rejimle ilgili devasa problemleri olan bir ülkenin başka bir ülkeye rejim ihraç etmesi eşyanın tabiatına aykırıdır.

Göz ardı edilemeyecek başka bir şey de şudur: İran Hükümetlerinin tamamı, Türk Hükümetleriyle sorunlu ve mesafeli olmuştur. Bir ülke ile diplomatik yakınlığınız, o ülkeyle çıkar ortaklığınız olmasına bağlıdır. Tarih boyunca İran ile bizim çıkar ortaklığımızdan çok, çıkar çatışmalarımız olmuştur. Bir ülkeyle çıkar “ çatışması olan ülke, o ülkenin muhalif aydınlarıyla dirsek teması kurar, onları himaye eder. Muammer Aksoy´u İran´ın yok etmemesi, aksine onu koruyup gözetmesi gerekirdi. İşte bu nedenle, Muammer Aksoy cinayeti İran´ın patronajlığında işlenilen bir cinayet olamaz. Olsa olsa Amerikan´ın patronajlığında İran´da üstlenmiş, İran hükümetinin kontrolü dışındaki terör örgütlerinin taşeronluğunda yapılmıştır. Amerika´nın bir Türk aydınıyla, hukukçusuyla görülecek ne hesabı olabilirdi? Tek başına Muammer Aksoy”la elbette bir hesabı olamazdı. AMERİKA´NIN YILLARDIR HAYALİNİ KURDUĞU “YEŞİL KUŞAK PROJESİ”NE KISACA GÖZ ATARSAK HESABIN NE OLDUĞU KONUSUNDA BAZI İPUÇLARINA ULAŞABİLİRİZ.

Amerika Birleşik Devletleri Soğuk savaş yıllarında, SSCB (Rusya´yı) etrafındaki Müslüman ülkelerle kontrol altına almak, böylece komünizm tehlikesini bertaraf etmek istiyordu. Bu amaçla; Afganistan, Pakistan, Irak, Şah dönemindeki İran, (İran´la ABD “ arasındaki husumet, İran´ın Yeşil kuşak Projesinin dışında kalmasıyla başlar), Suudi Arabistan ve Ürdün´de radikal dinci gruplar kurduruldu, bunlara silah, para ve her türlü lojistik destek sağlandı. Amerika Birleşik Devletleri pragmatizmi bir kez daha iş başındaydı. Kızıl komünizmi, adı sayılan ülkelerde açılan yeşil şeriat bayrağı altında toplanan İslamcı teröristlerle durdurmak niyetindeydi.

Ta ki doksanlı yıllara kadar. 9 Kasım 1989 da Berlin Duvarı yıkılıyor, Sosyalist olan Doğu Almanya ile kapitalizmin Avrupa´daki en önemli gücü Federal (Batı) Almanya´nın birleşmesinin önü açılmış oluyordu”. Sosyalizm hızla kan kaybetmeye başlamıştı bir kere... Berlin Duvarının yıkılması ve iki Almanya´nın birleşmesinin ardından 25 Aralık 1991´de SSCB´nin değişim yanlısı Başkanı Mihail Gorbaçov´un istifası geldi. Gorbaçov´un istifasıyla, Sovyetler Birliği´nin dağılma süreci hızlandı. Dünya siyasetindeki bu büyük değişimler ABD´nin komünizmle mücadelesini etkisiz hale getirdi.

Yeşil Kuşak Projesinde yetiştirilen İslamcı teröristlerin karşısındaki cephe yok olmuştu. Bu güç, şimdi kiminle savaşacaktı? ABD, bu grupları nasıl kontrol edecekti? Bu sorular, takvim yaprakları 11 Eylül 2001´i gösterdiğinde cevaplarını buldu. ABD, tarihinin en büyük terör saldırısıyla karşı karşıya kalmıştı. Washington´daki Dünya “ Ticaret Merkezi´ne arka arkaya uçaklar çarpıyordu. Bu uçaklar, Amerikan Hava Yollarına aitti ve yapılan açıklamalara göre uçakların Usame Bin Ladin kontrolündeki El Kaide militanlarınca kaçırıldığı Amerikan makamlarınca açıklanıyordu. 11 Eylül saldırılarında 2974 kişinin hayatını kaybettiği, 24 kişinin ise kayıp olduğu açıklandı. Yeşil Kuşak Projesi, bu olayla hazin bir şekilde son buldu. 11 Eylül saldırıları aynı zamanda ABD´nin yeni projesi BOP´un (Büyük Ortadoğu Projesi) miladıdır.

Peki, Türkiye bu Yeşil Kuşak Projesinin neresindeydi? Görünüşte Türkiye bu ülkelerin, dolayısıyla Yeşil Kuşak Projesinin dışındaydı; ama Türkiye´nin de bu sürecin içinde olması arzu edilen bir şeydi; ancak bir engel vardı: Türkiye laik bir ülkeydi. Diğer ülkelerde olduğu gibi silahlı marjinal dinci grupların burada barınması öyle kolay bir iş değildi. Üstelik, laik sistem kendisini savunacak kitleleri oluşturmayı başaramamış olsa bile, bilinçli bir aydın zümresini yaratmayı başarmıştı. Çoğu kez müdahale edilmesine rağmen, halen kör topal olsa da işleyen laik bir eğitim sistemi geçerliydi.

TÜRKİYE´NİN LAİK SİSTEMİ VE ONU SAVUNAN LAİK KADROLARIYLA ABD´NİN BİTİP TÜKENMEK BİLMEYEN BİR HESABI VARDI. AYDINLIĞIN KAYNAĞINI BULUP KAPATMAK BİRİNCİ ÖNCELİKTİ. BU AMAÇLA, TÜM DÜNYADA HAYRANLIK UYANDIRMIŞ BİR EĞİTİM MODELİ OLAN KÖY ENSTİTÜLERİ 1954 YILINDA KAPATTIRILDI.

Muammer Aksoy cinayeti faili meçhul bir cinayet olarak emniyet kayıtlarında duruyor. Fail aslında belli değil mi? Önemli olan tetiği şunun veya bunun çekmesi mi? Yoksa o tetiğin veya tetiklerin kimler tarafından niçin ve ne amaçla çektirildiği mi? Elbette ikincisi daha önemli. Her aydın cinayetinden sonra, neden hep aynı senaryolar tekrarlanır? Yok öyleydi, şöyleydi; hayır aslında öyle değildi de böyleydi gibi saçma sapan teoriler üretilir? AMERİKA VE ONUN ORTAKLIĞINI YAPAN EMPERYALİST GÜÇLER, BU TOPRAKLARDA AYKIRI SES İSTEMİYORLAR. TÜRKİYE VE ORTADOĞU POLİTİKALARINI BİR İKİ YIL, BEŞ ON YIL DEĞİL; ELLİ, YÜZ YIL OLARAK PLANLIYORLAR. HER KİM BU PLANI ORTAYA ÇIKARIP BOZMAYA KALKARSA VEYA O PLANIN KARŞISINDA YER ALIRSA, KARANLIK GÜÇLERİN MAŞALIĞINI YAPAN KANLI ELLERİN HEDEFİ OLUYOR. Muammer Aksoy da o isimlerden sadece birisiydi.

Muammer hoca, Amerikalı “uzman”a 1954 yılında hazırlatılan Petrol Kanunu ile yabancı şirketlere ulusal pazarımızın sınırsız olarak açıldığını, devletin petrol kurumları aleyhine büyük yetkiler ve olanaklar verildiğini, Türk devletinin onlarca kat fazlası ruhsat ile kapattıkları geniş arazilerde petrol arama oyunu oynadıklarını, esasında yaptıklarının Türk topraklarında petrol bulunmasını engellemek olduğunu yazıyordu. 

OYALAMA TAKTİĞİ

“Dünya petrol üretimi, tüketimin üstüne çıkmıştır. Dev şirketler, artık verimi az olan kaynakları işletmiyor, büyük yatırım yapmıyorlar.

Petrol bölgelerini ruhsatnameler ile kapattıktan, TP’nin bu bölgelerde petrol üretme imkânını ortadan kaldırdıktan sonra, ‘petrol arama oyunu’ ile Türkiye’ye yüz milyonlarca liralık petrolü satmaya devam etmektedirler

Bu yerlerde TP’nin petrol bulması ise, yabancı şirketlerin Türk piyasasını kaybetmesi sonucunu doğuracağından, arama ve işletme oyunu için bir miktar milyonu elden çıkarmayı göze almaktadırlar.

Petrol kaynaklarının tükenmesi ihtimalini düşünerek, kazancı ve verimi az da olsa, petrol kaynaklarını elde bulundurmaya gayret ediyorlardı.

Mesela Türk elemanları ve sermayesi tarafından keşfedilen Siirt bölgesinde TP’nin alabildiği ruhsatname sayısıkanunun kendisine azami olarak tanıdığı 8 taneden ibaret olduğu halde, yabancılarınki bunun beş katıdır. En zengin petrol bölgemizin büyük kısmını kendi lehlerine kapatmış olan bu şirketler, Türk Devletinin petrol bulmasına engel olmaktalar. Kendileri ise, petrol arayıp bulma konusunda gereken ölçüde yatırım yapmamaktadırlar.

32 ruhsatnamenin yabancılara verildiği bu bölgede, tümü, ancak son zamanlarda beş adet sondaj kulesi kurdukları halde, TP, sadece 8 ruhsat bölgesinde senelerden beri 7 kule ile çalışmakta, 4 tane de yeni kule ısmarlamış bulunmaktadır.

TP’nin bu bölgede 1964 yılında 46.899 metre sondaj yapmış olmasına rağmen, bütün yabancı şirketler, ancak 33.020 metre sondaj yapmışlardır.

TP’nin petrol üretimi 1964 yılında greve rağmen 631.584 ton iken, yabancı şirketlerin tümünün üretim, sadece 259.288 tondan ibarettir.

Batı Raman’da 1962’de buldukları petrolden henüz bir ton bile üretmemişlerdir.

Bazı yerlerde ise fışkıran bol miktarda petrolü, taşıma güçlüklerine katlanmamak için kademe kademe azaltmışlardır. Şelmo kuyuları üretiminin her gün biraz daha düşmesi veya düşürülmesi, misallerden biridir.

TP, Batı Raman’da 1961 yılından beri 34 bin varil petrol çıkarmaktadır. Yeni kulelerle de bu miktarı ciddi biçimde artırmak üzeredir. Batı Raman’ın üçte biri üzerinde arama ruhsatına sahip olan Mobil ise, TP’den bir yıl sonra açtığı kuyuda petrol bulduğu halde Raman en zengin petrol kaynaklarımızdandır hala bunu işletmekte. Petrolün niteliklerini ve nakil şartlarını beğenmemektedir. Sondaj makinesini bile buradan kaldırmıştır. Böylece Mobil’in Batı Raman’ı işletmemesi, TP’nin de işletmesine izin vermemesi yüzünden, Türkiye her yıl en aşağı 150 bin ton petrol kaybetmektedir.

Petrol Dairesi, yabancı şirketlere karşı seyirci durumundadır. Buna karşılık, yabacı şirketlerin TP’nin faaliyetlerine karşı herhangi bir itirazı olunca, TP’ye müşkülat çıkarmakta büyük bir enerji gösterebilmektedir.”

 Türkiye'nin birçok "noktasında" son 70 yılda "aramakapatmaengelleme" şeklinde gerçekleşen, "yaşayanların" fotoğraflarıyla kaydettiği yüzlerce olay var. Birini tam olarak aktarayım: Adıyaman'da petrol araması yapan yabancı ortaklı bir şirket, "Burada petrol yok" diyerek kuyuyu kapatıyor. Prof. Muammer Aksoy ve yanındakiler, savcılığa başvurarak "bu kuyunun" bilerek kapatıldığını iddia ediyorlar. Savcı 3 yıl bu olay üstünde araştırma yapıyor ve 3 yıl sonra bu kuyu açılıyor. Bugün hâlâ o kuyuda petrol üretiliyor...
3 Yukarıda bahsettiğim olayların tamamında "yabancı şirketler" ve onlar adına çalışanların adları geçiyor. Bu şirketler arasında yapılan yazışmalarda "Petrol kanunu çıkmadan, petrole dokunmayalım" şeklinde gizli yazışmalar da var. Bugün için bildiğiniz gibi Türkiye'de "petrol kanunu" yok ve "yabancıların malı götürmesine" imkân veren bir düzenleme yapılmış değil! Daha doğrusu "1960 öncesi İsrailli uzman Max Ball ve 2003 sonrası yabancı danışmanların yaptığı" kanunlar var ama "dönemlerin cumhurbaşkanlarının vetosu" ve sonrası düzenlemelerle "yabancılar" istediklerini alamıyorlar... 1960 öncesi İsmet İnönü, Max Ball'ın kanunu için şunları söylüyor: "...Aynı dönemde İsmet İnönü'den karşı açıklama geliyor: Tarihten yabancılar kapitülasyonlar himayesiyle Türkiye'yi istismar ettiler, petrol kanunu bir kapitülasyon kanunudur. Biz bu memleketi sokakta bulmadık, yabancı ellere kaptırmayız. Bu kanunun her maddesi Türk Devleti'nin petrol işletmemesi üzerine kurulmuştur. Bırakmam yakalarını... "
Türkiye'de sadece derin "yataklarda" değil, Amerikan ve Türk gazetelerinde çıkan bir haber: Türkiye'de varlığı uzun yıllardır bilinen 5.8 milyar ton rezerve sahip petrol taşları gündeme geldi. ABD Jeolojik Araştırmalar Servisi'nin (USGS) hesaplamalarına göre, Türkiye petrol taşı rezervinden 284 milyon tonluk petrol üretebilecek kapasiteye sahip. Rezervin 115 milyon tonu Bolu Göynük'te... USGS'nin raporunda Türkiye, petrol taşı bakımından önem taşıyan 14 ülke arasında değerlendiriliyor...

Muammer Hoca’nın yazdıklarına dönelim:

 

 

PETROL BULUNSA DA KARIMIZ YOK

 

“Amerikalı uzmanın hazırladığı Petrol Kanunu sayesinde, yabancı şirketlerin Türkiye’de petrol bulması, memleketimize hiçbir yarar sağlamayacaktır.

 

Bulacakları petrol karşılığında transfer edebilecekleri döviz, memleketimizin çok aleyhine olarak düzenlenmiştir. Özellikle ‘tüketme payı’ adını taşıyan hukuki ve mantıki hiçbir sebebe dayanmayan kavramın, Petrol Kanunumuzda da çöreklenmesi sonucunda, yabancı şirketlerin transfer imkanları aşırı surette çoğalmıştır. ‘Tükenme payı’ amortismanla hiçbir ilgisi olmayan ve şirketler lehine tanınan ek bir yüzde 27.5’tir. Türk devletinin petrol kaynağı tükendiği halde devlete değil, yabancı şirkete sebepsiz yere büyük bir hisse verilmektedir.

 

Bu gibi hukuki hokkabazlıklar, ‘bir milleti dolandırmak’tan başka bir anlama gelmez...

 

Yabancılara, bağışlamaya yaklaşan bir cömertlikle, yüzde 50’nin üstünde pay verilmiştir. Hatta bütün yabancı şirketler brüt kârlarının sadece yüzde 35’ini Türkiye’de bırakmakta, gerisini transfer edebilmekteler.

 

Türkiye’de 1 milyon ton ham petrol üretimine karşılık yapabilecekleri transfer miktarı 19,5 milyon dolardır. Amortismanı düşsek bile geriye 18,5 milyon dolar kalacaktır. Türkiye’nin dışarıdan ham petrol ithal etmesi halinde ise 1 milyon ton karşılığında ödeyeceğimiz, yuvarlak hesap 19.3 milyon dolardır. Hele ham petrolün dünya piyasasında serbest piyasadan temin edilmesi halinde 13, hatta 10 milyon dolara dahi almak mümkün olabilecektir.

 

Görülüyor ki ithalat için ödeyeceğimiz miktar yerine, yabancı şirketlerin topraklarımızda bulacağı petrolü almamızın sağlayacağı bir kâr söz konusu değildir. Aksine hem kendi petrol rezervlerimizi tüketecek, hem de petrol şirketlerine dışarıdan petrol satın alma halinden daha fazla döviz ödemiş olacağız.

 

Amerikalılar, savaştan yenik çıkmış İtalya’ya, bütün baskılara rağmen kabul ettirememişlerdi. İtalya, 1953 ve 1956 kanunları ile petrol arama hakkını, sadece devlet müessesesi olan ENİ’ye tanıdı.

 

Meksika, 1938’de petrol üretimini devletleştirdi. Diğer devletler yabancılara karşı şartları esaslı surette düzelten tedbirleri aldılar. Biz ise 1954’te, en aleyhimize olan hükümler taşıyan Petrol Kanunu’nu, tam bir şevk ile (vecd içinde) kabul ettik.

 

Petrol Kanunu o derece aleyhimize hükümler taşımaktadır ki, bu kadarını insan aklının kavramasına bile imkan yoktur. Tasavvur ediniz ki, yabancı şirketler, 10, 20 şirket olarak gelip her bölgede sekizer adet arama ve işletme ruhsatı alabilecekleri halde, milli müessesemiz TP bir bölgede sadece 8 adet ruhsat alabilecektir.

 

Bizzat devletin keşfettiği Siirt bölgesinde, yabancı şirketlere arama ruhsatı vermek, aklın alabileceği gafletlerden değildir. Her ruhsat en fazla 50.000 dekar araziyi kapsayabilir. TP bu bölgede en fazla 8 arama ruhsatı alabiliyor. Ama yabancı şirketlerin 32 ruhsatı var. Yarın ruhsatlar artar, örneğin 72’ye çıkarsa, milli müessesemizin kazancı onda bire bile düşebilecektir.

 

Öte yandan, yabancı şirketlerin bize, dünya serbest rekabet fiyatının yüzde 35 üstündeki fiyatlarla ham petrol satması demek, her yıl bu şirketlere açıktan yuvarlak hesap 175 milyon lira fazla para ödememiz demektir ki, bu düpedüz ‘dolandırıcılık’tır.

 

Böyle bir hükmün, egemen bir memleketin kanununda yer alması korkunç ve buna rağmen iktisadi bağımsızlıktan bahsedilmesi gülünçtür.

 

Petrol Kanunumuzda bir gün bile beklemeden yapılacak ilk değişiklik, devletin egemenliği ile bağdaşmayacak kapitülasyon niteliği taşıyan bu hükmün kaldırılması olmalıdır.”

 , Prof. Dr. Muammer Aksoy... Aksoy’un petrole ilgisinin başlangıç tarihi 1943’lere dayanıyor.

O tarihlerde doktora yapmak için Zürih’e giden Aksoy, ileride Enerji Bakanı olacak İhsan Topaloğlu ile tanıştı.
Topaloğlu, Hakan Yılmaz Çebi ile yaptığı bir röportajda o günleri şöyle anlatıyor:
“Muammer Aksoy’u 1943 yılında, Zürih’te okurken, o da doktora yapmaya gelmişti, tanıştık ve dost olduk. 1959 yılında yapılan anlaşmalarla, 1961’de Kalteks’le yapılan anlaşmalarla İPRAŞ Rafinerisi kuruldu.
Yüzde 51’i TPAO’nun, yüzde 49’u CARTES’in, bunun yanında ATAŞ Rafinerisi kurulmuştu. ATAŞ’taki ortaklar da Shell, Mobil ve BP yanında CARTEKS’ten oluşuyordu.
1962’de ATAŞ Rafinerisi faaliyete geçti, İPRAŞ’tan birkaç ay sonra. Bunlar petrol ithal ederek çalışacak rafinerilerdi. Halbuki Türkiye Petrolleri’nin Batman’da bir rafinerisi vardı, bu rafineri yerli hammadde kullanıyordu. Rafinerinin kapasitesi 500 milyon tondu, o zaman için ülkenin ihtiyacı ise 2.5 milyon tondu. 2 milyonluk bir açık olmasına rağmen, yine de çıkarılan mevcut petrolü yabancı şirketler ihraç etmemizi istiyorlardı. Aramızda çıkan bu münakaşalar sonrası ben mevzuyu bilen iyi bir hukukçu aradım.
Memlekette bu konuyu bilen hukukçuların çoğu yabancı şirketlerin müşavirleriydi. Tam o günlerde ne yapacağımı düşünürken, Muammer Aksoy beni ziyarete geldi. Kendisine mevcut problemleri anlatınca verdiğim dosyaları incelemek üzere gitti. Ertesi gün haklı olduğumu söyleyerek, ‘bu işi vatan meselesi addettiğinden’ ücretsiz yapacağını söyledi.
Ya sonra?..
Muammer Aksoy, İhsan Topaloğlu’nun talebi ve kendi arzusu üzerine, petrol konusunun içinde buluyor kendini. Bir çok makale ve aynı zamanda kitaplar yazıyor!.. Hatta, şu an gündemde olan yeni Türk Petrol Kanunu’nun 80’li yılların sonunda da gündeme geldiği ve bu yasaya Aksoy’un çok sert eleştirileri olduğu da dile getiriliyor.
Ne ilginçtir ki; Aksoy, 31 Ocak 1990 tarihinde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybediyor!.

“İslami İntikam Örgütü” adına cinayet üsleniliyordu. Ama kimi kaynaklar da “Müslüman Kardeşler” ve “Arap Selim” adlı Filistin kökenli birini gösteriyordu!?

Sevgili hocamın katilleri bulunamadı. “Faili Meçhul” kaldı!..

“NEDEN?” diye sordum; “Neden ve kimler kıydı bu aydınlık insana?”

“ TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE” istiyordu Aksoy. Ekonomide, iç ve dış siyasette, sosyal ve kültürel yaşamda yabancıların güdümüne girmemiş bir Türkiye istiyordu!

Yani; Mustafa Kemal ATATÜRK’le aynı ülküyü paylaşıyordu.

Karşı Devrimci güçlerin yıkmaya çalıştığı ülkemizi korumak için, aynı eğerleri paylaştığı Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Bahri Savcı, Münci Kapani ve Bahriye Üçok gibi aydınlarla  “Atatürkçü Düşünce Derneği’ni” kurdu.

Muammer Aksoy, “Ulusal varlıklara sahip çıkıyordu.” Yani; ULUSALCI bir kişiliği vardı.  Ölünceye kadar “Ulusal Petrol” davasının korkusuz savunmanı oldu.

1954 yılında, Max Bell adlı ABD’li petrol uzmanının hazırladığı “Petrol Kanun Tasarısı” Demokrat Partililerin oylarıyla yasalaşmıştı! Bu yasa, yabancı petrol şirketlerine ülkemizde petrol arama ve çıkarma imtiyazı sağladığı gibi, çıkardıkları petrolü ve sağladıkları gelirin yüzde 65’ni “kar transferi” olarak götürmelerine olanak sağlıyordu. İç piyasaya verdikleri petrol maliyeti de dışarıdan sağlanabilecek petrol fiyatıyla aynıydı!

Muammer Aksoy, önce çeşitli makaleleriyle uyardı siyasal iktidarı. Sonra TPAO adına Danıştay’da açılan davanın savunmanı oldu ve davayı kazandı.

İşte, o günden beri Muammer Aksoy, ipleri yabancı güçlerin elinde olan “sözde Müslüman cemaat ve terör örgütleri” ile yabancı petrol tekellerinin düşmanı ve hedefi oldu!

Sevgili hocamı hangi aşağılık tetikçiler ya da örgüt öldürdü bilemem ama, O’nun asıl katilinin, ülkemizi sömürmek isteyen “küresel tekeller” olduğundan kuşku duymuyorum!..

Ulusal varlıklara sahip çıkan her insanımız küresel tekellerin hedefindedir!