18. Yüzyıl’dan itibaren, “modernleşen” Avrupa’nın tüm başkentleri köpeklerden arındırılmış, sokak hayvanları derisinden çanta, yağından parfüm vs. yapılmak üzere topluca imha edilmişti. 

Modernleşme, daha düzenli, alt yapısıüst yapısı planlı ve daha hijyenik şehirler anlamına geliyordu. Sokakları jilet gibi çizilmiş, kanalizasyonu ve toplu taşıma sistemi olan, hıfzıssıhhanın kanun hükmünde olduğu bu yeni yaşam biçiminde hayvanlara pek yer kalmıyordu. 

Başka bir yöntemi olabilir miydi bilinmez ama, her varlığı paraya dönüştürmekte mahir olan Batılılar, “işlerine yaramayan” hayvanları da bu şekilde yok eden bir endüstri kurmakta gecikmediler. Fransızlar bu konuda çok ileri teknolojiler geliştirmişlerdi. Sokak köpeklerini yakalamaya yarayan özel apartalar, bir günde birkaç yüz köpeği öldürebilecek gaz odaları, elektrik vererek öldürmeye yarayan kutular, hayvan cesetlerinin kemik ve yağ dokularını hızla ayrıştırabilecek santifrüj makinaları ve daha pek çok alet edevat…

Türkler ise hem inançları hem de aşırı merhametli olmaları sebebi ile “modernleşmenin” bu tarafında hayli geri kalmışlardı. III. Selim döneminde İstanbul’da diplomatlık yapmış olan İsveçli D’ohsson, Türklerin Avrupalılara nazaran çok az av eti yemesini şöyle izah eder: “Müslümanların pek çoğu hayvanlara karşı fazlaca şefkatlidir.” O dönemde İstanbul’u ziyaret eden tüm yabancılar, şehirdeki “köpek saltanatından” söz eder. Şehrin köpekleri sokaklarda, meydanlarda insanlarla iç içe yaşamakta, bakımları esnaf ve şehir ahalisi tarafından yapılmaktadır. 

Ancak Batılılaşma arzusu gelip kapıyı çalınca, ilk akla gelenlerden biri de bu sokak hayvanları olur. İlerleme anlayışı taklitten ibaret olan Batıcı kafa, tıpkı kılık kıyafet değiştirerek kalkınmanın mümkün olduğunu sandığı gibi, İstanbul’u da köpeklerden temizleyerek Paris, Berlin düzeyine çıkarabileceğini zanneder.

HAYVANSIZ BİR ŞEHİR

Köpeklere yönelik ilk hamle II. Mahmut döneminde yapılır. Şehirde bulunan bir İngiliz, gece vakti sarhoş bir halde köpeklere sataşıp taş atınca köpeklerin saldırısına uğrar. Ertesi gün İngiliz elçisi olayı diplomatik bir sorun haline getirince Sultan, bir ferman çıkartıp İstanbul’un köpeklerini toplattırmaya başlar. Ancak halk köpekleri vermez, üstüne bir de Rusya ile savaş kaybedilince, yenilgi köpeklere yapılan bu kötülüğe bağlanır. 

Köpeklerin itlafı için Sultan Abdulaziz döneminde ikinci bir teşebbüs olur. Ancak bu fermanın hemen ardından da büyük Beyoğlu yangını çıkar. Hem köpekler kurtulur, hem de halktaki hayvanlara zarar vermenin felaket getireceği inancı pekişir.

Köpeklerin kurtulamadığı son hamle ise 1910 tarihlidir. Fransız girişimciler, İstanbul Belediye Başkanı Suphi Bey’i köpeklerin toplanıp “değerlendirilmesi” konusunda ikna ederler. Bir taşla iki kuş vurulacaktır: Hem şehir Avrupa şehirleri gibi “tertemiz” olacaktır hem de belediye bütçesine yüklü miktarda para girecektir.

Pasteur Enstitüsü’nün yöneticisi Dr. Remlinger’e göre “bir sokak köpeği, derisi, kemikleri, yağı ve sair parçaları ile 45 Frank değerindedir. Hükümet, İstanbul’daki sokak köpeklerinin itlafından 300 bin Frank kazanabilir” Hatta Remlinger, bu iş için özel öldürme ve ayrıştırma tesisleri kurmayı da teklif eder. Ancak, belediye toplu itlaf işine yanaşmaz. Fransızlar bunun yerine “köpekleri siz toplayın biz gemi ile Fransa’ya nakledip orada öldürelim” der. Köpek başına 3 Franklık bir bedelle anlaşma imzalanır. 

Memleketimizdeki en büyük köpek katliamı olan Hayırsız Ada faciası, 3 Haziran 1910’da işte böyle başlar. İstanbulluların bu konudaki hassasiyeti bilindiğinden, toplama işi paraya muhtaç olan insanlara, serserilere havale edilir. Bir yandan toplama sürerken diğer yandan halkın huzursuzluğu da artmaktadır. Hayvanlara zarar vermenin başımıza bir felaket getireceğine dair inanç kesindir. 

Sonunda bir gece vakti halk, Tophane limanına baskın yaparak gemiye yüklenmek için orada bekletilen köpekleri kurtarır. Ancak belediyenin de vazgeçmeye niyeti yoktur, Fransızlarla anlaşma yapılmış, çoktan para beklentisi oluşmuştur. Daha kapsamlı bir toplama işi başlatılır. Kısa sürede 80 bin köpek toplatılıp Tophane’ye getirilir. Halk köpekleri bir kez daha kurtarmasın diye de başına silahlı askerler dikilir.

Fakat beklenen gemi bir türlü gelmez, köpeklerin beslenmesi ve bakımı sorun olmaya başlar. Hükümet önce köpeklerin fiyatını indirir, sonra bedavaya vermeye bile razı olur ama Fransa’dan çıt çıkmaz. Köpekleri artık Tophane’de bekletme imkanı kalmamıştır. Hepsinin kentten uzak bir yere, Sivri Ada’ya nakledilmesine karar verilir.

Köpeklere burada bir süre daha bakılır. Ta ki Fransa anlaşmayı feshettiğini, köpekleri almayacağını bildirene kadar. Bundan sonra köpekler tamamen kaderine terk edilir. Sivri Ada, yiyecek ve su bulunmayan ıssız bir kayalıktan ibarettir. Halk bir süre yiyecek taşır ama sonra bu da imkansız bir hale gelince… Köpekler açlıktan ve susuzluktan can verirler. Hayvanların acı çığlıkları ta Anadolu Yakası sahillerinden duyulmakta, ölen hayvanların kokusu tüm kıyıyı kaplamaktadır. İstanbul halkı bu suçla çok üzgün, çok çaresizdir; köpeklere dokunmanın büyük bir lanete yol açacağı düşünülmektedir. Sonunda o lanet 1912 yılında deprem olarak gelir. Büyük deprem köpeklerin ahına, günahına bağlanır. Adanın adı da halk arasında Hayırsız Ada olur. İstanbul, böylesi bir trajediyi engelleyememiş olmanın acısı ile olsa gerek, Hayırsız Ada ismini bugüne dek muhafaza etmiştir. 

HAYIRSIZ ADA, HAYIRSIZ BAŞKAN

Hikaye çok vahim olmakla beraber, yine de bugünden tarihe bakarak ağır hükümler vermek zor. Çünkü, Osmanlı’nın son yılları, hızla ilerlemiş olan Batı karşısında ayakta kalabilme mücadelesidir. Gelişmiş devletleri yakalayabilmek için çaresizce yapılan pek çok iş, üzücü sonuçlara da yol açmıştır. Halkın hayvanlarla arasındaki geleneksel hukuku bozacak türde “hijyen” hamleleri de böyle değerlendirilebilir. 

PEKİ YA BUGÜN?

Elinizde dünyanın en gelişmiş imkanları ve devasa bir bütçe varken, güya himayenize aldığınız yüzlerce hayvanı öldürmenizi nasıl izah edebilirsiniz? Evet, Ekrem İmamoğlu’nun ve emrindeki propaganda makinesinin “kurtarıyoruz” diye reklam ettiği, Adalar’daki atlardan söz ediyorum. CHP’nin milyonlar akıttığı televizyonlarda, gazetelerde sanki biberonla bakılıyormuş gibi gösterilen atların aslında korkunç koşullarda yaşam mücadelesi verdiklerini, hayvanseverler ortaya çıkardı. Belediye, kamuoyu baskısı sayesinde, emanetleri altındaki 978 attan 224 tanesinin öldüğünü kabul etmek zorunda kaldı. Geriye kalanların akıbeti ise hala belli değil. Büyük ihtimalle onların da önemli bir bölümü bu şekilde can verdi. Ama İmamoğlu, bir açıklama yapmak yerine, adeta alay eder gibi “bana atlarla ilgili soruşturma açarsanız cevap veririm” diyor. 

Seksen bin köpeğin yok olmasına yol açan Suphi Bey’e bugün sorsak belki belediye teşkilatının yetersizliği, parasızlık vs gibi bazı mazeretler öne sürebilir. 978 atı kaybeden Ekrem Bey’in ise ileri sürecek hiçbir mazereti yok. Tarihimizdeki en büyük köpek katliamından dilimize Hayırsız Ada miras kalmıştı. Bu en büyük at katliamından da geriye Hayırsız Başkan deyimi kalacak.