Bizim 19. yüzyıl tarihimizin iktisadi düzlemde ağır basan eğilimi, Batı sistemine eklemlenme, çarpık bir kapitalistleşme ve adım adım sömürgeleşme süreci olmasıydı. Düşünselideolojik yönü ise devlet nasıl kurtarılabilir sorusu etrafında padişahından, bürokratına, gazetecisinden bilim insanına kadar sömürgeleşmeye karşı direniş yollarının aranmasıydı.

Osmanlı yönetici ve aydınları, Batı karşısındaki yenilginin nedenlerini uzun bir süre boyunca sanayi uygarlığının kavramları ile değil, kendi bilinçlerini belirlemeye devam eden tarım toplumunun anlam haritası içinden açıklamaya çalıştılar. Bu nedenle Batı’nın üstünlüğünü önce askeri ve teknik bir mesele olarak kavradılar. Her şeye rağmen aradaki makas kapanmayınca aşağılık kompleksine kapılanlar oldu. Tanzimat teslimiyetçiliği ve esen taklitçilik rüzgârı bunun sonucuydu.

Gerçekte ise Batı’nın üstünlüğü kapitalist üretim tarzı ve buna bağlı üretim ilişkileri temelinde yükselen sanayi uygarlığına ev sahipliği yapmasından kaynaklanıyordu. Yapılması gereken şey, Batı’nın taklit edilmesi değil, tarım toplumunun bütün kurumsal yapılarını sanayi toplumunun gereklerine uygun olarak dönüştürmekti. Hareket noktası toplumun kendi kültürü ve kurumlarıydı. Onların modernize edilmesi gerekiyordu. Bu ise bir ithalat değil yöntem sorunuydu. Osmanlı’nın 19. yüzyılı yöntemi arayarak geçti.

Yöntemi bulmayı güçleştiren unsurlardan biri, çoğu Batılı devlet adamı, aydın ve sosyal bilimcinin, Batı’nın üstünlüğünün kendi kültürlerinin özgün yapısından kaynaklandığını savunmasıydı. Bunlar dünyaya Avrupamerkezli olarak bakıyor, ırkçılık yapıyor ve dünya halklarını aşağılıyorlardı. Sanayi uygarlığının merkezi aynı zamanda ideolojik hegemonyanın da merkezi olduğundan, bizimki gibi ülkelerde bu aşağılamadan etkilenenler olması kaçınılmazdı. Batı’ya direnmeye çalışanların bazıları savunma refleksiyle Batı’nın ilmini/tekniğini alalım, kültürünü/maneviyatını dışarıda bırakalım diyen seçmeci tezlere sarıldılar.

Reklamdan sonra devam ediyor 

Ancak Batı’nın üstünlüğü meselesine kendi değerlerimiz bize yeter diyerek bakanlar bir şeyi anlamıyorlardı. Mesele Batı’nın dinini, ulusal kültür ve folklor unsurlarını ithal etmek değil, sanayi uygarlığının ekonomik/teknolojik altyapısına sahip olmak, bağımsız ve ulusal bir ekonomik temel oluşturmaktı. Bu ise aynı anda o altyapıya uyumlu üretim ilişkileri, hukuk ve kurumlara sahip olacak şekilde dönüşmeyi gerektiriyordu. Hayata geçirilmesi gereken, bütünsel ve tutarlı bir programdı. Yani bir taraftan sanayileşmek ve bir milli ekonomik temel inşa etmek zorundaydık. Ama aynı zamanda devleti laikleştirmek, ümmet değil millet olarak örgütlenmek, okur yazarlığı artırmak, yazılı kültürü yaygınlaştırmak, okullarımızda eleştirel düşünceyi ve bilimi hakim kılmak, kanunlar önünde eşitlik ilkesini getirmek, kadınları kamusal yaşama katmak, toplumu kentlilik değerleriyle dönüştürmek, örneğin bireyselleşme, zaman disiplini, empati, demokrasi kültürü vb. inşa etmek zorundaydık. Bunlar birbirini besleyen, gerektiren, biri olmadan diğeri de çalışmayan yapılardı. Esas mesele, bu saydıklarımızın batılı toplumlara özgü değil, sanayi toplumuna özgü ilişkiler ve kurumlar olduğunu kavramaktı.

Bütün bunların 19 Mayıs’la ne ilgisi var?

19 Mayıs yurdu işgal etmiş düşmana karşı bağımsızlık savaşının başlangıcıydı, ancak aynı zamanda bir programı temsil ediyordu. 19 Mayıs’ın unutturulan yönü, savaşın sadece cephede vuruşmakla ilgili olmadığıdır. Eğer, 19 Mayıs’la başlayan süreçte Batı sisteminin dayattığı uluslararası işbölümü reddedilmemiş, tam bağımsızlık sağlanmamış, ‘altı ok’ta somutlaşan tutarlı ve bütünsel program hayata geçirilmemiş olsaydı, yani yöntem bulunamamış olsaydı, 1930’ların sanayileşmesi ve toplumsal ilerlemesi gerçekleştirilemez, sanayi toplumuna doğru dönüşüm Batı’ya bağımlı çarpık kapitalistleşmenin sınırlarını aşamazdı.

Mustafa Kemal 19 Mayıs’ta sadece Samsun’a çıkmadı, Batı’nın dayattığı uluslararası ilişkiler sisteminin hiyerarşisinden de kopuş adımını attı. Soğuk savaş döneminde topluma bu boyutu unutturdular. Bugün Batı’nın ağırlaşan baskıları altında tam bağımsız ve egemen yaşama ihtiyacı kendisini dayattıkça, milletin unutulanları ne kadar hızlı hatırladığını göreceğiz.