Bu yazı yaklaşık iki ay önce hazırlanmıştı. Ancak Türkiye gündemi öyle yoğundu ki zorunlu olarak siteye gönderemedim. Artık zamanı geldi.

Evet, bu bir veda yazısı. Ama alışagelmişin dışında bir veda yazısı bu!

Bu son yazımda çok özet olarak kişiliğimin oluşmasının kilometre taşlarını anlatacağım. Bu toprağın çocuklarının pek çoğunun da hikâyesidir bu! Ayrıntısında pek çok hüzün barındırır.  İncelenmesi, siyasi, sosyal ve psikolojik açıdan derin bir analizinin yapılması gerekir.

Başlayalım efendim!

Çocukluğum Ankara’nın kenar mahallerinde geçti. Abidinpaşa, Önder Mahallesi, en son Türkiş Blokları.

Küçük yaşta Trabzon’dan gelmiş, hiçbir yakın akrabamızın bulunmadığı bu yerlerde, kavganın eksik olmadığı ortamlarda büyüdüm. 60’lı yılların sonu, 70’li yılların başıydı.

Yaşadığımız yerlerdeki insanların tamamı düşük gelirliydi. Yani aşağıdakilerdi, ezilenlerdi, horlananlardı. Hepimizde bunun hırçınlığı vardı. Hırsımızı çoğu kez birbirimizden alırdık. Çocuktuk ama öyle sert kavgalar olurdu ki çoğu zaman kan akardı.

Elbette arkadaşlığın, dayanışmanın bugünlerden çok daha fazla olduğu, televizyon bulunmadığı için maçların radyodan dinlendiği zamanlardı. Kitap okuma alışkanlığının Tarkan, Tommiks, Zagor vs. gibi çizgi romanlardan edinildiği yıllardı.

Topu çoğunlukla sokakta oynardık. Öyle özel top sahalarımız yoktu anlayacağınız. Tabi sokaklarda bugünkü yoğunlukta araç bulunmuyordu.

Çocukken sokakta oynadığımız o maçları, mahalledeki büyüklerimiz, kimi balkonundan, kimi penceresinden, kimi bizzat kenardan seyrederdi. Bu da bize öylesine keyif verirdi ki. Öyle “artistik” hareketler yapardık ki!

Fakat ben çok sıkıntı yaşardım oynarken. Top tekniğim çok iyi olması nedeniyle genelde maça ileride başlardım. Ancak maç ilerledikçe, gerideki oynayan arkadaşlar seyredenlerin de etkisiyle, bireysel tatminleri için ileriye çıkar, takımın savunma güvenliğine halel getirirlerdi.

Ee bu durumda ne yapayım, takım için tekniğimi daha az konuşturabildiğim, bu nedenle hiç haz etmediğim savunmaya, arkadaşlarının boşluğunu doldurmaya koşardım. Tabi arkadaşlarıma da ağız dolusu küfür ederek.

Çok seviyordum ileride oynamayı, gol atmayı, adam çalımlamayı, beşik arası yapmayı. Ama savunma zayıf düştü mü bu zevk aldığım oyunu bırakıp takımı düşünerek savunmaya geliyor, daha düz oynamak zorunda kalıyordum. Ait olduğum grubun başarısı, takımın galibiyeti benim aldığım keyiften, zevkten önemliydi.

Hayatım böyle şekillendi. Hep bir şeyleri savunmak zorunda kaldım, ileriye çıkamadım…

Ben hep ileride oynamam gerekirken, bir süre sonra takımın yengisi için savunmaya geçtim. Kimse dediği için değil, kendim bunu zaruri gördüğüm için. Bu beni mutlu etmedi elbette, ama karakterim böyle şekillenmişti.

Dedelerimden mi yadigârdı bu savunma refleksi bilmiyorum ki.

DEDELERİM…

Küçük yaşta annemin babasının askere gidip bir daha geri gelmediğini öğrenmiştim. Vatan savunması demişler gitmiş ve bir daha gelmemiş. Bir soluk asker fotoğrafı kalmış yadigâr. Askerde çavuşmuş.

Anneannem ne büyük özlemle anlatır, gururlanarak “çavuştu yetim” derdi.

Evet, “Yetim Mehmet” derlermiş annemin babasına. Çünkü çok küçükken babası yani büyük dedem Hasan, iki erkek kardeşiyle birlikte, “gel memleketi savun” dendiği için koşmuş gitmiş ve Sarıkamış faciasında Allahuekber Dağlarında donarak şehit olmuş!

Sonra Karadeniz’i Ruslar işgal etmiş. Ahali geri bölgelere göçmüş. Göç sırasında annesini kaybetmiş dedem Yetim Mehmet. Yetimliğin üstüne öksüz de kalmış.

Sanırım 6, 7 yaşlarında imiş. Birileri sahiplenmiş o zamanlar. Ölmemiş. İşgal bittikten sonra köye getirmişler, akrabalar sahip çıkmış, büyümüş, evlenmiş ve en büyüğü(annem) 7, en küçüğü (dayım) 1yaşında olmak üzere 3 çocuğu varken, “Düşman kapıya dayandı gel vatan savunması” demişler. O da ülkesini savunmak adına, tahta bavulunu almış düşmüş yola, gidiş o gidiş. Tıpkı Sarıkamış’ta donarak şehit olan babası Hasan gibi na’şına bile ulaşılamamış. Sadece şehit olduğu haberi verilmiş anneannemlere.

Kimsesizlik, çaresizlik, o yılların pek çok zorluğu ve imkânsızlığı nedeniyle na’şının bile nerede olduğu öğrenilememiş.

Dolaşırken bazen aklıma gelirdi, çocuk aklımla acaba dedemin mezarının üzerinden mi geçiyorum, acaba ruhunu incitiyor muyum diye tedirgin olurdum. Her yer bana dedemin mezarı gibi gelirdi.

Toprak bu nedenle benim için bir başka önemliydi, bir başka kutsaldı. Öyle hissediyor, öyle duygulanıyordum.

Savunmak, hem de ölümüne savunmak, o toprağı, dedemim, dedelerimin savunduğu, uğruna can verdiği ve bilmediğim bir yerde onları sinesinde barındıran bu yağız yeri savunmak, ne büyük bir onurdu.

Bu öncelikle dedelerime minnet borcuydu, vefaydı benim için. Savunma “takıntımın” sebebi hikmetidir vefa.

Vefa benim vazgeçilmezimdi. En sevdiğim marş, içinde “Vefalı Türk geldi yine” dizelerinin geçtiği marştı. Dini, ırkı ne olursa olsun, vefalı biri benim için “Türk’tü.” Türk olmak biraz buydu benim için.

Vefa duygusu, savunmanın ana maddesiydi!

Savunmak!

Genlerimde vardı bu! Takımını savunmak, ait olduğunu korumak, vatanını müdafaa etmek…

BU HASTALIK ÖMRÜMÜ YEDİ

Hep savunmak… Belki de bir hastalık. Evet, evet en azından benimki bir hastalık. Bu hastalık ömrümü yedi. Ama ben bu hastalıktan kurtulamadım.

Ha, dedem deyince diğer dedemi de hatırlatayım. Babamın babası. Namı değer Hoca Mustafa. 1.90’dan fazla boyuyla dev gibi bir adamdı. Kurtuluş Savaşı’nın bütün safhalarında bulunmuş. Yani o da vatan savunması için gel demişler, gitmiş. İnönü’nün yanında askerlik yapmış, Atatürk’ü de Sakarya Savaşı sırasında yakından tanımış.

İstiklal Savaşı gazisi olarak dönmüş o dedem. Cephedeki hikâyelerinin bir kısmını bizzat kendisinden dinledim. Elbette dinlerken küçüktüm. Yaşananları tam algılayamamıştım. Haliyle anlatılanların pek azı hafızamda.

Neyse, savunmak demiştim değil mi?

‘BIRAK OĞLUM VATAN, MİLLET, SAKARYA EDEBİYATINI!’

Yıl 1974’dü. Artık orta okulluyduk. O yıl, Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleşmişti ve büyük coşku yaratmıştı bizde.

Barışı savunmak, oradaki katliama uğrayan Türkleri savunmak.

Bütün mahalle coşku içindeydi. Mahallenin cimri manavı bile Samsun yolundan geçen askerlere kasa kasa meyve atmıştı.

Ne olduysa ondan sonra oldu. Önce “müttefik” ABD’nin yaptırımları, ambargoları geldi. Sonra yokluklar. Her şey kıttı. Birileri bizim savunmak için yaptığımız harekâtı saldırı olarak görmüş ve düğmeye basmıştı.

Savunmanın bedeli vardı. Bizim coğrafyada genellikle kan olarak ödenirdi bu bedel. Sonra mı?

Önce top oynadığım ve çoğunluğunun tıpkı benim ailem gibi, o yıllarda CHP’ye oy veren ailelerin çocukları olan arkadaşlarımla ters düşmeye başlamıştım. Çünkü o zaman mahallede oturan siyasal Bilgiler ve ODTÜ’de okuyan birkaç ağabey öncesinde duymadığımız farklı şeyler söyleyerek, benim yaşımdakileri etkilemeye başlamışlardı. Başlangıçta beni de.

Emperyalizme, sömürüye karşı savaşmak, zalime direnmek, zulme başkaldırmak, emekten yana olmak, ezilenlerin yanında durmak, aşağıdakileri savunmak.

İşte Sosyalizm özetle böyle bir şeydir diyordu mahalledeki okumuş abiler.

Savunmak, evet, bunları çılgınca savunmak… Ben buna varım diyordum. Sosyalizmi savunmak hoşuma gitmişti. Başlangıçta çok açık etmesem de kendimi sosyalist hissediyordum. Bu anlatılanlara göre doğru olan buydu. Biz de aşağıdakilerdendik, sömürülenlerdendik. Bunları alabildiğine savunmak için sosyalist olmak gerekiyorsa olurduk. O yaşın anlayabileceği biçimiyle olan şey bu kadar yalındı.

Sonra iş giderek başka bir yere doğru evrilmeye başladı.

İlk önce daha bir yıl önce hepimizin gururlandığı Kıbrıs Barış Harekâtı eleştirilmeye, bunun emperyalist bir işgal olduğu söylenmeye başlanmıştı. Şok olmuştum!

O zaman emperyalist dediğimiz ABD bize neden ambargo uyguluyordu? Kıbrıs, tarihte, dönemin emperyalist ülkelerince bizden kopartılmamış mıydı? Hem orada masum insanlara zulmedilmiyor, ötesi katledilmiyor muydu? Hani biz zalime karşıydık. Oradaki zalim olan Rumlar değil miydi?

Kafam allak bullak olmuştu. Daha bir yıl öncesine kadar aynı şeyleri düşündüğümüz arkadaşlarım, artık beni şaşırtan şeyler söylüyorlardı. Ve bir gün tam oturduğumuz evin karşısındaki duvara “Kıbrıs’ta faşist işgale son!” yazmışlardı.

Faşist olan Türk Devleti ve oraya müdahale eden Türk Ordusuydu. Ben de tepki gösterdim arkadaşlarıma. Yine savunmaya geçmiştim. Savunduğum, aynı iklimin, aynı coğrafyanın, aynı mahallenin, aynı kültürün çocuklarına karşı Türk Ordusuydu.

Ben savundukça artık dalga geçmeler başlamıştı: “Bırak oğlum vatan, millet, Sakarya edebiyatını!”

HEM FAŞİST, HEM KOMÜNİST, HEM DE ZINDIK OLMAK!

Artık damarıma basıyorlardı. Ne demekti edebiyat? Sakarya’da dedem savaşmış. Hem de aç susuz. Diğerlerinin ise mezar yerini bile bilmiyoruz.

Belki bir kısmının dedesi de aynı dedem gibiydi. Ama dedelerimizin bizler için yaptığı o büyük fedakârlıklar küçümseniyor, ötesi dalga geçiliyordu.

Atatürk’le ilgili bile küçümseyici bir tavra girmişlerdi. Hâlbuki daha düne kadar Atatürk hepimizin kalbindeydi. Şiirler okuyor, bizim için neler yaptığına övgüler diziyorduk.

Artık sırf dedemi, dedelerimizi savunduğum için evet, evet sırf bunun için çok sert olmasa da “Yahu sen faşist oluyorsun” denmeye başlanmıştı.

Aylar ilerledikçe artık İstiklal Marşı, ötesi bayrak dahi tartışılır oldu! Ne olmuştu böyle arkadaşlarıma?

Bu kadarına sabır gösteremezdim artık. Yeni yetmeliğin heyecanı ile sert bir şekilde savunmaya başladım bayrağımızı, istiklal marşımızı, Ata’mızı.

Yine savunmadaydım zorunlu olarak…

Benim çağdaşlarım ne dediğimi iyi anlayacaktır. Bugünün gençleri bu kadar mı yahu, biraz abartı yok mu diyeceklerdir. Bırakın bu kadarını çok daha ötesi var!

Bayrak, İstiklal Marşı, Atatürk, savunma hattımı oluşturuyordu.

Mahalle arkadaşlarım beni bir şekilde savunmada oynatmayı beceriyorlardı. Ancak bu sefer aynı takımda değil, karşı takımda oynamaya zorluyorlardı. Beni “sosyalist” takıma almamakta ısrar ediyorlardı.

Hâlbuki futbol oynarken ne güzeldi, beni kendi takımında görmek isterdi herkes.

Evet, sırf dedemizi, değerlerimizi savunuyoruz diye “takımda” istenmiyorduk artık. Yalın gerçek buydu!

Ne diyelim?

Bu arada gittiğim okulda da farklı bir grubun, kendilerini ülkücü olarak tanımlayanların hâkimiyeti söz konusuydu. Onlar da dar gelirli ailelerin çocuklarıydı. Onların yanında da ezenlere, zulmedenlere, yukarıdakilere laf ediyordum. Onlar da ezilendi, zulmedilendi, aşağıdakiydi. Ama onların da ezberleri vardı. Onlara göre de bu “Komünistlikti.”

Ha, unutmadan okulda çok az sayıda o zamanlar “Akıncı” denilen çocuklar vardı. Bir gün bunlardan biriyle tartışırken hiç unutmam bana “Türk’ten yana mısın, Müslüman’dan yana mısın” diye sormuştu. İster istemez “nasıl bir soru ulan bu!” diye tepki göstermiştim…

Neyse…

Mahalledeki arkadaşlara göre biraz “Faşist”, okuldakilere göre biraz “Komünist”, kendilerini İslamcı olarak tanımlayanlara göre biraz “zındıktım.” Uzatmayayım…

ARTIK HARBİYELİYİM…

Sonra, kan ve acı dolu yıllar… Herkesin sadece kendi acısını bildiği, kardeşkanının alabildiğine aktığı ve bölünen şehirler, kasabalar, mahalleler, sokaklar…

Netice; 12 Eylül 1980…

O sıralarda ben sınavını kazandığım Harbiye’deyim. Dışarda aralarında mahallemden, okulumdan, memleketimden tanıdığım pek çok arkadaşımın da olduğu gözaltılar, tutuklamalar…

Bir şey yapamamanın çaresizliğiyle sadece üzülüyorum…

Sonra 1984 yılında Harbiye’den mezuniyet. Artık teğmenim. Tam da o yıl Ağustos’un da başlayan PKK terörü. Uzun yıllar, bu bölücü örgüte karşı ülkenin bölünmezliğini savunmak… Yine bu ülkenin çocuklarının akan kanı! Acı, gözyaşı…

2010 yılında, o zamana kadar genel varlığını bilsek de en azından içimizdeki varlığının bu kadar yaygın ve güçlü olduğunu bilmediğimiz Fetullahçı çetenin kumpasıyla Balyoz’dan cezaevine girmem ile bir başka mücadeleye başlamam…

Evet, PKK’dan çok daha tehlikeli bir örgüt. Çünkü devletin içinde büyük gizlilik içinde örgütleniyor. Karşınıza açıktan çıkmıyor. Sizin gibi davranıyor, yüzünüze gülüyor ama zamanı gelince her türlü kalleşliği yapıyor…

Cezaevine girerken başlayan o mücadele süreci elbette bitmedi. Mahkeme sürecinde vicdanı çalınmış Fetullahçı çete mensubu sözde hâkimlere karşı kendimi değil TSK’yı savundum.

Savunmak dedim ya benim hastalığımdı. Hâlbuki bunu yapması gereken benden üst rütbeli o kadar çok insan vardı ki o davada.

Maalesef söylemek durumundayım ki benim gibi kendinden ziyade kurumu savunanların sayısı, savunmayanlara nazaran oldukça azdı. Ne diyelim?

CEZAEVİ SONRASI…

Cezaevinden çıktığımda hala muvazzaf subay gözüküyordum. Ama tutukluk sırasında üniformama veda etmiştim. Zorla elimden alınan üniformayı bir daha giymedim. Bir süre sonra emekli oldum. Bu arada beraat ettim. Sonrasında cezaevinde başladığım yazım hayatımı, kitaplar hariç sosyal medya ve haber sitelerinde sürdürdüm.

Yazılarım da her türlü tehlikeye karşı savunma cephesini güçlendirmek içindi. Artık elimde silah olarak tüfek yerine kalem vardı. Hep elimdekinin hakkını vermeye çalıştım, çalışıyorum.

Eh en nihayetinde dostlarımı kıramadım ve kuruluşunda tuzumuz var mı bilmiyorum, Veryansıntv ailesine katıldım. Veryansıntv yeni doğmuş bir çocuktu. Korunması gerekiyordu. Elimden geldiğince bunu yapmaya çalıştım. Orada da hep bir şeyleri savundum. Bazen birini diğerine karşı, bazen Veryansıntv’yi başkalarına karşı, bazen başkalarını Veryansıntv’ye karşı…

Gelinen nokta da zihnen biraz yorulduğumu ifade edeyim…

Kolay değil, savunmayla geçen bir ömür, yarım yüz yılı çoktan devirdi. Savunmak zordur, yıpratıcıdır. İleride oynayan hata yaparsa sadece gol kaçar, savunmadaki hata yaparsa gol yenir. Dolayısıyla savunmadaki çok eleştirilir, yerden yere vurulur. Dedim ya, zordur savunmak!

O nedenle dinlenmem gerek… Özel işlerimin yoğunluğu da işin tuzu biberi oldu…

Antrenörlerimden izin istiyorum. Bir daha oynar mıyım, oynamaz mıyım şu an için bilmiyorum…

Belki oynarım kim bilir, belki alır başımı giderim…

Bitirmeden tekrar başa döneyim. Dedelerimden bahsederken ifade ettiğim, savunma hastalığımın sebebi hikmetidir dediğim vefa duygusu var ya. Onunla ile ilgili birkaç şey söyleyerek bitireyim.

Benim için vefa; bir fincan kahvenin, bir dilim ekmeğin, bir bardak suyun, bir çift dost sözünün, bir damla gözyaşının hatırına selam vermek, bunun hatırını bilmektir…

Vefaya ihanet etmem, dedelerimin aziz ruhlarına etmediğim, edemeyeceğim gibi… Umarım onların aziz ruhlarına layık bir biçimde can veririm. En önemli dileğim budur!

Bu duygularla; yaklaşık bir yıldır katkı vermeye çalıştığım ve çok güzel anılar biriktirdiğim, Türk basınında her geçen gün etkisini artıran; kamuoyunu aydınlatmayı ve bağımsız kalmayı her türlü yaklaşımın üstünde tutan, özveriyle bezenmiş bir ekibin olağanüstü çabasıyla yayın hayatını sürdüren, bu anlamda Türk Ulusunun gür sesi olmaya aday Veryansıntv ailesine ve çok kıymetli takipçilerine arzı veda ediyorum.

Hoşçakalın!