Binlerce yılın birikimi, binlerce yılın süre gelen gelenek, görenek ve ananelerinin bütünü olan Türk Kültürü, bu gün yeryüzünde en geniş coğrafyada yaşayan canlı bir olgudur.  Ülkemizin herhangi bir ilinde, ilçesinde, beldesinde veya köyünde rastlayabileceğiniz bir kültürel ögemize iklimler, ülkeler ötesinde Çuvaşistan’da veya Doğu Türkistan’da rastlamak sizi şaşırtmamalıdır. Dediğimiz gibi Türk Kültürü, coğrafya ne kadara geniş ve farklı olursa olsun halen canlı bir şekilde yaşamakta ve yaşatılmaktadır.

Kültürümüzün canlı örnekleri o kadar çok ve o kadar çeşitlidir ki, bu bizim buraya yazamayacağımız kadar uzun ve konumuzun dışındadır. Ancak yine de özellikle Kültür nedir, Türk Kültürünün kökleri nelerdir kısaca değinmek, kısaca açıklamak yerinde olacaktır.  Sözlük anlamı olarak Türk Dil Kurumu sözlüğünde Kültür; Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü.” olarak açıklanmaktadır. Yani kültür her şeyden evvel tarihsel köklere dayanmak zorundadır. Öyle kendiliğinden bir anda ortaya çıkmaz, çıkamaz! Siz isteseniz de belli bir gelişim sürecini tamamlamadan hiçbir olguyu kültür elemanı yapamazsınız. Bu ancak tarihsel bir süreç içerisinde, o da toplum eğer benimser ve yaşatırsa kültüre adapte olur ve kültürün bir ögesi olabilir. Türk kültürünün temel dayanağı Türk Milletinin binlerce senedir var olan ve adına Türk Töresi denilen kanunları yani temel yaşam felsefesidir. Bu felsefe o kadar derin, o kadar köklü ve o kadar büyüktür ki; 4650 senedir zerrece değişmemiş, bunca ülke, iklim ve millet ile etkileşmesine rağmen asla özünden kopmamıştır.

Ülkemizde son yıllarda adeta mantar misali çoğalan dernekler, sözüm ona Türk Kültürünü yaşatma adına var olduklarını iddia etmelerine karşın dernek isimlerinde geçen kültür kelimesi sadece bir süsten öteye geçememiştir. Öyle ki; çoğu dernek mensubunun kültür deyince aklına sadece kılık kıyafet gibi tarihi süreçte her an değişebilen ve değişmiş olgular gelmektedir. O giysilerin üzerindeki motiflerin, renklerin ya da atılan düğümlerin bile ne anlama geldiği çoğu insan tarafından bilinmemektedir. İran’ın Fars Eyaletinde yaşayan Kaşkay Türklerinin kadınlarının halen giydiği allı morlu üç eteklerin aynının daha 40 yıl öncesine kadar Toroslarda yaşayan Yörük kadınlarının giysileri olduğunu, bu giysilerin düğün gibi özel günlerde halen kadınlarımız tarafından giyildiğini çoğu insan bilmez.  Azerbaycan’da gelin başı olarak kullanılan kuş tüylerinin pek çok Türkmen aşiretleri tarafından halen kullanılageldiğini bilmedikleri gibi, bu kültüre yabancı insanlar için kuş tüylü gelin başları tuhaf olarak karşılanmaktadır. Türk kültüründe her şeyin kendine has derin anlamları vardır. Çünkü bu kültür yazılı olarak 4650 senedir var olan, yaşayan bir kültürdür. Şöyle ki; Türk tarihinin çeşitli evrelerinde bazı Türk Boyları esaret altına girmişler ama asla kendi öz benliklerini unutmamışlar, Türk kimliğini daima diri tutmuşlardır. Büyük Kök Türk  İmparatorluğu yıkılıp Aşina boyu esir olarak Çin ülkesine götürüldüğünde Türkler asla Çinliler tarafından asimile edilememişlerdir. Çünkü asil ve gururlu Türkler asla kültürlerini unutmamışlar, bunun neticesinde 19 Mayıs 639 da Aşina prenslerinden Kürşad (Ashina Jiesheshuai) ayaklanmasının ardından Çinliler Türkleri asimile edemeyeceklerini anlayıp onları esirlikten kendi bozkırlarına göndermek zorunda kalmışlardır. Özellikle yakın dönemde 19201991 yıllarında esir kalan eski Sovyetler Birliği ülkelerinin içinde en büyük zulüm ve baskıları gören Türk toplulukları buna karşın asla Türklüklerini unutmamışlardır. Bunun nedeni de binlerce yılın birikimi olan Türk kültürüdür!

Bizim kültürümüz hiçbir zaman taklit etmemiş, ama taklit edilmiş, başka uluslar tarafından alınmıştır. Temelde zaaflarımızdan birisi olan tarihimizi başkalarından öğrenme eksikliğimiz, kültür birikimimizi ve çeşitliliğimizi öğrenmede de ne yazık ki kendisini göstermektedir. Oysa bu konuda Türk Cumhuriyetleri ve akraba toplulukları ile yapılacak çok ciddi bir alan taraması bizim bu büyük kültürü tanımamızı ve yabancı olduğumuzu sandığımız kendimize ait olan pek çok kültürel öğeyi öğrenmemizi sağlayacaktır. Bu konuda görev sadece Türk Devletleri kültür bakanlıklarına değil, aynı zamanda sivil toplum kuruluşlarına da düşmektedir.

Son zamanlarda sözüm ona adında kültür ibaresi bulunan bazı sivil toplum kuruluşları kendilerince yeni kültür tanımları yapmakta, tarihimizde ve kültürümüzde olmayan sıfatları sözüm ona ulufe misali sağa sola dağıtmaktadırlar. Bir kere şunun akıldan asla çıkartılmaması gerektir ki; Türkçede askeri sıfatlar gibi yönetimsel sıfatlarda açık, net ve bellidir. Mesela Türk Kağanın eşine Katun denilir, asla ona başka sıfat uydurulmaz. Bu Tengri Kut Mete zamanında da böyle idi, Sultan Unvanını kullanana kadar Tuğrul bey zamanında da böyleydi. Türkler İslam dinine girdikten sonra Kağanlarına Padişah, Sultan ya da Şah demişler, eşlerine de Hanım, Sultan veya Şah Banu unvanını layık görmüşlerdir. Ama buna karşın, Türk tarihinde Tomris gibi kadın kağanlarımıza da asla ve asla olmadık sıfatlar yakıştırılmamış, bunlara erkeklere ait sıfatlar takılmamıştır. Mesela Tomris’e Katun denilmiştir. Ata Beylikler ya da Beylikler döneminde bu siyasi oluşumların başında bulunan kadın beylere de asla BEY HATUN(?) denilmemiş, doğrudan doğruya HANIM ya da SULTAN denilmiş, başkaca bir isim uydurulmamıştır. Bir de eski Türklerde TERKEN ismi vardır ki, bu isim köken olarak kraliçe, katun, imparatoriçe anlamında kullanıldığı gibi, ilerleyen dönemlerde kız çocuklarına da verilmiştir.  Ancak kelimelerin genel anlamlarına bakıldığında Türk devletlerini yöneten kadın hakan yada beylere asla erkek sıfatlar verilmemiş, doğrudan doğruya kendi unvanları olan Katun, Terken, Hanım, Şah Banu, Sultan terimleri kullanılmıştır. Osmanlı Sarayında padişahlara erkek çocuk doğuran kadınlara önceleri Haseki denilirken, daha sonraları Kadın Efendi unvanı verilmiştir. Ancak bu unvanların devlet ricalinde bir kıymeti yoktur. Çünkü yönetici sınıf değildir.

Bir de tarihimizde Bacıyanı Rûm yani Anadolu kadınlar birliği yada teşkilatı bulunmaktadır ki; bu teşkilat Türk kadınının hakikaten vatanı ve milleti için neler yapabileceğinin mükemmel bir örneğidir. Bu teşkilatın kurucusu ülkemizde Ahilik teşkilatının kurucusu Ahi Evran Hace Nasuriddin’in eşi olan Fatma Bacıdır ki, kendisine “Kadın Ana” “Hatun Ana” “Kadıncık” gibi sıfatlarla hitap edilir, ama ne hikmetse BACI BEY(?)  denilmezdi! Çünkü Türk Töresinde kadın erkekleştirilmez, kadın kutsaldır ve toplumun temeli yani anasıdır. İlk Şamanlar bile kadındır. Ama ne hikmetse bu Şaman yada Kam olarak adlandırılan kadınlara kimse ŞAMAN BACI, KAM ANA BEY dememiş, deme ihtiyacı hissetmemiştir.

Son söz olarak sayın kültür dernekleri mensupları ve yöneticileri; lütfen kültürümüzü bilerek dernekçilik yapalım. Uydurma terimlerle, sıfatlarla dernekçilik ya da kültür temsilciliği yapılmaz, unutmayalım!


Kudret Harmanda