Zorunlu karantina şartlarının olumlu yanlarından biri de bolca okuma yazma ve düşünmeye fırsat bulmak oldu. Yaklaşık bir aylık süre bize ve tabi ki anlamak isteyenlere çok şey öğretti. Net olarak bilebiliyoruz ki artık hayatımızı şekillendiren kavramlar, kurallar yeniden gözden geçirilecek. Kendi toprağını kendi insanı ile ekip biçebilen, doğayla kavga değil uyum içinde yaşayabilen, birbirine düşman değil omuzdaş olarak bakabilen ülkeler ayakta kalacaklar. Koronavirüs belası şunu açık şekilde bize gösterdi; nükleer, biyolojik veya teknolojik olarak ne kadar gelişmiş silahlarımız olsa da artık günümüz tehlikelerine karşı ülkenizi koruyamazsınız. Gerçek tehdit salgın, deprem ve radyasyon tehlikesidir. Geçmişte kalan zihniyetler ve temenniler ile ülkemizi koruyamayız. Elbette jeopolitik gerçekliğe göre savunma tedbirlerimizi en üst seviyede almaya devam edeceğiz. Örneğin, Doğu Akdeniz’deki milli menfaatlerimizin sonuna kadar takipçisi olacağız. Ama artık hırsla, acımasızlıkla doğanın mucizelerini tüketmeyeceğiz.
Farkında mısınız? Ufacık bir virüs bize ‘Bu doğrudur, şu yanlıştır’ diye empoze edilmiş olan her şeyi yerle bir etti. ‘Ben çok zenginim, yatım, acayip pahalı arabalarım, bankalarda milyonlarca dövizim, uşaklarım, hizmetçilerim, korumalarım var’ diye kasım kasım kasılanların aslında ufacık bir virüs nedeniyle darmadağın olduklarını görüyoruz. Ezberler bozuluyor. Avcılık adı altında ormanlarda ve dağlarda katledilen hayvanlar artık özgür. Derelere fabrika atıkları dolmuyor. ‘Bu pis dereden bir şey olmaz’ dediğimiz akarsuların bir kısmında yeniden balıkların hoplamaya başladığına dair bilgi ve görüntüler var. Yani doğa kendini yeniliyor. Bu yaklaşık bir aylık süreçte İstanbul ve Ankara’nın hava kirlilikleri %41 azalmış.
Dedim ya bu zorunlu karantina sürecinde okumayı planladığımız bazı kitapları okuma fırsatı da buluyoruz. Ben de epey zaman önce aldığım ama günlük koşuşturmadan bakmaya fırsat bulamadığım Avusturyalı yazar Stefan Zweig’in öykülerini okumaya başladım. ‘Nişan’ adlı öyküyü çok beğendim. Uzunca ama ben özetleyim size: 1810’lu yıllar, Fransız ordusu Napolyon emrinde Avrupa’nın tozunu atıyor. İşte bu ordunun bir birliğinin başında albay emrindeki askerler ile savaş halinde oldukları İspanyollara ait bölgeden geçen erzak taşıyan trenin güvenliğini sağlama görevi verilmiş. İspanyollar yenilmişler ama gerilla savaşı yürüterek işgalci Fransız ordusuna zaman zaman büyük darbeler vurabiliyorlar. İşte böyle bir ortamda orman yakınından ağır ağır ilerleyen trenin sağında ve solunda atları üzerinde yürüyen Fransız birliğine orman içinde bir yaylım ateşi başlıyor. Ortalık cehenneme dönüyor. Albay hemen askerlini toplayıp hücum düzeni aldırıp ormandaki İspanyollara doğru ileri atılıyor. Elinde kılıcı ve tabancası ile ön safta atını dörtnala sürüp askerlerine moral vermeye çalışırken bir anda büyük bir hızla atının üzerinden düşüyor ve kafasını şiddetli bir şekilde ağaca çarpıp kendinden geçiyor. Albay gözünü açtığında bomboş bir karanlıkta boylu boyunca yattığını ve dudaklarında kan olduğunu fark ediyor. Önce şaşkınlık ve korku yaşayan albay, sonra toparlanıp düşünüyor. İspanyol gerillaların kendi birliğine müthiş bir darbe vurduğunu anlıyor ve onların eline geçmediği için dua ediyor. Sonra yakında gördüğü ufak bir köye doğru ilerlemeye çalışıyor. Görünmemek ve İspanyolların eline geçmemek için gece hareket ediyor. Köy yakınlarına geldiğinde bir ses duyuyor ve bir İspanyol görüyor. Adam albayı görmüyor. Belki bir gerilla, belki bir köylü, belki de gariban bir dilenci olabilecek bu adama sessizce yaklaşıyor ve sırf İspanyol olduğu için boğazını sıkarak öldürüyor. Sonra cesedin üzerindeki yırtık pırtık elbiseleri giyiyor, kendi üniformasını çıkarıp sarıp bohça haline getiriyor. Böylece İspanyol bölgesinde Fransız askeri üniforması ile yakalanmayacağını düşünüyor, rahatlıyor. Yanına tabancasını alıyor, bir de kendisine bizzat Napolyon tarafından askeri harekattaki başarısı nedeniyle takılmış olan nişanı alıyor. Nişana baktıkça acayip gururlanıyor. Ordudaki çok az subaya verilmiş olan bu nişanın kendisi için büyük bir gurur ve hayatın ödülü olduğunu düşünüyor. Dilsiz taklidi yaparak köyde bir evden ekmek ve yiyecek alıyor, tekrar ormana çekiliyor. Gündüz yatıyor, geceleri ise bir Fransız birliğine ulaşabilmek için devamlı yürüyor orman içinde. İspanyol saldırısı ile birliğinin neredeyse tamamını kaybetmiş olan albay, benim cesedime ulaşamadıkları için kesinlikle beni bulmak, kurtarmak için her tarafa birlikler göndermişlerdir diye düşünüyor. Ben Napolyon’un nişanını almış çok kıymetli bir subayım, beni mutlaka bulacaklardır diye seviniyor. İki gün gece yürüdükten sonra sabaha yakın bir ağacın altına uzanıp uyuyor. Kısa zaman sonra bir borazan sesi duyuyor. Rüyada mıyım diye kalkıp bakıyor ki bir Fransız birliği yakınlarında kamp kurmuş. Albay havalara zıplıyor, sevinçten deliye dönüyor ve üzerindeki elbiseyi değiştirmeden askerlere doğru bağırarak koşuyor. Fransız askerleri bakıyorlar bir İspanyol elinde silahla kendilerine doğru geliyor, hemen yaylım ateşiyle albayı delik deşik ediyorlar. Bir iki Fransız askeri cesedi yağmalamak için yanına geldiklerinde cebinde Napolyon tarafından verilmiş nişanı buluyor ve ‘Bu alçak geçenlerde saldırıya uğrayan birliğin komutanı albayı öldürmüş ve bir de şanlı nişanımızı çalmış’ diyerek deliye dönüp cesedi paramparça ediyorlar. Hayat bu işte; ne zaman, nerede, ne ile karşılaşacağı belli değil insanın.
Vücut ve ruh sağlığınız yerinde olsun.