15 Temmuz 2016’yı 16 Temmuz’a bağlayan gece bir çoğumuz artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyorduk. Nitekim ABD darbesini püskürtmeyi başaran Türkiye, gerek siyasi gerek psikolojik olarak yeni bir yön arayışına girişti ve Rusya ile S400 anlaşmasının imzalanmasına kadar gidecek bir süreç başladı.
Bugün isteyen reddetsin, isteyen görmezden gelsin hatta isteyen TBMM önünde kendini ateşe versin; Türkiye’nin olması gereken yerde, Avrasya’da olduğu açıkça önümüzde duran bir gerçektir ve bu yöneliş Türk toplumunun büyük kesiminden de destek görmektedir.
İşte tam burada dikkat etmemiz gereken bazı önemli hususları incelememiz, üzerinde düşünmemiz gerekmektedir.
Öncelikle bu noktaya nasıl geldiğimizi tespit etmeliyiz. Türkiye, Truman Doktrini ve Marshall Yardımları ile birlikte ABD’ye kucak açmış, üretimi baltalanırken, milli onuru defalarca zedelenmiş ve Amerika adeta Ankara’ya yerleşmiştir.
1980 darbesinden sonra tam anlamıyla ABD’nin istediği şekilde dizayn edilen ülkemiz, sürekli borçlanmış, borçlandıkça Atlantik sistemi tarafından ele geçirilmiş ve bir yandan horlanırken bir yandan da sömürülmüştür.
Buradan yola çıkarak geleceğe yönelik taktiksel değil; stratejik adımlar atmamız hayati öneme sahiptir. Biz Türkiye’nin tam bağımsız, rüzgarların yön verdiği değil; rüzgarlara yön veren bir ülke olmasını arzu ediyoruz. Bunun birinci ve olmazsa olmaz şartı ise Türk Ekonomisinin en az Türk Ordusu kadar güçlü olmasıdır.
Bu açıdan bakıldığında, esas olarak Türkiye’nin konumlandığı noktadan daha önemli olan şey Türkiye’nin öncelikle kendisini değiştirmeyi başarabilmesidir. Eğer üretemez ve yeni bir başarı hikayesi yazamazsak, muhatablarımızın kim olduğu bir süre sonra önem kaybetmeye başlayacak, Atlantik’in “Kötü adamı” bu defa Avrasya’nın “Kötü adamı” haline gelecektir.
Şu an için batılı finans kurumlarından aldığımız kredileri Çin kredileri ile, Atlantik’ten ithal ettiğimiz askeri teknolojileri ise Rus askeri teknolojileri ile ikame etmemiz mümkündür; ancak bunlar şüphesiz bir ülkenin stratejisi olamaz. Yani ithalat yaptığımız ülkeyi veya borç aldığımız kurumları değiştirmekle varabileceğimiz bir yer yoktur.
İşte tam da bu sebeple Türkiye’nin ayakları yere basan bir strateji oluşturabilmesi ve hem devleti hem de özel sektörü bunun etrafında seferber etmeyi başarması gerekmektedir.
Daha açıklayıcı olması bakımından bir örnek vermek gerekirse Türkiye, Rusya’dan uçak satın almak yerine Rusya’yla ortak üretim yapabilen, Çin bankalarından borç aramak yerine istihdam yaratacak projeleri Çin’le kendi coğrafyasında hayata geçirebilen bir strateji oluşturmalı ve bunun öncelikli meselemiz olduğunu unutmamalıdır.
Kesinlikle bilmemiz gereken bir gerçek var:
Türkiye sıcak paraya muhtaç kaldıkça, ana vatanı olduğu buğdayı bile ithal etmeye devam ettikçe ve ihtiyaç duyduğu bütün silahların tedarikini tamamen millileştiremedikçe, parmağı sallayan el değişse de her daim gözümüze sokulmak istenilen bir parmak olacaktır.
Dikkat edildiğinde göreceksiniz ki ABD, ülkemizi askeri açıdan değil ekonomisini yok etmekle tehdit etmiştir. Zira Türkiye’nin zayıf noktası ekonomisidir ve ekonomi büyük güçler için her zaman bir “terbiye” aracı olmuştur. Açılım süreci başlarken Türkiye’ye gelen kriz kahini Roubini Türk Ekonomisinin hızla güçleneceğini söylemiş, Erdoğan’ın “Çözüm süreci buzdolabında” açıklamasından sonra ekonomiyi değerlendiren Daron Acemoğlu ise “Açılım süreci sona ererse, Türkiye ekonomik krize girer” uyarısında bulunmuştur.
Sonuç olarak; zayıf noktamızı hızlı bir şekilde güçlendirmeli ve zenginleşerek/kalkınarak askeri gücümüzü desteklemeliyiz.
Soçi’de Asya Çağı’nın başladığı ilan edildi
veryansintv