Dünya ekonomisinin sürükleyici gücü enerjidir. Sıcak/soğuk savaşların, işgallerin, sivillere yönelik katliamlarının, darbelerin arka planında; en önemli nedenlerin başında; enerji kaynaklarını ele geçirme, taşıma yollarını ve ticaretini kontrol edebilme savaşımı yatmaktadır.
Dünyada tüketilen enerjinin, yaklaşık %34’ü petrol, %24’ü doğal gazla (toplamları %58) karşılanmaktadır. Her iki kaynak ta sadece enerji kaynağı olarak değil, binlerce sanayi ürününün vazgeçilmez girdisi konumundadır. Dolayısı ile bu kaynaklara erişim, tüm devletler ve insanlar için stratejik değerdedir; yaşamsaldır.
Türkiye, yıllardır sürdürülen yanlış enerji politikalarının kaçınılmaz sonucu olarak, enerji tüketiminde %76 oranında dışa bağımlıdır. Bu bağımlılık 1990’da %52, AKP’nin iktidara geldiği yıllarda %67, halen %76 düzeyindedir.
Petrol tüketiminde dışa bağımlılık oranımız %94, doğal gazda ise %99.4’tür. Petrol fiyatlarının yüksek seyir izlediği yıllarda (2013’te 109 dolar/varil) enerji ithalat faturamız yaklaşık 56 milyar dolardır. Genelde ise enerji ithalat faturamız toplam ithalatımızın %2024’ü aralığında seyretmektedir. Petrol ve doğal gazda, bu denli yüksek oranda dışa bağımlılık, ekonomik açıdan olduğu kadar, dış politika ve güvenlik açısından da büyük risk oluşturmaktadır. Sürdürülebilir değildir.
Türkiye’nin AKP tarafından yürütülen son derece yanlış dış politikası, enerji politikamızı da olumsuz etkilemektedir. Bunun en son ve somut örneği Doğu Akdeniz’de yaşanmaktadır. “Mavi Vatan” olarak tanımladığımız Münhasır Ekonomik Bölge’mizin (MEB) kapsadığı toplam alan 460 bin kilometre karedir. Ege’de Yunanistan ile Doğu Akdeniz’de ise diğer tüm kıyıdaş devletlerle (Suriye, Lübnan, Mısır, İsrail, Libya) çok ciddi sorunlar ve karşıtlıklar söz konusudur. Bu nedenle de özellikle Akdeniz’de MEB konusunda, bizim dışımızdaki tüm kıyı devletleri büyük oranda bize karşı olarak tanımlanabilecek bir paylaşım anlayışı içindedirler. Söz konusu durum, Doğu Akdeniz’de halen sürdürmekte olduğumuz arama, sondaj ve olası üretim faaliyetlerimiz açısından büyük bir karşıt cephe oluşturmakta ve harekât kabiliyetimizi ister istemez sınırlama riski yaratmaktadır.
Yurt içinde ve yurt dışındaki petrol ve doğal gaz faaliyetlerimizin 1954 yılından bu yana “amiral gemisi”, Türkiye Petrolleri’dir. 1954 yılında, dünyadaki benzer örnekleri model alınarak, dikey bütünleşik olarak yapılandırılan TPAO, 1980’li yıllardan itibaren, liberal politikaların etkisi ve Dünya Bankası dayatmaları ile adım adım parçalanmış ve sadece arama ve üretim fonksiyonları olan bir yapıya indirgenmiştir.
Oysa dünyanın bütün büyük petrol ve doğal gaz şirketleri, ister kamu (PDVSA, NIOC, CNPC), isterse özel şirket (ExxonMobil, BP, Shell) olsunlar, dikey bütünleşik yapıda örgütlenmişlerdir. Bunun temelindeki mantık, yüksek risk sermayesi gerektiren arama faaliyetlerinin gereksinim duyduğu yatırımları karşılayabilecek finansmanın, üretilecek petrolün rafine edilmesi ve pazarlanması ile elde edilecek katma değeri yüksek ürünlerin pazarlanmasıdan elde edilecek yüksek kârın, şirket bünyesinde yaratılmasının sağlanmasıdır. 1980 öncesinde; BOTAŞ, PETKİM, TÜPRAŞ, Petrol Ofisi, DİTAŞ, İGSAŞ gibi kamu şirketleri, gene bir kamu şirketi olan TPAO’nun çatısı altında iken; 1980 sonrasında, TPAO ve BOTAŞ haricindeki tüm şirketler birer birer özelleştirilerek, TPAO çatısı altından uzaklaştırılmışlardır.
Genelde enerji, özelde petrol ve doğal gaz sektörleri, stratejik sektörlerdir. Halen petrol ve doğal sektöründe, “kamu kurumu” olarak tanımlanabilecek 2 kurum kalmıştır: TPAO ve BOTAŞ... “Kamu kurumu” (tırnak içinde) vurgulamamızın nedeni, 30 Mayıs 2013’te çıkarılan “Türk” Petrol Kanunu ile TPAO’nun devlet adına arama ve işletme yapma hak ve yetkisinin kaldırılmış olmasıdır. Adında “Türk” yazılması ile aslında TPAO’nun devlet adına yıllardır yürüttüğü hak ve yetkinin kaldırılmış olduğu gerçeği, makyajla gizlenmiş olmaktadır. Bu da yetmemiş, her iki kurumun yetişmiş, deneyimli uzmanları emekliliğe zorlanmışlar; kurumun birikimi ve belleği, “gençleştirilme” bahanesi ile yok edilmiştir. Petrolcülük (başta petrol ve jeofizik mühendisliği, petrol jeolojisi, jeokimya, petrol ekonomisi, vb.), üniversite eğitiminin ardından, uzun ve zorlu iş başı eğitimlerini gerektirir. TPAO’nun yıllar içinde oluşturduğu bu beşeri zenginlik, özelleştirme sevdalısı sağ iktidarlar elinde erozyona uğramaya başlamış ve AKP iktidarı sürecinde ise neredeyse tamamen yok edilmiştir. Yönetim kademeleri, kimi “akıl daneleri”nin tavsiyeleri doğrultusunda, ağırlıklı olarak kurum dışından oluşturulmaya başlanmıştır. TPAO’nun temel fonksiyonları olan sondaj ve kuyu tamamlama hizmetleri, ihtisas alanı tamamen farklı olan BOTAŞ çatısı altındaki TPIC’e devredilmiştir. Bir petrol şirketi düşünün ki, Barbaros sismik gemisinin yanı sıra; Fatih ve Yavuz gibi iki derin su sondaj gemisini satın almış ama sondaj ve kuyu tamamlama daire başkanlıkları yok... Gemilerdeki personelin tamamı yabancı şirketlerden alınan hizmet kapsamında görev yapıyorlar ve bunun adı da “milli enerji politikası” olarak duyuruluyor! Petrol sektöründe, dışarıdan hizmet alınabilir; ama temel faaliyetlerin tamamı, sadece bu şirketlere teslim edilemez. Nitekim, Rum ve Yunan yaygarası sonucunda ortaya çıkan hukuksuz bir tutuklama tehdidinin ardından, hem gemilerin teçhizatının, hem de personelinin apar topar “yerlileştirilmesi”; stratejik bir öngörüden yoksun, zorunlu bir uygulama olmuştur.
TPAO ve BOTAŞ’a son darbe ise Şubat 2017’de, Türkiye Varlık Fonu’na bağlanmaları ile vurulmuştur. Varlık Fonu’nun kuruluş amacı ise sermaye piyasalarında araç çeşitliliği ve derinliğine katkı sağlamak, yurt içinde kamuya ait varlıkları ekonomiye kazandırmak, dış kaynak temin etmek, stratejik ve büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmek olarak açıklanmıştı. Görevleri, petrol ve doğal gaz gibi iki yaşamsal değerdeki kaynağı aramak, üretmek ve taşımak olan bu iki stratejik kamu kurumunun deneyimli elemanlarını emekli etmek, faaliyet alanlarını devre dışı bırakmak ve “dış kaynak temin etmek” için Varlık Fonu’na devretmek; “milli enerji politikası” diye pazarlanmaya kalkışılmaktadır! Stratejik kurumlarımız, son derece yanlış, olağandışı yüksek maliyetli, riskli ve stratejik olarak da sakıncalı “çılgın projelerin” finansmanı için, çeyiz olarak seçilmiş görünmektedir. Denizlerimizdeki tüm ruhsatlar, TPAO’ya aittir. Herhangi bir özelleştirme durumunda, bu ruhsatların yabancı şirketlerin eline geçmesi söz konusudur. Böylesi bir durumda, denizlerimizde, Mavi Vatan’ımızda, hiçbir hak iddia etmemiz söz konusu olmayacaktır.
NE YAPMALI?
Petrol Kanunu’nda değişiklik yapılarak; TPAO’nun devlet adına faaliyet hak ve sorumluluğu yeniden tesis edilmelidir. TPAO, Varlık Fonu çatısı altından çıkarılıp, BOTAŞ ile birleştirilmeli ve ardından, kuruluş felsefesinde olduğu gibi yeniden dikey bütünleşik olarak (rafinaj, dağıtım, pazarlama, petrokimya, gübre sanayi, vb. şirketleri ile bir bütün olarak) yeniden yapılandırılmalıdır. Bu şirket özerk olmalı ve yönetiminde, çalışanlarının meslek örgütlerinin (meslek Odaları, sendikalar) de temsil edilmesi sağlanmalıdır. Emekli edilen deneyimli ve yetkin yerbilimciler, kuruma geri alınmalı ve öncelikle Doğu Akdeniz arama ve sondajlarımızda, etkin görev almaları sağlanmalıdır.
Enerjide ve özellikle petrol ile doğal gazdaki son derece yüksek dışa bağımlılığımızı azaltmanın yolu, ulusal şirketimizin güçlü ve özerk olmasıyla sağlanabilir. Bir yandan yenilenebilir kaynaklarımızın enerji tüketimindeki payını arttırıp, enerji daha verimli kullanılırken, diğer yandan da ulusal petrol ve doğal gaz şirketimizle, yurt içi ve dışında doğru yatırımlarla, dışa bağımlılık boyunduruğundan kurtulabiliriz. Özelleştirmelerle, değerli ve stratejik kuruluşların yabancılara devirleriyle başarılmış bir bağımsızlık öyküsünü tarih yazmamıştır; yazmayacaktır. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Tam bağımsızlık denildiği zaman; elbette siyasi, mali, ekonomik, adli, askeri, kültürel vs. her hususta, tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımdan herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, millet ve memleketin gerçek manası ile bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.”
Aydınlık