Yunanistan, Adalar Denizi (Ege)'nde karasularını 12 mile çıkarmaya hazırlanıyor. Aydınlık, Türkiye'nin itiraz gerekçelerini ve 1995 tarihli 'casus belli' kararını tüm yönleriyle inceledi.

29 Aralık 2020'de İyon Denizi'nde karasularını 12 mile çıkarma kararı alan Yunanistan, bu uygulamayı adım adım Adalar Denizi'ne genişletmeyi planlıyor. 3 adımlı plana göre İyon Denizi'nin ardından önce Büyük Çuha, Küçük Çuha ve Girit hattının karasularında 12 mil ilan edecek olan Yunanistan, ardından Adalar Denizi’nde bu uygulamayı hayata geçirecek. Nitekim İyon Denizi'yle ilgili kararın ardından açıklama yapan Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis de, Adalar Denizi'ndeki 12 mil haklarını saklı tuttuklarını söylemişti. Fakat Miçotakis'in esas korkusu, kamuoyunda “casus belli” olarak anılan 31 Mayıs 1995 tarihli TBMM Kararı. Bu kararla Türkiye Büyük Millet Meclisi, Adalar Denizi'nde 6 mil üzerindeki herhangi bir uygulamanın önlenmesi için güç kullanımı da dahil olmak üzere her türlü yetkiyi hükümete vermişti. Yani Yunanistan karasularını değil 12 mile; 6,1 mile dahi çıkarsa “savaş sebebi” sayılacak ve gerekli müdahale yapılacaktı. İşte bu karar, hala yürürlüktedir.

Önceki gün Bulgaristan'ın başkenti Sofya'da bir açıklama yapan Miçotakis'in “casus belli” kararından rahatsızlığını gündeme getirmesi de, bu konuya mercek tutmamızı sağladı. Nitekim Türkiye'de bir dönem bu karardan “utanç” duyan siyasetçiler vardı. Örneğin 8 Nisan 2005'te gazetecilerin sorularını yanıtlayan dönemin TBMM Başkanı Bülent Arınç, aynen şu ifadeleri kullanmıştı: 

“Benim anladığım casus belli kararı, Yunan Parlamentosu’nda rahatsızlık oluşturmuş görünüyor. Buna bir bakmak lazım. İlişkilerin gelişmesinde engel olduğu anlaşılıyor. Türkiye ile Yunanistan arasında Ege sorunlarının çözümünü sağlamak için istişari görüşmeler devam ediyor ve iyi gidiyor. Artık bu devirde bu kararı da ortadan kaldırmak lazım.”

Peki Yunanistan'ın 12 mil talebi ne kadar hukuka uygundur, Türkiye'nin itirazları ne kadar haklıdır, hakkaniyetli olan nedir, hangi anlaşmalar geçerlidir, Bülent Arınç haklı mıdır, yoksa bu bir ihanet midir, inceleyelim...   

YUNANİSTAN'IN İDDİASI

1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS)'nin taraflarından olan Yunanistan, Adalar Denizi'ndeki 12 mil iddiasını Sözleşme'nin 3. maddesine dayandırıyor. Sözleşme'nin 3. maddesinde, karasularının “azami genişliği” 12 mil olarak belirlenmiş. Adaların deniz alanlarına sahip olması meselesi ise 121. maddede düzenlenmiş. Sözleşme'nin 121/2 maddesinde “3. paragraf hükümleri saklı kalmak üzere, bir adanın karasularının, bitişik bölgesinin, münhasır ekonomik bölgesinin ve kıta sahanlığının sınırlandırılması, işbu Sözleşme'nin diğer kara parçalarına uygulanabilir hükümlerine uygun olarak yapılır.” deniliyor. İşte Yunanistan bu iki maddeye dayanarak, kara ülkesinde uygulayabileceği “azami 12 mil” karasuyunun, her bir adası için de geçerli olacağını savunuyor. Bunun yanında sözde tezini kuvvetlendirmek için bir de “Adalar Devleti” olduğunu iddia ederek, tüm adalarının tam etkiye sahip olduğunu, bunların arasında kalan suyun da Yunanistan'ın iç suyu olduğunu savunuyor. Özetle Yunanistan, Lozan'da belirlenen 3 mil dışında geri kalan tüm adalar ile suyun kendisine ait olduğunu ileri sürüyor.

TÜRKİYE'NİN DAYANAĞI

Her şeyden önce 1982 Sözleşmesi, kıyıdaşlar arasında yapılmış ve hala yürürlükte olan ikili anlaşmaların geçerli olduğunun altını çiziyor. Yani Adalar Denizi'nde Türkiye'nin tek atıf yapması gereken anlaşma, 1982 Sözleşmesi değil, Lozan Antlaşması olmalı. Lozan'da Adalar Denizi'ndeki karasuları genişliği 3 mil olarak belirlenmiş. Fakat Yunanistan 1936'da Mussolini tehdidini bahane ederek karasularını tek taraflı olarak 6 mile çıkarmış. 2. Dünya Savaşı'nın bitişi ve NATO'da Yunanistan ve İtalya'nın müttefik olmasından sonra ise Türkiye, “statuque ante”, yani savaş önceki duruma geri dön bakalım demek yerine, 1964'te karasularını 6 mile çıkarmış. Bugün 6 mil rejimine göre açık deniz alanı yüzde 49 oranında. Bunun 12 mile çıkması durumunda ise açık deniz alanlarının oranı yüzde 20'ye düşüyor ve Türkiye'nin, Yunan karasularına uğramadan açık denizlere çıkış şansı tamamen ortadan kalkıyor.

Diğer yandan Yunanistan, kendisinin bir "Adalar Devleti" olduğunu ifade ediyor. Halbuki Sözleşme'nin 46. maddesi; "adaların tam yetkiye sahip olabilmesi için ülkenin arşipellerden oluşması" şartını koşuyor. Yani bir ülkenin "Archipelago State" olabilmesi için tamamen yada büyük ölçüde adalardan müteşekkil olması gerekiyor. Fakat Yunanistan'ın yüzölçümünün sadece yüzde 17'si ada, adacık ve kayalıklardan oluşuyor. Bunların pek çoğunda bir ekonomik hayat ve yerleşik halk bulunmuyor. Bu bakımdan esas hatların çiziminde referansın anakara olması gerekiyor.

Ayrıca Sözleşme'nin 3. maddesinde, “Her devlet karasularının genişliğini tespit etme hakkına sahiptir; bu genişlik işbu Sözleşme'ye göre tespit edilen esas hatlardan itibaren 12 deniz milini geçemez.” deniliyor. Fakat hem örf adet hukukuna, hem hakem kararlarına göre bunun her durumda uygulanabilecek genel ve tekdüze bir kural olmadığı ortaya görünüyor. Başka bir ifadeyle 3. madde, karasularının 12 mil olduğunu değil, coğrafi ve hukuki açıdan mümkünse 12 mile kadar çıkarılabileceğini beyan ediyor. Nitekim Türkiye Sözleşme'ye taraf olmadığı için 3. maddeden kaynaklanan ahdi bir yükümlülüğü de bulunmuyor. Adalar Denizi'nin özel durumu göz önüne alındığında, buradaki deniz sınırlandırmalarının karşılıklı bir antlaşma ile yapılmasının zorunluluğu görülüyor. Sözleşme'nin 15. maddesi ve örf ve adet hukuku da, karasuları sınırlandırmasında özel durumların varlığı halinde, adalara diğer kara ülkelerinden daha az etki tanımanın yada hiç etki tanımamanın mümkün olduğunu belirtiyor.

Yine III. Deniz Hukuku Konferansı’nda, 121. madde taslağına ilişkin açıklamalardan anlaşıldığı üzere, adaların karasularının kara ülkelerine dair diğer hükümlere göre değerlendirilmesi şartının, sınırlandırma problemlerinin olmadığı alanlara yönelik olarak belirlendiği ve bu konuda genel bir kural koyma amacı taşıdığı görülüyor. Dolayısıyla karasuları sınırlandırması söz konusu olduğunda, Sözleşme’nin 15. maddesine göre bir değerlendirme yapmak suretiyle, özel durumlar söz konusu ise, adalara, ana karalara göre sınırlı etki tanınması ya da hiç etki tanınmaması mümkün.

DEVLET UYGULAMALARI VE KARARLAR

Devletler arası uygulamada, karasuları sınırlandırmasında adalara hiç etki tanınmayan ya da sınırlı etki tanınan çok sayıda örnek de mevcut. Hepsinden önce Yunanistan'ın son dönemde İtalya ve Mısır ile yaptığı anlaşmalarda bile adalarının tam etki alamadığı görülüyor. Burada adalar değerlendirilirken şu kıstaslara dikkat etmek gerekiyor:

  • Adaların ortay hattın hangi tarafında kaldığı,
  • Ana karadan ne kadar uzak olduğu,
  • Büyüklüğü, ekonomik hayatı, modernizasyondan önceki hali,
  • Kıyıdaş devletin su yollarını kapatıp kapatmadığı,
  • Kıyı uzunluğundaki oransallık ve hakkaniyet ilkesi.

Bu temel yaklaşımların yanında bazı kararlarda ortay hattın doğru tarafında kalan adalara dahi hiçbir deniz alanı verilmediği görülüyor. Örneğin Çin ve Hong Kong İngiliz İdaresi arasında 1899 yılında yapılan sınırlandırma anlaşmasında, İngiliz egemenliğinde bulunan ancak Çin kıyılarına çok yakın olan Lan Tao Adası’na; Danimarka ile İsveç arasında 1930 yılında imzalanan andlaşmada Ven Adası’na doğru tarafta olmalarına rağmen deniz alanı tanınmamış. Bahreyn ile Katar arasındaki uyuşmazlığa ilişkin kararda ise Bahreyn’e ait olan Qit’at Jaradah Adası, yüzölçümü bakımından küçük ve insanların yaşamasına elverişsiz bir yapıda olan “önemsiz bir deniz unsuru” olarak tanımlanmış ve ihmal edilmiş. Bunlara benzer onlarca karar mevcutken, Yunanistan'ın Uluslararası Adalet Divanı'ndan hukuken elde edebileceği bir damla suyu bulunmuyor.

NEDEN 12 MİLE KARŞIYIZ?

Türkiye'nin Karadeniz ve Akdeniz'de karasuları 12 mil olarak belirlenmiş. Fakat Adalar Denizi'nde 6 milin üzerindeki bir uygulamanın "casus belli", yani savaş nedeni olacağı 1995 yılında TBMM'de alınan kararla dünyaya ilan edilmiş. Bunun çok temel bir sebebi bulunuyor: 3 bine yakın ada, adacık ve kayalığın bulunduğu Adalar Denizi'nde 12 mil uygulaması, bölgedeki tüm geçiş alanlarını kapatarak Türkiye'yi Marmara'ya hapsediyor. Yunan karasuyuna uğramadan Akdeniz'e açılmanın mümkün olmadığı böyle bir uygulamda, Adalar Denizi'ndeki şuan yüzde 49 olan açık deniz alanı yüzde 20'nin altına düşüyor.

Yunanistan her ne kadar karasularında Zararsız Geçiş Rejimi uygulanacağını iddia etse de, konu bununla da sınırlı değil. Her şeyden önce Türkiye'nin ab initio (başlangıçtan) ve ibso facto (kendiliğinden) hakkı olan kıta sahanlığı alanında Yunan iç hukuku geçerli olacak ki, böyle bir rejimin uygulanması da kabul edilemez.

Daha öz bir ifadeyle; “Açık deniz alanları üzerindeki uluslararası hava sahasından bütün devletlerin tabiiyetindeki hava araçları serbestçe uçabilirken, karasuları üzerindeki hava sahası kıyı devletinin münhasır egemenliği altındandır ve hava sahasından zararsız geçiş hakkı yoktur. Yine açık deniz alanlarında tüm devletlerin avlanma serbestisi varken, bu alanların bir devletin karasularına dönüşmesi halinde su tabakası üzerindeki tüm haklar da kıyı devletine geçecektir. Açık deniz alanlarında bütün devletlerin deniz altı kablo ve boru döşeme serbestisi mevcutken, karasularında kıyı devleti dışında diğer devletlerin böyle bir hakkı bulunmaz. Ayrıca yabancı bir devletin karasularından geçen denizaltılar, su üstünden seyretmek zorundadır ve kıyı devleti güvenliğini koruyabilmek için gerekli gördüğü hallerde zararsız geçiş hakkını askıya alabilir.”

Yani 12 mil rejimi Türkiye'nin egemenliğinin mutlak ihlalidir. Türk kıta sahanlığının Yunan karasuyuna dönüşmesidir. İzmir'e Yunan askerinin çıkmasından farkı yoktur.

SORUN NASIL ÇÖZÜLECEK?

Deniz yetki alanlarının belirlenmesindeki en temel ilke, denizin karaya tabi olmasıdır. Adalar Denizi'nde önce ada, adacık ve kayalıkların aidiyeti belirlenmeli, daha sonra karasuyu, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge, hava sahası ve aramakurtarma sorumluluğu tayin edilmelidir. Nitekim Yunanistan kıta sahanlığına ilişkin Uluslararası Adalet Divanı'nın kapsını çalmış, fakat mahkeme ikili bir anlaşma yapılması gerektiğini belirterek ihtiyati tedbir talebini reddetmiştir. Daha sonra 1976 yılında iki ülke arasında imzalanan Bern Mutabakatı ile sorunlar dondurulmuş, bu denizde tek taraflı herhangi bir adım atılmayacağı kararlaştırılmıştır. Yunanistan'ın 1987 yılında Bern Mutabakatı'nı bozarak Taşoz'un 10 mil açıklarında petrol arama faaliyetine girişmesi, Türk Donanması'nın 24 saat içinde tüm Adalar Denizi'ni kontrol altına alarak Yunanistan'a iyi bir ders vermesiyle sonuçlanmıştır. Kardak'ta yaşananlar ise Yunanistan için utanç vericidir. Sözde koruduğu bir adaya Türk komandolarının çıkması, dibindeki adada kimin olup olmadığını Amerikalılardan teyit etmesi ve Türk denizaltılarını tespit edememeleri, günün sonunda Yunan Genelkurmayı'nın istifasıyla sonuçlanmıştır.

Dolayısıyla Yunanistan'ın taleplerinin ne askeri ne hukuki ne de tarihsel hiçbir dayanağı yoktur. Bugüne kadar bir savaş bile kazanmadan sınırlarını beş kat büyüten Yunanistan'ın, Türkiye'nin Venedik ve Cenevizlilerden aldığı adalar üzerinde hak iddia etmesi absürttür. Yunanistan talepleri müzakere etmeye bile uygun değildir.

Türkiye için Adalar Denizi'nin dondurulmuş statüsünün bugün için korunması, Doğu Akdeniz'deki hak ve çıkarlarına yoğunlaşması bakımından önemlidir. Nitekim Adalar Denizi'nin bir Yunan gölüne dönüşmesi, Türkiye'nin yanında tüm Karadeniz ülkeleri ile buradaki açık sular üzerinden ticaret yapan tüm dünya ülkelerini ilgilendirmektedir.

Adalar Denizi’nin benzersiz coğrafyası, benzersiz bir çözümün gerekliliğini de beraberinde getirecektir.

ADALAR DENİZİ NEREDEN BAŞLAR?

Türkiye’nin 3 Aralık 2010'da Uluslararası Hidrografi Organizasyonu (IHO)'na deklare ettiği haritada gösterildiği üzere Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi ayrımı; Büyük Çuha, Küçük Çuha, Girit, Kaşot, Kerpe ve Rodos adalarının Akdeniz’e bakan uçlarından Akyar Burnu’na ulaşacak şekilde oluşturulan hattı kapsıyor.