Bu sorunun çözümü ve daha büyük kışkırtmaların önünün alınması için Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönüşü için bir takvimin ilan edilmesi ve Türk toplumunun rahatlatılması gerekiyor. Kamuoyunda bugün yükselen duyguyu ifade eden soru “Bu iş nereye gidecek” sorusudur. Toplum sığınmacılar meselesinin varacağı sonu anlamak istiyor. Hükümetin “kapılarımızı mazlumlara açtık” savunması ya da AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Yasin Aktay’ın “zaten bütün Anadolu göçmen sayılır, mesele edecek bir şey yok” türünden çocukça açıklamaları, hükümetin işi belirsiz bıraktığını, ipe un serdiğini ve bu işin nasıl sonuçlanacağını kendisinin de bilmediğini düşündürtüyor.
Suriye meselesi esas olarak bitmiştir. Rejim yıkılmadı. Beşar Esad’ın meşru devlet başkanı olduğu kanıtlandı. Suriye rejimine yönelik mezhepçi takıntılar, ne kadar gerçek olduğu şüpheli “çocuk katili” vb. suçlamaları devletler arası ilişkilerin mantığına aykırıdır. Eğer bu duygusal gerekçeler geçerli olsaydı, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından ülkemizi işgal edip halka tarifsiz zulümler yapmış olan Yunanlarla ebedi düşmanlık gütmesi gerekirdi. Oysa tam tersi oldu, derhal iyi ilişkiler kuruldu.
Meseleye Türk milletinin çıkarları açısından bakmak zorundayız. Ve böyle baktığımızda Suriye’nin meşru yönetimi ile diplomatik ilişkiler başlatılarak, Suriyelilerin ülkelerine dönüşleri için bir takvimin oluşturulması vaktinin gelmiş de geçiyor olduğu açık.
Türkiye’nin kucak açtığı yabancı sığınmacılar meselesi artık tohuma kaçtı. 10 yılı aşkın süredir dört milyon Suriyeli sığınmacı ülkenin her yerine dağılmış, kendi ekonomilerini, toplumsal ilişki ağlarını ve yaşam mekânlarını kurmuş durumdalar. Yıllar önce “Suriyeli gettosu” tehlikesine dikkat çeken bir yazı yazmıştım. Gettolaşma, toplumun geri kalanıyla karışmamakaynaşmama anlamına gelmekle kalmaz, aynı zamanda ona meydan okuma eğilimlerini de teşvik eder. Eğer sayıca çok az olsalar, kendi iç gruplarından referans alma şansları az olsa, uyum için daha istekli olurlardı. Ama kendi gettolarında isterlerse aylarca Türklerle muhatap olmadan yaşayabilecek bir çoğunluğa ulaştıklarında, kimseyi “takmama” eğilimleri de geliştirirler. Yaşlılarda ve iş güç sahibi olanlarda kendilerine kucak açan topluma karşı minnet ve saygı duyguları daha güçlüyken toplumsal bütünleşme düzeyi düşük olan gençlerde bu duygular daha zayıftır. Kendi kültürü ile bile henüz düşük düzeyde bütünleşmiş, kuşak çatışması yaşayan Suriyeli gençlerin Türk toplumuna ve kültürüne saygı duyması, uyum sağlaması daha zordur. Nitekim TürkSuriyeli çatışması ya da Türk kamu düzenine saygısızlık anlamına gelen olayların faillerinin hep genç, çoğunlukla eğitimsiz ve niteliksiz kimseler olduğu görülüyor. Ancak sosyolojik bir realitedir, kamuoyunun dikkati böyle durumlarda hep “biz” ve “onları” ayıran kültürel sınırlara yoğunlaşır.
Otobüs durağında bekleyen üniversite öğrencisi, tinerciler tarafından bıçaklanarak öldürüldüğünde, saldırganların TC uyruğunda olması nedeniyle aklımıza “kahrolsun Türkler!” demek gelmez. Olay “bizim” iç meselemiz olduğundan, kötülüğün kaynağını uyuşturucu bağımlılığı, cehalet, asayişsizlik gibi yerlerde ararız. Fail Suriyeli olduğunda ise suçlu bizatihi onun “Suriyeli” oluşundadır. Madde bağımlılığı, cehalet ya da asayiş eksikliğinin önemi kalmaz. Böyle durumlarda kültürel bir çatışma için geriye bir tek eksik kalır: Türk toplumu içinde yabancı düşmanlığının kışkırtılması! Şimdi yapılan iş budur.
AK Parti çevrelerinde gündeme getirilen Göç Bakanlığı kurulması yanlış bir karar olur. Bakanlıklar ülkelerin yapısal örgütlenmesi ile ilgili konularda kurulurlar. Türkiye bundan böyle yolgeçen hanı olacaksa ya da uluslararası göç güzergâhı olmaya göre bir siyasal konumlanma tayin edecekse, göçü yönetmek üzere bakanlık kurabilir. Sığınmacılar sorunu ya da uluslararası kaçak göçler yönetilmesi değil, engellenmesi ve giderek gündemimiz olmaktan çıkarılması gereken sorunlardır. Yani sorun, bakanlık sorunu değildir. Hükümetin Suriye ile ilişkiler konusundaki siyasi iradesi ile ilgilidir.