Tam da Müjdat Gezen ve Metin
Akpınar’ın TV’de yaptıkları konuşmanın medyaya bir kısmının yansıtılıp, bu
yansıtma üzerinden savunma durumunda bırakıldıkları bir süreçten geçerken,
geçmişte yazdığım bir yazıyı anımsadım. Bu anımsamaya vesile olan; kamuoyunda
“imzacılar” olarak bilinen ve imza nedeniyle kurumundan ayrılmak zorunda kalan
bir akademisyenin mülakat yapma isteği oldu. Kendisini imza olayından önce
tanımış ve kadın sorunları alanında çalışmalarımız nedeniyle bir iki kez
yolumuz kesişmişti. Mülakat da; kadın çalışmaları üzerine olunca kabul ettim.
Ve bir prensibimi bozdum. Soruları alır
ve yanıtları yazardım hep. Ses kaydı olunca, arasından çekilen bazı sözcüklerle
farklı anlamlara vesile olacak bir konuşma çıkabilir ortaya diye düşünürdüm
hep. Bu kez yazılı değil, sözlü konuşmayı kabul ettim ve hatta birlikte
fotoğraf çekme teklifine de hayır demedim. Hepimizin birbirimizden kuşku duyarak
ve ondan bana ne kötülük gelir diyerek yaşadığımız bir ortamda hiç kimse bir
şey üretemez. Bir şekilde, bize sürekli telkin edilenin dışına çıkmayı
başarmalıyız. Güveni yeniden oluşturmak, ortak paydaları keşfetmek,
karşımızdakilere savunma olanağı vermeden yargılamaktan uzak durmak için kendimizi
zorlamalıyız.
Toplum olarak o kadar atomize olduk ve
totalci yaklaşır olduk ki olaylara!... Birbirimizin üzerine çarpı koyarak
nereye kadar gidebileceğiz, ya da birbirimizden kuşku duyarak?!...
“Barış” başlıklı imza olayı kamuoyunun
gündemini çok uzun süre meşgul etmişti. İmzacıların hepsi mi bilmiyorum ama
çoğunluğunun yaşamları değişti. O süreçte yazdığım “Al bu senin kahramanın” başlıklı yazımdan bazı satırları anımsadım,
iki sanatçımızın kamuoyu gündemine suçlanan ifadelerle oturtulmaları ile
başlayan tartışmalar ve de bu mülakat vesilesi ile... Yine yazsam, farklı
yazacağım bir şey yok. Ama acaba imza atanlar süreci izledikten sonra hala aynı
metine imza atarlar mıydı?!...
“Bu akıl almaz, çapraz baskıların
giderek arttığı süreçten, akılla çıkacağız diyoruz ya!... Üniversiteler
üzerinde baskı görünür olunca, özgürlükleri nerede anlatır ve savunur
olacağız?!... Sıkıştırıldığımız yeri anlatmaya sözcük bulmakta gerçekten zorlanıyorum...
Adalet iki dudak arasına sıkışan ceza
sözcüklerinden ibaret olsun istemiyorsak, fotoğrafın bize gösterilen
noktalarına değil, tümüne bakalım diyorum da, nasıl anlatılır inanın
bilemiyorum... Hepimiz aynı cenderenin içindeyiz... sadece bunu biliyorum...”
.................” Büyük resme bakmaktan söz ediyorum, bizi ötekileştiren
söylem nedeniyle, provoke olup, ötekileştirmemekten, ceza adı altında verilenin
ödüle dönüşmesinden, "öteki" diye tanımlananı yok ederek/ettiğimiz
zannettirilerek, var olabileceğimiz yanılsamasına itilmemekten... Bizim gibi
düşünmeyenlerin susturulmasına seyirci kalmaktan, hatta aktör yapılmaktan...
Tek tipçi söylem, susturulanların söylemi ile tekrar karşımıza çıktığında,
suçlanan olabileceğimizden... Özetle; sürecin bizi ittiği yere sürüklenmek
istemiyorum ve "Ben senin gibi
düşünmüyorum diyebilme hakkımdan kendiliğimden vaz geçmek istemiyorum"...
diye yazmıştım... büyük resme bakmamızı önleyen süreçten söz ettiğim o yazıda
ve biz hala nokta atışı yapılan alanlarda dağı(tı)lıyor ve sus(turul)uyoruz.
Gündem ve kafalarımız nefret söylemleri ile dolu.
Böyle giderse; hep suçlanan birileri olacak ve
bir şekilde mesafeler açılacak, ortak payda olan iktidara karşıtlıkta kimse yan
yana gelemez olacak. Muhalefetin dilim dilim ayrış(tırıl)arak, herkesin
birbirine mesafe koyduğu zeminde iktidar etrafında toplaşanlar, menfaatini
burada bulanlar üzerinden toplum baskılanmış olacak. Yalnız hissetmeniz ve bir
şey yapma çabasına girmemeniz, söylemlerinize sansür uygulamanız ve suskunluk sarmalına
itilmeniz muhalefetin reflekslerini de kırmış olacak. Uzunca süredir ve bugün
yaşadığımız tam da bu!...
Adaletin olmadığına kanaat getirenlerin
sayısı ve bunu düşündürecek olaylar katlanarak artıyor. Söz söyleme özgürlüğü
tek kişinin tekelinde ve kendinizi bağlı hissettiğiniz kişi, kurum ve tarihsel
olaylar üzerinden sürekli tahkir edilir buluyorsunuz kendinizi ve savunma
yaparken, suçlanır duruma düşüyorsunuz. Bir kişi avazı çıktığı kadar
bağırabilir ve istediği kişiye istediği hakareti yapabilir noktasına bizi
getiren, giderek birbirimize koyduğumuz mesafe oldu. Birbirimize yeniden güven
duymak için bir şeyler yapmak gerektiğini kabullenmeliyiz. Bunu nasıl
yapabileceğimiz üzerine düşünmekte yeterince geciktik. Bizleri birbirimizden uzaklaştıracak yeni
mesafeler icat edilmeden, güveni yeniden
inşa etmek için özgürlük alanlarımızın giderek daraltılmasında kendi payımızı
sorgulayarak başlamalıyız.