Dicle Eroğul yazdı...
“ÖLÜMSÜZ CUMHURİYET DONANMASI”
başlığını, Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz'den aldım. Gürdeniz, Cumhuriyet
Donanması'nın ölümsüzlük sırrına erişme yükümlülüğünü, Cumhuriyetimizin kuruluş
yıllarında dile getiren Albay Abdürrahim Fevzi Bey'e atıfta bulunur:
“15 Şubat 1924’te kurulan Bahriye
Dairesi Reisliğinin kurucu reisi Albay Abdürrahim Fevzi, Deniz Kuvvetlerine
yayımladığı ilk prensip mesajında şunları söylemişti:
“Hiç bir milletin Deniz Kuvvetleri
bizim bugün içinde bulunduğumuz zorluklarla karşılaşmamıştır. Deniz
Kuvvetlerimizin materyali bugün Abdülhamid istibdadının bıraktığı mirastan daha
sönük ve daha azdır. Buna rağmen personelin subay kısmı en yeni bir Donanmayı
en üstün bilgilerle sevki idare edecek kifayet ve kabiliyettedir. Halen Deniz
Kuvvetlerimizin kadrosunu teşkil eden subaylar Deniz Kuvvetlerini ve Donanmayı
ölümsüzlük sırrına eriştirmekle mükelleftirler.”
Amiral Gürdeniz şöyle devam etmiş:
“Cumhuriyet Donanması akan yıllar içinde ölümsüzlük sırrına erişmiştir.
Bu sır, ana vatanı ve mavi vatanı, Cumhuriyet için ne pahasına olursa olsun
koruma sorumluluğundan başka bir şey değildi. Deniz jeopolitiğinin gereğini her
koşulda gelecek kuşaklar için yapmaktı. Bu süreçte her kayıptan, acılardan ve
her zorluktan ders çıkarıldı. Atılay’ın, Refah’ın, Dumlupınar’ın, Kocatepe’nin,
Muavenet’in kaybı. Gölcük Depremi. Başta Balyoz olmak üzere kumpas davalar...
Yaşanan trajediler ve karşılaşılan devasa engeller ile engebeler Cumhuriyet
Donanması'nın rotasını değiştiremedi.”
“15 Temmuz 2016 kalkışmasında FETÖ’nün yediği tokatın, bu rotanın
sağlamlığını bir kez daha ispatladığını”
kaydenen Cem Gürdeniz, o hain darbe teşebbüsünün yaşandığı gece ile ilgili çok önemli hususların
altını çizmiş:
“Balyoz ve diğer kumpaslar ile 25
Amiral ve 400’e yakın en iyi denizcisini tasfiye ettirerek, bu seçkin
denizcilerin makam ve rütbelerini çalan FETÖ mensupları, Cumhuriyet
Donanması'nı 15 Temmuz 2016 gecesi korkunç bir tuzağın içine çekemedi. Savaş gemilerimizin hiç birisi halkına ateş etmedi. Birbirlerine
ateş etmedi. Hainler çok kısa süre içinde teslim olmak zorunda kaldı. Üs ve
limanlarından gerçek bir emir aldıklarını zannederek ayrılan az sayıdaki
gemimiz hain planın farkına vararak kısa sürede üslerine geri döndü. Hainler
Deniz Kuvvetleri Komutanı'nı derdest edemedi. Tüm bu gelişmeler Cumhuriyet
Donanması'nın ölümsüzlük ruhunun sonuçlarıdır. Deniz subay ve astsubaylarımızın
durumsal farkındalık üstünlüğünün sonuçlarıdır. Donanmamız, Sahil Güvenlik
Komutanlığımızın seçkin denizcileri ile Cumhuriyetimizin deniz çıkarlarını
sadece korumaya değil, geliştirmeye de devam edecektir. Muhtaç oldukları kudret
Cumhuriyet ve Cumhuriyet Donanması'nın geçmişinde saklıdır.”
Bu bilgiler ışığında şu noktaya varırız:
Türk Milletinin her bir ferdi, Donanmamızın 'ölümsüzlük sırrını' kaybetmemesi
için Deniz Kuvvetleri'ne titizlikle sahip çıkmalıdır çünkü bekası buna
bağlıdır. Atatürk, Türk Cumhuriyeti için Donanmanın ve kadrosunun önemini her
fırsatta vurgulamıştır:
“Sınırlarının önemli ve büyük
kısımları deniz olan Türk Devleti'nin donanması da önemli ve büyük olmak
gerekir. O zaman Türk Cumhuriyeti, daha gönlü rahat ve güvenli olacaktır.
Eksiksiz ve güçlü bir Türk Donanması'na sahip olmak amaçtır. Buna ilk gidiş
noktası, savaş gemileri sağlanmasından önce onları başarıyla yönetecek güçlü
komutanlara, subaylara, uzmanlara sahip olmaktır.”
Bu alıntılardan çıkan sonuç, Donanmamızın
“ölümsüzlük sırrı”, Deniz Kuvvetlerimizi oluşturan subay ve astsubaylara
bağlıdır. Ayrıca Türk Milleti, bir savaş gemisine sahip olabilmek için nasıl
özveride bulunuyorsa; bir komutanı, subayı ya da uzmanı eğitip yetiştirebilmek
için de aynı şekilde ve hatta daha fazla özveride bulunuyordur. Dolayısıyla her
Türk vatandaşı, Deniz Kuvvetleri'ndeki tüm komutan, subay ve uzmanlarına kıskançlıkla
sahip çıkmalıdır.
İşte bu nedenlerle; Nedim Şener'in, Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı Tümamiral Cihat Yaycı
hakkındaki 22 Ocak 2020 tarihli yazısını okuyunca üzülmüş ve endişeye
kapılmıştım. “Ya emeklilik ya istifa” başlığını taşıyan bu yazıda Yaycı için, “Basında
çok yer alması, açıklamaları, yazdıkları nedeniyle savunması isteniyormuş,
inceleme başlatılmış” olduğu bilgisi verilmişti. Bu haber bana, o zamanlar Kamu
Kurumu olan Türk Telekom'da bir bürokrat olarak görev yapmakta olduğum 90'lı yılları
hatırlatmıştı. Türk Telekom'un satışının gündemde olduğu yıllar, basın sürekli
Türk Telekom'u eleştiriyor, deyim yerindeyse saldırıyor. İnternet alt yapısından sorumlu olan dairenin
başkanlık görevini yürütmekteydim. 1998 yılı başlarıydı, yine basındaki haksız
bir eleştiriye eposta yoluyla yanıt verdim. Bundan sonra da basına
bilgilendirme yapmaya devam ettim. Hakkımda ne bir inceleme başlatıldı, ne de
bir soruşturma açıldı. Zaten o sırada Türk Telekom yöneticileri olarak hepimiz
mahkemede sanık olduğumuzdan, üst yönetime görevden el çektirilmişti. Genel
Müdürlüğe vekaleten bakan inisiyatif sahibi değerli Amirimiz, Kurum lehine
gerekli açıklamaları basına yaptığım için bana teşekkür etti.
Devlet memurlarının, basına bilgi ve demeç vermesine
ilişkin düzenleme 657 sayılı Kanunun 15'inci maddesinde yapılmıştır. Bu
maddede, memurların kamu görevleri hakkında basına, haber ajanslarına veya
radyo ve televizyon kurumlarına bilgi ve demeç veremeyecekleri belirtilmiştir. Aynı maddede “Askeri hizmet ile ilgili bilgiler özel kanunların yetkili kıldığı
personel dışında hiç bir kimse tarafından açıklanamaz." hükmü de yer
almaktadır. Söz konusu maddenin 1982
tarihli bu düzenlemesininin gerekçesinde,
“idarenin halkla ve kamuoyuyla münasebetlerinde insicam sağlamak amacıyla bu madde konulmuştur."
açıklamasına yer verilmiştir. Danıştay Başkanlığı'nca, basına bilgi ve demeç
verme yasağı kapsamı içine sokulmak istenen çeşitli eylemlerin, yasak kapsamına
girmediğine karar verilmiştir. O tarihte Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı'nı
yürütmekte olan Tümamiral Cihat Yaycı özelinde değerlendirecek olursak, Deniz
Kuvvetlerinin insicamını sağlama görevi verilen bir kişinin, İdarenin halkla ve
kamuoyuyla münasebetlerindeki insicamı bozması zaten beklenemezdi ve
anlaşıldığı kadarıyla Nedim Şener'in yazısında bahsedilen incelemeden sonuç
alınamadı.
Ayrıca, devlet memurlarının genel olarak basına
açıklama yapma yasağı varmış gibi geniş yorumlanan bu Kanun maddesinin, içinde
bulunduğumuz iletişim çağında yeniden değerlendirilmesi gerekir. Medyanın artan
gücüyle birlikte siyasetçiler, medyayı bir propaganda/ zihinleri kontrol etme aracı
olarak kullanmaya başladılar. Oysa Cumhuriyet basını, bir algı yönetimi aracı
değildir, olmamalıdır. Her zaman olduğu gibi Ulu Önderimiz Atatürk'e başvuralım:
“Basın,
milletin genel sesidir. Bir milleti aydınlatma ve uyarmada, bir millete
gereksindiği fikri gıdayı vermekte, özet olarak bir milletin mutluluk hedefi
olan ortak doğrultuda yürümesini teminde, basın başlı başına bir kuvvet, bir
okul, bir rehberdir.”
Atatürk, “Türkiye basınının milletin gerçek ses ve
iradesinin belirleme yeri olan Cumhuriyetin etrafında çelikten bir kale meydana
getirmesi, bir fikir kalesi, düşünüş kalesi olması gerektiğini” vurguluyor.
Türk milletinin yetiştirdiği ve devletin çeşitli makamlarını teslim ettiği
bürokratlarının basındaki sesini kısmak, Atatürk'ün tarif ettiği Cumhuriyet
basınının oluşumunu engeller. Milletin hizmetinde çeşitli kurumlarda görev
yapma yetkinliğinde olan bürokratların, basınla ilişkilerde de yetkin olacağını
kabul etmek gerekir.
Türk Telekom'un özelleştirilmek üzere yıpratılma
sürecine dönecek olursak; basına açıklama yaptığım için hakkımda soruşturma
açılmamıştı, ancak Türk Telekom'a yapılan sistemli saldırılar kapsamında
yaptığımız her ihale, neredeyse aldığımız her nefes için soruşturuluyorduk.
Bakanlık müfettişleri tarafından yapılan incelemeler, ihaleyi kaybeden
dolayısıyla çıkarına engel olunan firmaların şikayetleri ve isimsiz ihbarlarla
açılan soruşturmalar derken, en sonunda 1997 yılı Sonbaharında 34 Türk Telekom
yöneticisi Asliye Ceza Mahkemesi'nde hep birlikte sanık ta olmuştuk. Bu dava,
Cumhuriyet Savcısı Adil Kubat tarafından hazırlanan iddianame ile ‘‘Haksız mal
edinimi’’ suçlamasıyla açılmıştı. Bürokratlar konuşamıyordu ama ne hikmetse
Cumhuriyet Savcısı, iddianameyi mahkemeye sevk etmeden önce gazetelere çarşaf
çarşaf röportaj verip bürokratları suçlayabiliyordu. Bu konu ayrı bir yazı
konusu olur, burada vurgulamak istediğim, bir kamu kurumunu yıpratmak için
bürokratlarına sistematik bir biçimde itibar suikasti düzenlenmiş olmasıdır.
Bu saldırılar, bürokratları üzerinden aslında
kurumsal yapıyı hedefliyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri gibi binlerce yıllık bir
tarihe sahip olmasa da Türk Telekom, yüzlerce yıllık tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti'nin
köklü kurumlarından biriydi. Ancak 80'li yılların sonunda başlayıp, 90'lı
yıllarda dozajı artan sistematik saldırılar sonucunda yıpratıldı, birkaç yıllık
karı bedeline satıldı ve kurumsal yapısı yok edildi.
Türk Telekom'da yaşananlardan yola çıkarsak;
anlaşıldığı kadarıyla “basında çok yer alması” bahanesiyle başlatılan
incelemeden sonuç alınamayınca Tümamiral Cihat Yaycı'yı suçlamak için başka bir
bahane aranmış. Sonuçta, aynı bizim başımıza gelenler gibi, yapılan ihaleler ya
da satın alımlara başvurulmuş. Cumhuriyet Başsavcısı Adil Kubat'ın çağrısı
üzerine makamına gittiğimde, o zamanlar internet bilinmediğinden, önce benim
sorumluluk alanımı anlamamış ve benimle alakalı bir şey olmadığını belirtmişti.
Sonra başka arkadaşları çağırmak için beni aracı olarak kullanmak üzere
beklememi istemiş, o sırada “sen ihale yapmıyorsun değil mi?” diye sormuş ve
kendi sorumluluk alanımdaki projelerle ilgili ihalelerde sorumlu olduğum
yanıtını alınca da, “o zaman senin de ifadeni alacağız” demişti. İmzalamam için
önüme konulan ifade tutanağında adımın önünde “sanık” sıfatını görünce hem çok
şaşırmış, hem de çok üzülmüştüm. Tabii o anda, oyunun büyüklüğünün farkında
değildim. Aslında hedef bireyler olarak bizler değildik, hedef “Türk
Telekom”du. Bugün Tümamiral Cihat Yaycı'nın bir ihale ile ilişkilendirilerek
görevinden alınmış olmasını, bu deneyim ışığında değerlendirince; hedefin,
Amiral Yaycı değil, Türk Deniz Kuvvetleri olduğu sonucuna varıyorum.
Milli Savunma Bakanlığı
Teftiş Kurulu Başkanlığı'nın girişimi ile Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay
Başkanı, Kuvvet Komutanı'na haber verilmeden, personeliyle vedalaşma fırsatı
çok görülerek, makamı devir teslim edecek bile vakit bırakılmadan görevden el
çektirilip açığa alınıyor. Burada itibar suikastine uğratılan sadece kişi
değil, Makamdır ve dolayısıyla Kurumdur. Hal böyle iken, bir Siyasi Parti
Başkanı çıkıp, “Savaşta istifa edilmez. Asker verilen görevi yapar.” diyerek,
kızağa çekilerek görev verilmeyen ve istifadan başka seçenek bırakılmayan
Komutanı suçluyor. Üstelik “Atatürk istifa etti mi?” diye Atatürk'ü örnek
göstererek. Atatürk istifa etti, hem de savaşın ortasında 3 kez görevinden ve
sonunda hepimizin bildiği gibi askerlikten istifa etti. Dr. Sıtkı Aydınel'in,
Bütün Dünya Dergisi'ndeki yazısına başvuralım:
“Büyük Önder Mustafa Kemal
Atatürk, meslek hayatı boyunca doğruluğuna inandığı idealleri ve düşünceleri
uğruna gerektiğinde görevlerinden ve en sonunda da askerlik mesleğinden istifa
etmesini bilmiş, liderlik gücünü makam ve rütbesinden değil, kişiliğinden
aldığını gösterebilmiştir.”
Tabii bu durum, liderlik
güçlerini oturdukları koltuklardan alanların, kolay kolay özümseyebilecekleri
bir durum olmayabilir. Atatürk'ün istifalarından birincisi, Çanakkale Savaşları
sırasında Anafatalar Grup Komutanlığı görevinden istifasıdır. İkincisi, I.
Dünya Savaşı sırasında 4 Ekim 1917'de Yıldırım Ordular Grubu’na bağlı ve
karargâhı Halep’te bulunan 7. Ordu Komutanlığından istifasıdır. Üçüncüsü ise,
13 kasım 1918'de Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevinden istifasıdır.
Sonuncusu da, 8/9 temmuz 1919 gecesi Yıldız Sarayı onu askerlik hizmetinden
affetmeye girişirken mesleğinden ve hizmetlerinden istifasıdır. İstifa
mekanizması, her ne kadar kişisel de olsa, sadece kişisel nedenlerle
başvurulmaz. Dr. Sıtkı Aydınel'in, Atatürk'ün istifalarını değerlendirmesinde
belirttiği gibi;
“Bu olaylar aynı zamanda komutanına doğru karar
vermede yardımcı olması gereken bir kurmay subayın bilgiye dayalı medeni
cesaretini göstermektedir. İstifa, kendinden emin ve sorumluluk sahibi insanların
gördükleri kötü gidişatı önleyemeyince başvurabilecekleri onurlu bir
müessesedir.”
Üst düzey görevlerdeki komutanların,
siyasi irade tarafından tercih edilmemeleri halinde istifa etmeleri,
onur istifasıdır, olan da budur. Tümamiral
Yaycı'nın istifası kişisel değildir, beklese Korgeneral rütbesinden emekli
olacak yerde istifa ederek bir alt rütbeden emekli olmayı göze almıştır.
Dolayısıyla, Tümamiral Yaycı'yı istifa ettiği için itibarsızlaştırmaya
çalışanlar, Deniz Kuvvetleri'ni, subayları üzerinden itibarsızlaştırmaya
çalışanlara hizmet etmektedirler.
Tümamiral Yaycı üzerinden Deniz Kuvvetlerini
itibarsızlaştırmada düşman aramaya gerek bırakmayan yorumlarda bulunanların
çoğunun yaptığı, Tümamiral Yaycı'nın “biraz fazla sivrilmiş olduğu”
değerlendirmesi idi. Bu değerlendirme, Osmanlı’nın son döneminde bakanlık ve
sadrazamlık gibi çok önemli görevlerde bulunmuş olan Ahmet İzzet Paşa'nın
“Mustafa Kemal Paşa’yla onun emrindeki birkaç kişinin mevki ve şan hırsı
yüzünden kadim Osmanlı Devleti ve muazzam İslâm Hilâfeti söndü ve perişan olup
gitti...” sözlerini hatırlatıyor. İnisiyatif alan subayların, ordunun
emirkomuta zincirine uymadığı iddiası, Mustafa Kemal Atatürk'ün ordusunda
geçerli olamaz. Mustafa Kemal Atatürk, “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal”
başlıklı kitabında, askerlikte “inisiyatif” konusunda şu hususları kaydeder:
“Daha düne kadar Osmanlı ordusunun komutanlarında,
subaylarında, erlerinde inisiyatife karşılık düşünce tembelliği görülürdü.
Bilinmektedir ki, bir orduyu oluşturan neredeyse her
birey, yaşayan bir makinanın canlı organları, parçalarıdır. Bu makineyi
işleten; her organını, her parçasını harekete getiren araç; buharla çalışan
motorlar değildir. Orduya hareket veren araç, ordu makinesini oluşturan canlı
organların zihinlerindeki güç ve kanlarındaki ruhtur. Bu zihinlerde ve bu
kanlarda gereken kuvvet ve akım hızı bulunmazsa makine durur ve başka hiçbir
güç onu işletemez.
Görülüyor ki, bir yığına ordu demek için, o yığının
belirli biçimlerinden birinde ayrılması ve başında bir ya da birkaç harekete
geçiricinin bulunması yeterli değildir.
Orduda bütün emir sahiplerinin, kendilerini orduya
komuta eden kişilere etkin ve fedakar birer yardımcı kılan bir inisiyatifin
bütün alışkanlıklarını kazanmaları gerekir. Bunun için başvurulacak araçların
aranması gereği, yönlendiği amacın önemiyle kendini göstermektedir.
… Oysa komutan, subay, er yetiştirmekte izlenecek
esasların, uygulanacak eğitim yöntemlerinin, yapılacak talimlerin amacını,
kendiliğinden iş görme özelliğinin oluşmasına yöneltmekte kuşkuya ve
duraksamaya yer yoktur.”
Bir Amiralin görevden alınmasının, üstelik te
teamüllere uymayan, kişiyi ve makamı itibarsızlaştırıcı bir biçimde kızağa
çekilmesinin, önemli olmadığını, önemli olanın Ordu olduğunu vurgulayan
yorumlar, Atatürk'ün değerlendirmeleriyle çelişmektedir. Atatürk'ün “Bir ordunun değeri, subay ve komuta kurulunun
değeri ile ölçülür.” sözü ordudaki her subay ve komutanın,
ordunun bütünü için değerini açık bir biçimde vurgulamaktadır. Ayrıca
Başkomutanın görevi, personelinin hal ve çıkarlarını korumak, morallerini
yüksek tutmaktır, subay ve askerlerin morallerinin yüksek olması ülkemizin
bekası ile doğrudan orantılıdır. Ordu, kendisi için bir varlık değil, milletin
yaşamak ve var olmak iradesinin bir şeklidir. Dolayısıyla Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin her kademesindeki subayının, askerinin itibarını korumak
Milletin ilgi alanındadır.
Milli Savunma Bakanlığı koltuğunda, Genel Kurmay
Başkanlığı makamında bulunmuş bir kişi de oturuyor olsa, Bakanlık makamı
siyasidir. Siyasetçiler kararlarının gerekçelerini halka açıklamakla
yükümlüdürler ve kararları halkın eleştirisine açıktır. Diğer yandan, 15 Temmuz
2016 ihanet gecesini yaşayan Türk Milleti, Ordusuyla ilgili atılan her adıma
müdahil olmalıdır. Hele bu ihanet sürecine yol açan gelişmeleri engellemek
sorumluluğundaki görevde bulunan zamanın Genel Kurmay Başkanı, memurlar için en
ağır suçlardan biri olan “görevi ihmal” suçu işlemiş olduğu halde, Millete
hesap vermeden, Ordunun bağlı olduğu bir pozisyona getirilmiş ise, Türk Milleti
daha da dikkatli olmak zorundadır.
Atatürk Nutuk'ta, bu durumda kalmış bir komutan için
şu ifadeyi kullanmıştır:
“Bir Türk komutanının, ordusunu kullanmaksızın, herhangi kötü
tesadüf, herhangi kötü talih sonucu bile olsa, düşmana tutsak olmasını biz
bağışlasak da, tarih, bunu asla affetmez ve affetmemelidir. Türk Devrim
Tarihi'nin gelecek kuşaklara seslenişi ve uyarısı işte budur!”
Sonuç olarak; FETÖ sosyal medya hesaplarında
teröristler tarafından, bir Tümamiral/Tümgeneralin görevinden alınacağı
yazıldıktan yaklaşık bir ay sonra, o personelin Milli Savunma Bakanlığı Teftiş
Kurulu'nun inisiyatifi ile ilgisiz bir ihale gerekçe gösterilerek görevinden
alınması ve Türk Milletine hiç bir açıklama yapılmamış olması kabul edilemez.
Ayrıca basında, “Milli Savunma Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanlığı tarafından
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilen 'gizli kayıtlı' fezlekede, konunun
stratejik olması nedeniyle duruşmalara gizlilik kararı istendiği” bilgisi yer
almıştır. Türk Milleti adına yapılacak bir yargılamanın, milletten gizlenmek
istemesi de şüpheyle karşılanmaktadır. Binlerce ihale yapılan bir yerde
“torpido teli” gibi bir sarf malzemesi ihalesini stratejik gören Bakanlık,
öncelikle bir Komutan hakkında yapılacak işlemin dışarıya sızdırılıp FETÖ
tarafından kullanılıyor olmasını engellemeyi “stratejik” olarak değerlendirmeli
ve ona göre önlemini almalıdır.
Yazımı bitirirken, FETÖ hainlerinin twitter
hesaplarından, Mavi Vatan kavramının mimarı ve Akdeniz Kalkanı Harekatı'nın
planlayıcılarından olan Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz'e 10 yıl önceki sahte ses
kayıtlarıyla saldırı başlattıklarını gördüm. FETÖMETRE'yi geliştiren Tümamiral
Cihat Yaycı'ya yapılan itibar suikastinin arkasından gelen bu ikinci itibar
suikasti, olayın arkasında kimlerin, hangi güçlerin olduğunu gösteriyor.
Deniz Kuvvetlerine yapılan tüm saldırılara karşı
durmak ve “Cumhuriyet Donanmasının ölümsüzlük ruhunu” titizlikle korumak, Türk
milletinin her bir ferdinin görevidir. Türk Milletinin hizmetinde olan
bürokratıyla, siyasetçisiyle, tüm görevlerdeki kişiler bunu böyle bilmeli ve
Millete gerekli açıklamaları yaparak sorumluluklarını yerine getirmelidir.