Nihat Genç'in veryansıntv'deki Wisconsin Üniversitesi adlı yazısında çarpıcı ifadeler.
Bir
İfade aynı ifade ama zihin uyduruyor, manzara istediği kadar değişsin çünkü ‘zihin’ öğretilen masalları tekrarlıyor, gördüğünü değil ‘eksikliğini’ duyduğunu söylüyor. En iyi örnek Çöl’de susuz insanın serap görmesidir, susuzluk çekince artık zihin bir umut uydurmaya başlıyor.
Sizin de bulutlara dalıp martıya koyuna köpeğe benzettiğiniz olmuştur, insanın bir şeyi bir şeye benzetmesi sağlıklıdır ama gördüğü her şeyi aynı şeye benzetmesi, bu işte tam anlamıyla ciddi klinik anlamıyla deliliktir. Mesela bulutlar dağılıp şekilleri değişince köpeğe benzettiğiniz bulut bir anda Afrika haritasına dönüşebilir, ya da başka şeye.
Bakın sıkı bir deney yapıldı siz de yapabilirsiniz, bir aktörün donuk ifadesiz bir resmini bir çorba resminin yanına koyuyorlar, ve soruyorlar, aktörün ifadesini yorumla, izleyici, aktör çorbayı içmek istiyor, ifadesi aç bir adamın ifadesi.
Sonra, aktörün resmini hiç değiştirmeden, yanına bu sefer bir çıplak kadın resmi koyuyorlar, soruyorlar, aktörün yüz ifadesi ne anlatıyor, resmi yorumlayan, aktörün yüzünde şehvet ifadesi var kadına sulanıyor, diyor.
Bu sefer, aynı aktörün aynı resminin yanına bir ceset fotoğrafı koyuyorlar, yorumcuya, aktörün ifadesini soruyorlar, resme bakan, aktör çok korkmuş diyor.
Üç resim de aynı resim ve sadece yanına koyulan resimler değişiyor, ama aktörün suratına bakanlar yanındaki resimler değiştikçe aktörün yüz ifadesinin de değiştiğini söylüyor. Görüntü değişse de zihin aynı zihin, uyduruyor.
Yani ifade aynı ifade ama zihin uyduruyor, psikiyatri buna ‘masallama’ diyor. Zihin ne görürse görsün kendi uyduruyor. Masallamanın (konfabülasyon) daha ileri örnekleri var. Adamın kolu kopmuş ama kolunun koptuğuna inanmıyor, kolunun olmadığı hayali boşluğa iğne sokulduğunda, adam, kolum çok acıdı diyor. Etrafınızda da görmüş yaşamışsınızdır bazı insanlar annesinin, çok yakınının öldüğüne inanmaz. Biraz sonra kapıdan çıkıp geleceğine inanır.
Yani çaresizlik anlarında yokluk eksiklik hisseden beyin ‘kabullenmiyor’, uyduruyor, tavuğun kendini darı ambarında görmesi gibi.
Şöyle de deney var, deneklere, yedi çift çorap sunarlar çorapların hepsi aynıdır, bu çorapların nesini beğendin denir, biri yumuşaklığını, diğeri ipliğini, diğeri rengini diğeri desenini, hepsi farklı şeyler söyler, oysa çoraplar aynı çoraplardır.
Herkesin zihni kendi eksikliğine tercihine sevincine umuduna beklentisine göre farklı istekler farklı yorumlar yapar.
Olaylar geliştikçe durumlar değişir, bulutlar dağıldıkça yeni resimler ortaya çıkar, diyelim, artık on yıl önceki ‘gerçekler’ dünyasında değiliz, artık 12 Eylül’ü kimin yaptığını biliyoruz, darbeler kimin tezgahı biliyoruz, 28 Şubat’ın faillerini biliyoruz, Hrant’ı Mumcu’yu Hablemitoğlu’nu kimlerin öldürdüğünü kestiriyoruz, bu ülkede laikşeriat kavgasını kimlerin tasarlayıp siyasi piyasa yapıp toplumu kutuplaştırıp kimlerin önünü açtığını da biliyoruz. Mesela ErgenekonBalyoz tertipçilerini de biliyoruz.
Yani son üç yıl içinde ‘resim’ çok değişti, ama, İlker Başbuğ, askerleri sivil mahkemeler yargılasın kararını çıkartan o günkü meclisi işaret edince, sanki bu ‘olaylar’ hiç yaşanmamış resimler hiç değişmemiş olaylar hiç açığa çıkmamış gibi, sanki on yıl önceki flu kumpas komplo resmi aynı resimmiş gibi, yandaş kalemler ve siyasiler hücuma geçti.
Sizin de 28 Şubat’ta yaptıklarınız diyerek reisin emriyle hücuma geçtiler. 28 Şubat’ın failleri ortada, işin içinde Fetö’den İsrail’e karışık çok şey olduğu artık aşikar. Yani ‘resim’ değişiyor ama zihniniz aynı suçlamaları aynı uyduruk şeyleri aynı masala devam ediyor.
Bir ideolojik körlük, iktidar gücünün dayatması ve medya gücüyle biz 1970’nin 80’nin 28 Şubat’ın bulutları dağılıp gerçekleri aşikar olduğu halde aynı ‘resmi’ görmek istiyoruz diyorlar. Eksikliklerini kabul etmiyorlar. Gaza, oyuna, tufaya, dümene, kumpasa neden alet olduklarına inanmak istemiyorlar. Yeni ‘gerçekliğe’ yani ‘gerçekler’e adapta olmak işlerine gelmiyor. Siyasi bulutlar dağıldı yepyeni bir manzara çıktı ortaya, kabul etmiyor, hala direniyorlar.
Çığ düşer zihinleri aynı resmi görür, deprem olur aynı resmi görür Kızılay’ın yolsuzlukları ayyuka çıkar aynı resmi görürler, tarikatlar devletçe beslenir çocuk istismarından ballı ihalelere kadar suç üstü yakalanır aynı resmi görürler, Suriye’de koşullar bin defa değişir, aynı resmi görürler, ortalık kızıl kıyamet aynı resmi görürler, hava açar ortalık günlük güneşlik, aynı, laikşeriat, aynı, biz haklıyız, aynı, biz eksik hatalı yanlış hiç değiliz resmini görürler.
Gözleriniz bakış açınız zihniniz beyniniz on yıllarca artık kimler tarafından nasıl yıkanmışsa çoktan anlaşıldı ki sizler bu dünyadan gidinceye kadar dünyayı olayları hayatı hep şartlandığınız şekliyle göreceksiniz.
Kış da gelse bahar da gelse siyasi at gözlüğünüz hiç değişmiyorsa, kabul etmekte zorlansanız da klinik tabirle tedaviye muhtaçsınız. Ve sizler çekip gitmeden, mensuplarınız ve yazarlarınız değişen gelişen dünyayı ortaya çıkan gerçekleri ideolojik körlükleriyle hiç göremeyecek oluşları, artık bizim, zavallı ülkemizin acımasız bir gerçeği.
Şuraya bakın yahu, hala ekranda Ergenekon Balyoz gerçekti, vardı, diyen onlarca yazar hala ekranlarda bu ülkede hiç bir şey yaşanmamış Fetösü CIA’sı suçüstü yakalanmamış gibi zırdeliler gibi bağırıp çağırıyorlar. Allah da artık ne yapsın, 15 Temmuz gecesi milletimizin yanına geldi, Fetö’nün tanklarına uçaklarına karşı mucizevi yardımlar yaptı, şeytanları düşmanları fare gibi yakaladı bütün dünyaya teşhir etti. Ve siz hala ideolojik masallarınıza uydura uydura devam ediyorsunuz!
İki
Bir çok yerde hatta bilimsel kitaplarda da okudum, gerçek bir hikaye, doktorların çok yakından tanıdığı erkeksi tavırları (maço) kabadayılığı kaslı ve kıllı görünüşüyle övünen bir adam varmış, bir gün, şaşırmayın, göğüslerimemeleri kadın memesi gibi büyümeye başlamış, korkarak doktora gelmiş. Hormonal bir hastalık mı yanlış bir şeyler mi yedi yoksa bilmeden yanlış ilaçlar mı kullandı, muayene edilmiş. Sonuç, testler yapılmış önce hiç bir şey bulunamamış, sonra, bu maço’nun sevgilisinin, göğüs büyütme kremi sürdüğünü öğrenmiş doktorlar, ve tabii sevişirken bizimkine de bulaşmış.
Aklıma pek tabii bizde de göğüs kalça büyütüp dudak silikon botoks dolgu yaptıran yazarlarımız siyasilerimiz geldi, seçimlerde geniş kalçalı büyük memeli görünmek için, HDP’yle yatağa girenler geldi.
Yılmaz Özdiller yeni CHP’liler ODA TV’liler Sözcü Cumhuriyet Gazetesi geldi. Dikkat edin, düne kadar dayı dayı konuşan erkeksi sert muhalif ağır sözlerle saldıran bu sırım delikanlılar uzun zamandır efemine tabir edilen yamuşak yumuşak konuşmaya başladı. Bu ‘hormon’ değişikliği genlerini bozmuş endam ve edalarını bayağı inceltip zarifleştirmiş dönüştürmüş olmalı. Mesela, ciddi sorular soruyorsun, şu Fetöcü’yle niye çalışıyorsun, cevap yok, şu PKK’lıyı neden övüp kahramanlaştırıyorsun, cevap yok. Oysa düne kadar bu ağbilere bir şey sorduğunuzda seni ayağının altına alır adamakıllı kürekle döverlerdi. Şimdi hem sertlikten hoşlanmıyor olmalılar hem de her soruya muhatap olmayıp alttan alta misafirlerin yanında mahcup olan gelinin eşarbını yüzünü indirip mutfağa kaçıvermesi gibi gizleniveriyorlar.
Yahu kardeşim, sizin onurunuz haysiyetinizle ilgili çok ciddi sorular soruyoruz, niye erkekçe cevaplar vermiyor ceylan gibi seke seke kaçıyorsunuz. PKK’yla Kaftancıoğlu’yla yata kalka, silikonlarınız botokslarınız kalçalarınız evet memeleriniz bayağı alımlı çalımlı hale geldi, evet ama, artık eskisi gibi sert ani kaba saldırılar hareketler de soralım neden çekemiyorlar, çünkü silikonları dolguları patlar, çok korkuyorlar. İnsan işte, bana mısın dememeli, yediğine içtiğine öptüğüne sarıldığına, yatıp kalktığına dikkat etmeli.
Üç
Snooker (İngiliz bilardosu) aleminde efsanevi bir oyuncu var, adı: Ronnie O’Sullivan. Lakabı da ‘roket’, neden, çünkü çok seri oynuyor. Fetö’nün Türkiye’de operasyonları başlayınca ekranlarda kaçacak yerimiz kalmadı biz de çok uzun yıllar zihnimizi dinlendirmek için Roket’in maçlarını izlemeye başladık, ki, 20 yıl aralıksız binlerce maçını izledik. Gerçekten seriliği çabukluğuyla büyüleyici bir oyuncu. İzleye izleye artık Roket’in huylarını Roket’ten daha iyi bilir hale geldik. Mesela Roket’in en zayıf tarafını rakipleri iyi biliyor, aşil topuğu: yavaşlık. Rakibi oyunu yavaşlatıyor ya da rakibi hep savunmaya dönük oynuyorsa, Roket’in hevesi tadı iştahı kaçıyor ve oyundan düşüp kenarda tırnaklarını yemeye başlıyor. Ve Roket kenarda istakasının ucuyla oynayıp ya da tırnaklarını yemeye ya da kulak memesini karıştırmaya başlamışsa, anlıyoruz ki, Roket yenilecek.
Bu sadece Roket’e ilişkin bir gerçek değil, istatistikler deneyler ortada, büyük efsanevi oyuncuların karşısına oyunu bozan negatifeştiren kaçak savunmacı rakipler çıkınca gerçekten şok geçirip yeteneklerini gösteremiyor. Diyelim birinci lig şampiyonu bir takımın karşısına üçüncü ligden bir takım çıkıp oyunu bozarak oynamaya başladığında o muhteşem yetenekte oyuncuların seriliği sürati kayboluyor oyun hevesleri coşkuları kayboluyor.
Bir ‘yazar’ olarak çok uzun yıllardır kendime sorduğum soru da budur, bu satırlarda heyecanlı dramatik seri duygusal çarpıcı büyüleyici metinler yazabilmek sadece biz yazarların ‘yetenekleriyle’ ilgili değildir. Sizi iştaha ve coşkuya sürükleyecek ‘rakipleriniz’ olmalı. Aynı vasat aynı sıkıcı tekrarlarıyla kırk yıldır hepsi torpilli hepsi maaşlı yazarların içerikleri boş espri fikir merak taşımayan basit metinleri sizi de köreltir, oyundan düşürür.
Gestapo liberallere ve HDP’ye ya da İslamcı ideolojiye mensup yazarların tümüne karşı çok çarpıcı yüzlerce metin kaleme aldık, işte film burada berbatlaşıp çirkefleşip sıkıcılaşıyor, aynı metinleri bir daha yeniden tekrar tekrar yazmak yetenekli yazarların şevkini kırar, oyundan düşürür.
Oysa maaşlı ideolojik vasat yazarlar aynı yazıları kırk yıldır harfini değiştirmeden yazmakta bir beis hiç görmezler. Yazarlığınızı fitilleyip ateşleyecek coşkunuz seriliğini hızını kaybeder. Bu kaçınılmaz vasat ortam gerçekten yetenekli yüzlerce yazarı ‘köreltir’, sıkıcı tekrarlar, insanlığı suyu havayı tabiatı yazara unutturur, kılıcınız kınında paslanır.
Bu yüzden genç arkadaşlar, yoksulun yoksuluyuz, vasat ve torpilli ve tekrarcı yazar ve şairler, duygularımızı elimizden alır, pırıl pırıl gökyüzü gibi şimdi oturup yazmaya başladığımız bembeyaz sayfalarımızı kirletir, kırlarımız gururumuz insanlığımız perde perde kararır. Ve aynı CIA PKK Fetö Holding kanlı bıçaklarını kullananlar her dönem bu savaşı kazanır.
Yani ahlak büyük bir tutku büyük bir üslup, sarhoşluğuna doyulmayan yılmaz korkmaz susmaz bir savaşkanlık ve kendi kendine kıvılcımlaşıp ateşlenen çok uyanık bir zihin ve kendi kendini besleyen eşsiz bir varoluş neşesi ve alevi ister. Yoksa bu kısırlık fırtınası muazzam bir kayboluşun çöpleri içine sürükleyiverir.
İnat ve cesaret bakkalda ve holdinglerde satılmaz. Vasat ortamın kıtlığı sizi pes etmeye zorlayan duygu yorgunluğuna yol açar. Genç insanlar, bunun tek şifası, döne döne büyük eserler okuyup beyninizi kalbinizi vicdanınızı bu eserlerin öz suları hakikatlarıyla doldurmaktır, uzun karanlık umutsuz yıllara dayanabilmek direnebilmek ayakta kalabilmek için, Yunus’tan girip Nazım’dan çıkın, Şekspir’den girip düyayı dönüştüren büyük romanları yutarak okuyun. Dili dolaşmayan seri hızlı insanları okuyun.
Unutmayın, seri konuşan seri yazan insanlar dünyayı yavaş yavaş ele geçiriyor. Serilik becerisi için uzun metinleri ben şimdi ne anladım deyip bir de zihninizden tekrar edin, başınızdan geçmiş en küçük olayları dahi şaşırtıcı şakacı kurgulayıp önce kendinize anlatın. Unutmayın ağzımdan şimdi ne çıkar korkusu seriliğinizi körletir ve korunaklı bu ahlakınız hem zayıflığınızı hem sırtınızı dayadığınız zalimleri açığa çıkartır, bütün sanat türlerinde ahlak, tempodan ritmden yükselerek yüceleşir ve insanlığa ve içinize neşe katar.
Dört
Bilimadamları, Hindistan, İran ve Avrupa dillerinin ortak kökeni kabul edilen HintAvrupa Dil ailesinin bu çok eski ‘ortaklığına’ ilişkin ‘kanıt’ bulamıyor çünkü bu çok eski aynı kökten türeyen ortaklık ‘yazının’ icadından önce. Bir türlü kanıt bulunamayışının üstüne bir de batılı bilim adamlarının ön yargıları da eklenince HintAvrupa Dil’inin ‘kaynak’ı cevapsız ve karanlıkta kaldı. Neyse ki bugünlerde bir çok bilim adamı özgür ve rahat ve ön yargısız argümanlar ileriye sürmeye başlayınca HintAvrupa Dili’nin kökenlerinin karanlık geçmişi nihayet aydınlanıyor.
Şaşırmayın, Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabının yazarı Jared Diamond, Üçüncü Şempanze kitabının 280’li sayfalarından itibaren tam yüz sayfa bu konuyu işliyor ve Asya’nın atlı göçebe kavimlerine yüz yıl aradan sonra nihayet yavaş yavaş uzanıyor, yanlış duymadınız, HintAvrupa Dil ailesinin kökleri eski Türk coğrafyasına çıkmaya başladı, şimdi bugün, Dinyeper nehrine kadar geliverdiler, atlı göçebelerin sınırlarını yoklamaya başladılar.
Asıl tuhaf olan bu bilinmeyen kaynak’ı bilimadamları yüz yıl öncesinden kestiriyor tahmin ediyorlar ama söylemeye çekiniyorlardı. Sebebi ideolojik, üstün ve kendilerini merkeze yerleştiren Avrupa dillerine göçebe bir geçmişi yakıştıramıyorlardı. Jared Diamond tezini desteklemek için sayfalar dolusu izahata girişiyor. Sonuca ilişkin bir söylemi resim olarak da ilginç, 1600’lı yıllarda Peru Şili tepelerinde bir ‘yerliyle’ karşılaşan binlerce yıllık aradan sonra tarım ve sanayi toplumunu yaşayarak çok köklü değişiklikler yaşamış İspanyol ya da İngiliz fetihçilerin dili epey başkalaşmış ama aynı ‘kökten’ geliyor.
İşin sırrı, bilimin de sırrı ‘özgüven’, efendilik üstünlük kibir ve ideolojik ön yargılardan uzaklaşınca bilim adamları da kendi iradi kararlarıyla daha özgür konuşuyorlar. Jared Dimond makalesini öncelikle bu topraklarda bir yüzyıl önce özgürce konuşup ses benzerlikleriyle amatörce de olsa aynı çıkarımları savunmuş insanlarla aklınca elli yıl aralıksız taşak geçenler okusun.
Beş
İmamoğlu’nun yüzde otuz beşlik zammı üzerine matrak twitler gırla gidiyor: İmamoğlu kaymaya devam ediyor, gibi. Zam tabii ki gün gelir zorunlu olur. Ancak ‘trafik’ felaketi yaşayan bir şehirde çok ağır ulaşım zammı ‘deliliktir’.
Bir de ‘halkçı’ bir partinin adayı, gelir ve tasarrufunu rant alanlarından ya da lüks ve israftan sağlamanın yollarını aramalı, tam tersi, eski yönetim gibi ağır masrafları halka bindirecekseniz eskiden farkınız ne?
Her zaman en kolay kaynak yaratmayı seçen bu ‘sağcı’ kafa sosyal demokrat muhalefeti güçsüz bırakır. Oysa 17 yılın gaddar iktidarına karşı sosyal demokrat muhalefetin tek büyük şansı vardır, kamucu ve halkçı politikalar.
Bu ağır zam kararlarıyla İmamoğlu şaibeli geçmişinin yanında bir iktidar halinde yaşatacağı zorbalık hakkında da sinyaller veriyor. Kendisine koşulsuz destek verenlere şimdiden ‘korkunç bir huzursuzluk’ yaşatıyor.
Ki, ‘kahramanın yolculuğu’ beklentilerimiz gibi gelişiyor, tıpış tıpış kendisine oy verenlerin hayallerini başına yıkıyor. Kendisini koşulsuz destekleyenlere ‘diz çöktürüyor’. Daha şimdiden ‘ben yaptım oldu’ kibrini seçmenine kabul ettiriyor.
Yani deprem anında kayağa çıkması ya da ağır zamlarla, İmamoğlu asıl iktidarını kendi seçmenine şartsız koşulsuz bir iman gibi pes ettirerek dayatıyor.
Siz sevgili başkanınızı daha ilk günden ‘ilah’ kabul ederseniz o da ‘küstahlığını’ size siyaset diye sabah akşam egosunun keyfini çıkarta çıkarta yedirir.
Kaynak yaratma becerisi projesi hiç olmayan ve bu konuda bir ışıltısı sözü zekasına hiç şahit olmadığımız ve üstüne bir de halka yukarıdan bakan bu sağcı müteahhit siyaset simsarları, bakalım halktan topladıklarını hangi PKK övücü sanatçılara ya da hangi holdinglere peşkeş çekecek!
Doğrusu İmamoğlu’nu reklam edenler harika iş çıkartmış, hoppa bir zengin’den kurtarıcı Atatürk posteri çizdiler. Bu cıvık ve sinsi siyasetlerinin sonucu olarak çok geçmez köşelerinde nedeni belirsiz acılar çeken, nedeni belirsiz hayata küsen uyumsuz, nedeni belirsiz halkı aşağılayan umutsuz, nedeni belirsiz huzursuz yalnız insan hikayeleri ve bizibeni kimse anlamıyor edebiyatı yapmaya başlarlar.
İmamoğlu gazının halka ve belediyeye ve muhalefete güç vereceğini hiç sanmıyorum ama intihar temalı ‘Aylak Adam’, Tezer Özlü ve Sevim Burak gibi kasvetli uğursuz depresif bir edebiyatın önünü açacağı kesin.
Aslında ‘sıkıntı’ dışında başka bir edebiyat türü bilmedikleri için yazarlıkları hep aynı temaya çıkıyor. Yani hayalperestliklerini sırf hayal kırıklıklarını beslesin diye olur olmaz çakma eften püften insanlar üzerine inşa ediyorlar.
Aslında en sevdikleri tema: şanssızlık. Özgürce karar verecek özgürlüğün önünü açacak irade sahibi etkileyici kamçılayıcı kalemleri olmadığı için kendilerini kolayca çıkışsız bırakıp tutsak edecek insanlara yatırım yapıyor ve böylelikle en iyi bildikleri ağlamasızlamalarına ağıt malzemesi taşıyorlar.
Özledikleri üzüntü hüzün mutsuzluk kaybetme acı çekme. Hayatı devrimci tavizsiz öfkeleriyle hiç zorlamamış insanların geleceğini bu yeri dünden tanıyoruz, Ferdi Tayfur, Tezer Özlü, Murathan Mungan, Müslüm Gürses, Hasan Ali Topbaş, Orhan Gencebay küçük Emrah arabeski. Arabesk yolu bilmeyen iradeleri hayatları zayıf insanların dinidir; gerçekten uzak ama bir nağmeleri vardır.
Yoksul ve çaresiz insanların arabeskini tabii ki anlarız, ancak, yarasını anlatamayan aydın insanların bu güçsüzlük haliyle sarhoş olmaları ‘deliliktir’, ülkeyi ve insanımızı ve ahlakımızı ve direncimizi halsiz sevimsiz bırakıp ‘yormaktan’ başka işe yaramazlar. Ve bu arabesk mutsuzluğu yeniden icad eder. Bu mutsuzluk aslında gerçek değil ‘bölüşülmüş paranoyalarıdır’, birbirlerine ve holdinglerine sarılıp büyük şair büyük yazar pompalarıyla yaşayıp giderler, ruhsuz, dilsiz, heyecansız, gerçek dünyanın çok uzağında güvensiz zayıf korkak ve her dönem toplumun en cahilleri karşısında bu yüzden hep peşinen ‘yenik’ düşerler.
Altı
İklim değişti mevsimler şaşırdı. Kendi deneyimlerinden yazkış kayan aylarımevsimleri yeniden takvimlersem: Bahar ayı: NisanMayısHaziran, hatta Temmuz’un onuna kadar. Yaz ayı, Temmuz onundan başlar, AğustosEylül, hatta Ekim’in onuna kadar. Sonbahar: EkimKasımAralık. Ve kış ayı artık Aralık başından değil Ocak’tan başlıyor: OcakŞubatMart.
Bu yeni mevsim haritasını ilkokullara asabilirsiniz!
Mesela iki gün önceki fırtına bu şehirde yaşadığım kırk yıl boyunca hep kış bitimi bahar başlangıcı ve yaz bitimi son bahar başlangıcı mevsim geçişlerinde esmiştir, 50 km. ve hamlesiyle 100 km.ye çıktığını iki gün önceki gibi çokça gördüm yaşadım. Bu büyüklükte fırtına yılda iki sefer eser, Yaz’dan sonbahar geçişinde Eylül sonu Ekim’de ya da kıştan bahara Nisan ayında genellikle Nisan sonu esmiştir, ki, iki yıldır Şubat’a kadar geriledi. Bu da bir buçuk ve iki aylık bir gerileme. Ancak eski takvimde birkaç ay seri yağan kırkikindiler değişmedi, Nisan’da başlayıp Haziran’ın sonuna kadar sürüyor.
Soğuk havaların seri depremlerden sonra gelmesi de manidar, tecrübemce, on yıllar sonra iklim ruhsal dengesine yeniden kavuşuyor, gelecek yıldan itibaren yağmurlar ve fırtınalar eski takvimdeki gibi zamanında esebilir ve kar kış ve bahar dedelerimizin ve ilk gençlik yıllarımızın zamanına dönebilir ya da yeni kaydıkları yerde kendilerine yeni bir denge kurup binlerce yıl daha mutlu bir döngü içinde yaşayıp giderler.
Yedi
Unutmayın Hititler’in ikinci büyük Tanrısı, Fırtına Tanrısı’dır, adamlar o kadar korkmuş ki ‘tanrı’ yapmışlar. İç Anadolu’da yılda iki kez fırtına Allah’ın emridir, ancak, on yılda bir ellinin üstü seksene kadar çıkar, ki, hamlesiyle yüz km. bulur ve geceleri uğultusu korkunçtur. Ancak peş peşe her yıl aynı sert hızıyla aynı bölgeye esmez, tahminim gelecek yedi sekiz yıl AnkaraKayseri’de kırkelli arasında yani fırtınanın görece düşük esmesini tahmin ediyorum. Ancak, seksene varan fırtına beşaltı yılda bir AnkaraKayseri’yi es geçse de yurdun başka bir bölgesinde aynı sertlikte esiyor, yani ‘yer değiştiriyor’ ve şöyle bir harita çıkıyor, her yedisekiz senede ayrı bir bölgemize çok serti denk geliyor.
Allah yüksek binalarda en yüksek katlarında oturan çocuklara acısın, bitmek bilmeyen on saat süren uğultusu en acı felaket sirenlerinden daha korkunç, uyumak mümkün değil. Dörtbeş kattan büyük evleri görüldüğü üzere doğa da Fırtına Tanrısı da sevmiyor. Geçen yıllardaki fırtınanın terasta ikiyüz kiloluk ağır demir dolabı sürüklediğine ve tahta teras kapıyı kilitlerini paramparça edip kırdığına şahit olmuş biri olarak şimdi benim neyi anlattığımı alt katta oturanlar hiç anlamayacak. Mazur görün karşıki apartmanın terasında cam ve demir çatıyı kopartıp etrafa savurduğunda çelik ve cam parçalarının ok mermi gibi cam çerçeve kıyamet yeri gibi bomba atılmış gibi dağıttına şahit olmuş fazlasıyla ürkmüş biriyim.
Yapılacak şey çok basit, yüksekte oturuyorsanız fırtınalı günler için bir de apartmanın giriş katında bir daire satın alın, yılda iki gün fırtınadan korunmak için(!). Şaka demiyorum, çocukluğumuzda fırtına geldiğinde arka taraftaki komşularımıza gider yatardık. Tabii ki yılda iki kez yaşadığımız bu iki fırtına dinimiz imanımız için de çok faydalı, bazıları bayramdan bayrama namaz kılar dua eder, ben, fırtınadan fırtınaya, ve ama dolu dolu Kadir gecesi gibi sabaha kadar uyumadan dua ederim.
Bu ağaçlar söken büyük fırtınayı çocukluğumdan beri tanırım, Trabzon’da Bit Pazarı Camii minaresini yıkmış Çamlık mevkiinde çamları kökünden sökmüş futbol sahası kadar yeri kelleştirmişti. Yüzleri denize dökük evlerin camlarını zangır zangır sallar, ki, en ufak çatlağı olan pencereler dayanmaz etrafa saçılarak dökülür.
Fırtına hikayelerimde bol bol vardır. Ancak on iki yıl önce şimdi oturduğum eve taşındığım ilk geceyi unutamam, fırsatım olsaydı kısa hikayesini yazardım. Şöyle gelişti. Yerleştiğimiz ilk gün evimizi çok sevdik ve o gün evimize elimizde çiçek alarak mutlulukla rüya gibi yepyeni bir eve girdik, saksıları yerleştirdik, ve çiçek’ten ve şu duvarı şöyle boyayalımdan başka bir şey aklımıza gelmedi. Gece ansızın fırtına geldi. Romantik görünümlü ahşap teras kapısını parçaladı ve fırtına evin içine girdi. Kapıya yapıştım, bütün gücümle tutuyorum. Saatlerce parçalanan kapıyı kas gücümle tutabilmem mümkün değil. Bağırıyorum, bir çekiş bir çivi. Yok, komşulara bak, diyorum. Apartman yeni komşu da yok. Sert bir şey bul, bir kilit yerine tahta çakalım. Nasıl bir korku anlatılmaz romantik görünümlü ahşap kapının kavak kereste gibi kibrit çöpü gibi parçalanıp dağılması hayallerimi yıktı.
Rüzgarın suratıma kürek gibi pencerelere çekiç gibi vurup sert duvarlarda çırpılan halı gibi şakladığına o gece şahit oldum. Sihirli halısıyla uçan hintli fakirin sihiri halıda değil fırtınanın kendisinde olduğunu ve masal değil gerçek olduğunu o gece anladım. Panikle evde çakacak tahta ve sert bir şey arıyoruz, yok… O kapıyı dört saat öyle çamura saplanmış kamyon itekler gibi öyle tutmak olacak şey değil sanki bedeni olmayan bir canavar evin içine hepimizi dünyamızı parçalamak için giriyor. Canavarın eli yoktu tutayım, başı yok ki vurayım, bu ifadelerim sizi şaşırtmasın, birden hanımı elinde tavayla gördüm, ne o tava dedim, rüzgarı mı döveceğiz, sonra anladım, tavayla sökülen çivileri çakacağız. Bazen, ani hamlesiyle kapıyı kırıyor ve fırtına evin içine girip halıyı kitapları savuruyor, ama üç dört saniye, sonra zayıflıyor tekrar kapıyı tutuyorum, sonra yine…Belki beklediğimiz gibi evin içindeki basınçtan evi dağıtmayacak ama fırtınanın evin içinde fır dolaşan bol şalvarlı cepkenli şişip kabaran dağılıp yayılan pelerinli fiyakası çok ürkütücü, saldırdığı kitapları hiç okumadığım sayfalarını açıp uçurup hangi birisini tutsam fırtınanın asıl eğlencesi paniğim oldu. Fırtına tam da kapıyı tutmaktan yorulduğum en güçsüz anında omuz vuruyor. O korku gecesinin enkazını evin içinde uçuşan saksıları ve sonra evin içine bir santim çöl tozu bırakıp kaçmasını uzun uzun anlatmalı. Ertesi gün uyumadan alışverişe çıktık. Hayıflanarak ve hırsla ‘çekiç’ ‘çivi’ nerede satılır soruyoruz. O kadar korktum ki, kazma kürek halat ne varsa hayatımda hiç aklıma gelmeyen şeyler alacağım. Önce boydan boya kapıyı değiştirdik epey maliyetli oldu. Hikayenin son paragrafı şöyle, akşama kadar dolaşıp bir ‘balyoz’ aldım. Hanım, ne o balyoz, ne işe yarayacak, dedi, sert ve sinirli ve kaderden ders çıkartmış bilge bir ifadeyle: ‘dursun, lazım olur’, dedim. Hikayemde şunu anlatmaya çalışacaktım, süsle sevinçle boyayla çiçekle saksıyla neşeyle taşındığımız ev ilk gece bize öyle bir hikaye yaşatıp öyle bir dünya gerçeği gösterdi ki, ertesi gün, evimizi korumak için hayatımızda hiç aklımıza gelmeyen keser çivi balyoz çekiç satın almak zorunda kalıyoruz. Peki bu fırtınayı niye yazdım, çünkü o gece, anneme babama komşularıma arkadaşlarıma öğretmenlerime çok kızdım, hiç kimse hayatımın hiç bir döneminde bana başıma gelebilecek bu fırtına konusunda şöyle tedbirli ol şunu da yanına al gibi hiç bir şey anlatmamış insan hayatı için bir çivi’nin önemini hiç öğretmemişti.
Ve nihayet yağmur, nasıl bir sevinçle geliyor, İzmir’e giren Kocatepe orduları gibi fırtınanın bittiğini haber veriyor, Bir insanın hayatı boyunca yaşadığı bütün rahatlamaları orgazmları zevkleri hepsini toplayın, kaslarınız yumuşuyor, yağmur damardan morfin vurulmuş gibi sakinleştiriyor, acı siren sisleri neşeli bir trompet eşliğinde tüy tül sesiyle flüt ipeksi ince sesiyle omurlarınızdan iliklerinize insan bedeninizi dünyanızı yeniden güzelleştiriyor, Allahım, bu yağmur insanlığa ne büyük bir müjdeymiş, aç kıraç susuz toprak gibi, dans ede ede yağmurun altına koşuyorum.
Sekiz
İnsanoğlunun taş devri mağarasından bugünkü uygar evlerimize geçmesinde en kilit eşya ‘çivi’dir. Çivi’yi ne çabuk ihmal ettik. Çünkü artık evlerimizi başkaları çivileyipbetonlayıp bize emanet ediyor, sağlamlığıkorunaklığı da, artık?
Toplumda ‘yanlış anlaşıldım’ hayıflanmasını hiç hak etmeyen meslek yazarlıktır, çünkü, işte kelimeler ifadeler cümleler, yanlış anlaşılmayacak şekilde ifade ediver, iyi bir yazar ‘yanlış anlaşılmaz’. Eskilerin bize öğrettiği bir nasihat vardır, bir tahtaya kırk çivi çakar gibi yazacaksın, yani, sağlamlık için metine kırk çiviyi ustalıkla çakacak açık kaçık yer bozuk anlam bırakmayacaksın. Tabii sağlamlık diye yola çıkarsan yazılarınız çok çok uzar. Bu uzun yazıları basınımızda başlatan ve bütün ağır eleştirilere rağmen ısrarla sürdürüp böylelikle en az yanlış anlaşılan yazarım. Çünkü korunaksız dünyalarda yaşıyoruz. Her tarafımız cam. İnsanlar yazınızı okumuyor sizin eksik gedik bir cümlenizi arıyor. Bazen de aceleye geliveriyor. Geçen hafta mahkemem vardı hızla olağanüstü bir belgesel olan Sama İçin’i kısaca yazdım ve çok şey eksik kaldı.
Eksik kalan şeyleri tamamlamalıyım çünkü bugünkü Suriye ve İdlib politikamız bu ‘eksikler’in ne olduğunu bilemediğimiz için. Sama İçin belgeselinin alt dilini iyice okursanız, Ruslar ve Esat düşman. Ancak kanlı IŞİD örgütünün üstünden geçiliyor yani IŞİD’in kanlı eylemlerinin belgeselde izi yok. Sonra Suriye’yi büyük bir iç savaşa düşüren BatılılarAvrupalılar ve İsrail hiç yok. Şunu anlıyoruz, belgeseli çekenler ılımlı Batılılar’ın hoşlanacağı protestmuhalif karakterler. Evet Suriye iç savaşının insanın içine cızlatan ve hızla empati kuruverdiğimiz muhalif kitleleri var, doğru. Ancak eli kanlı IŞİD kendini nerelerde kimlerle kamufle ediyor, sorusu da var. İdlip’te Türkiye kimleri koruyorkolluyor niçin İdlip’teki insanlık dışı vahşi örgütleri ılımlı muhaliflerden ayıramıyor, çok çetin sorudur. IŞİD’in bugünkü hali görüntüsü nedir varlığı ne kadar bilenimiz yok. Astana sürecinde Türkiye bu kadar zor bir meseleyi niye üstleniverdi. IŞİD’le ılımlı muhalefet ya da Esat’ın zulmüne maruz kalmış sıradan sahipsiz zavallı insanlar arasında nasıl bir geçirgenlik var, hiç birimiz bilemiyoruz. Suçladığıımızda düpedüz masum mazlum tarafın diliyle konuşuyorlar, ama, ellerine imkan güç geçince IŞİD katliamlarına seyirci kalıyor ya da IŞİD’i bir şekilde besleyip ya da kamufle ediyorlar ya da IŞİD hiç yokmuş gibi konuşuyorlar. Ve ama Rusya ve Suriye de ‘muhaliflere’ saldırırken mazlum sıradan insanları değil IŞİD’i bahane ediyor! Türkiye dış politikası işte burada bir çuval inciri berbat ediyor, ılımlıvahşi kimi nasıl tuttuğunu ya becerip anlatamıyor, sorun çok derin, içinden çıkamıyor.
Sorun derin çünkü ılımlıvahşi hepsinin dili ‘İslami’ literatür, ümmet, mazlum, Allah, din, kitap diye gidiyor. Ilımlısı da vahşisi de bu dilin gölgesinde birbirine karışıyor. Oysa ‘karışıklığı’ gidermek çok kolay, sen laik bir ülkeysen dış politikan da laik olacak, laik ya da kanlı şeriatçıları böylelikle kolayca ayırt edebilirsin. Ama değil, Suriye muhalefeti adına konuşanlar da şeriatçıümmetçi bir dil kullanarak bu dilin gölgesinde acaba hangi vahşi örgütleri gizliyorlar? Rusya ise kendi topraklarındaki kanlı tecrübelerden dili yanmış ve bu vahşi şeriatçı örgüte karşı ‘affetmem’ deyip Esat’ın ordusunun önünü açıyor ve gözlem yerlerinde askerlerimiz şehid oluyor!
AKP’nin Suriye dış politikasını eleştirenler ‘Esat’la görüşülmeli’ argümanına gelip dayandı ve kimse bir adım ileri gidemiyor. Oysa AKP’nin dış politikasına ilk itirazımız sahadaki ‘dilini’ düzeltmeli, insanlık düşmanı kanlı örgüt IŞİD’le ılımlı muhalefeti aynı potaya sokacak İslami literatürün genel dilini kullanmamalı. Kürsüye çıkıp biz IŞİD’e karşıyız gibi slogan cümlelerle değil. Bizatihi ‘sahada’ evrensel laik bir dil kullanmalı.
Ancak AKP de bu Müslüman Kardeşler, ümmet, rabia dilini asla bırakmaz diyeceksiniz, işte o zaman ‘çıkış yok’. Geriye şu kalıyor, Suriye iç savaşı AKP gitmeden çözüme kavuşmaz, gerçeği. Cüppelisi şeyhi dincisi siyasetçisi bu ‘ümmet’ dilini Türkiye’de bizleri hapsederek yok sayarak .kini sallaya sallaya kullanıvermeyi başardı, ama, şimdi, karşınızda Rusya var. Bu tartışma bitmez çatallanır hep aynı yere çıkarız, şimdi mesela biri çıkıp peki ama Rusya da ‘ortodoks’ diyecek ve bize de bir çivi daha çakmak zahmeti düşecek ki, yazı uzar. Evet, Ruslar ortodoks, mesela bugün Doğu Akdeniz’de işler karışsa Ruslar Batılı güçlere sizden daha fazla karşı olmalarına rağmen ortodoks Yunanlılar’ı size karşı korurlar, ama bugün Ruslar Suriye’ye müdahalesini dünyalılar nezdinde meşru kılabilmek için laik bir dili profesyonelce kullanıyor. Ortodoksluğu da doğrudur, mesela sıcak denizlere inme stratejisi bu yüzyılda Rusya için çok konuşulan bir jeopolitik bir tabir, ancak, 19. yüzyılda Rus Çarları’nın her biri istisnasız sıcak denizlere inmek değil ortodoksların hamisi olduklarına inandıkları için coğrafyamızı sıkıştırıp sert basınçlar dayatmalar işgaller ve seferlere çıktılar. Bu ayrıntıları geçelim, söyleyeceğim yine ülke menfatlerinden zırnık geri adı atmayın, ancak şunu kabul edelim ‘politik dil’ değişmeden Suriye iç savaşı bitmez. Hatırlatalım, ümmet, Müslüman Kardeşler, rabia, vs. bu politik dili bütün İslam coğrafyasında Türkiye’den başka kullanan da kalmadı, Tayyip beye birisi söyleyiversin. Bu politik dil Türkiye’yi ve AKP’yi meşruiyetten dünyadan yalnızlaştırıyor düşürüyor. An itibariyle saray danışman kadroları bu politik dille Don Kişot vari hayali kuleler hayaller kurmayı sürdürüyor.
Dokuz
ODA TV en çok eleştirdiği milletin .mına koyacağız diyen Cengiz Holding’e paralı haber (reklam) yapmış. Sol Portal’da okudum sonra Veryansın da yaptı aynı haberi, utandım, yerin dibine girdim. Sonra kendime niye utanıyorum ki ODA TV’den ayrıldım, dedim. Bu paralı haberler insanı harbiden tiksindiriyor. On yıla yakın çalıştım ODA TV’de büyük bir şöhretim oldu yazılarım yüzbinlerin üstünde okunuyordu. Evet yüzbinler okuyordu ama galiba idealist sert ahlakçı yazılarımı bir tek Soner Yalçın okumamış olmalı. Yoksa ne kadar ağır küfürler ettiğime şahit olurdu. Bunun adı ‘para’, küfür ve hakaretleri etkisiz kılıp emiveriyor olmalı. Bunun adı para, size görünüşten gösterişten zengin heykelli villalı çevreli holdingli yepyeni bir ‘haysiyet’ veriyor. İnsanlığa dair o eski ‘haysiyet’i deri değiştirir gibi kaldırıp atıyor olmalı. İnsanda biraz ar haya damarı olur, ODA TV’de kanlı gözyaşlarıyla feryatlarla çığlıklarla onlarca güzel adamla yazdığımız binlerce yazının makalenin ruhuna insan biraz ‘saygı’ istiyor. Alevi kültürünün bir lafı vardır, ağzını büzüşünden Ömer diyeceği belliydi, diye, İmamoğlu’nun peşine kayıtsız şartsız takılışlarından Kaftancıoğlu’na efsane kahraman manşetleri atmalarından belliydi, Cengiz Holding gibilere paralı haber yapacakları.
On
Tüfek, Çelik ve Mikrop yazarı Jared Diamond satır aralarında bazen güzel şakalar yapar. Birgün Endenozya’nın balta girmemiş yolu izi olmayan vahşi ormanlarında dünyadan habersiz ilkel kültürlere doğru üç ay süren zorlu bir yolculuk yapmış. O karanlık vahşi ormanlar aç perişan insanüstü gayretlerle aşılmış. Ve sonunda bir ilkel kabileyle nihayet karşılaşmış.
Yerli bir kadın görmüş ilkel giyimli ve üstü açık, yanına yaklaşırken, sevinçten havaya uçuyor, çünkü, uygarlık dışı dünyayla teması olmayan bir ‘kültür’le karşılaşmanın mutluluğunu yaşıyormuş.Derken, ilkel kadının kocası gelmiş, ne görsün, ilkel yerlinin üstünde bir tişört ve tişörtte: Wisconsin University yazıyor, tişörtü görünce hayalleri yıkılmış.
Haberini okudunuz, önceki sağcı siyasetçiler gibi İmamoğlu ve sonra Mansur Yavaş’ın Chattam House gittiğini duyan seçmenler de benzer hayal kırıklıkları yaşıyor.
Ne güzel tertemiz yepyeni bir siyaset başlayacak diye on yedi uzun çetin azap dolu yollardan geçilip zorlu dağlar dereler nihayet aşılıp seçmenler seviniyordu, ki, henüz bir yıl dolmadan ne görsünler, İmamoğlu, Mansur Yavaş’ın üstünde bir tişört: Chattam House, yazıyor.
Bunlar bir şey değil, Tüsiad başkanının açıklamasını okumuşsunuzdur. Trump’un Filistin’e elli milyar dolar biçen alçak planını hatırlayın. Tüsiad başkanı benzer teklifle geliyor, şu cümleler açıklamasında aynen geçiyor: Dışarda sıcak para bol, bulur getiririz, ancak, siz de Doğu Akdeniz’de fazla ileri gitmeyin.
Bin tane internet sitemiz var insan merak ediyor TÜSİAD başkanının bu ifadelerini neden hiç biri görmüyor, göremiyor, görmek istemiyor, ya da saklıyor ya da hepsi niye salağa yatıyor ya da bizleri ve bu milleti aptal yerine koyuyor!
Konuşmasının özeti: Doğu Akdeniz’den çekilin biz sıcak para buluruz.
Kürsüde Tüsiad başkanın üzerine yürüyün üstündeki çeketi gömleği sıyırın, altından, aynı yer çıkacaktır: Üstünde Chattam House yazan tşört.
Muhalefete henüz iktidarın ucu görünmeden hepsinin ‘sıcak paraya’ ve dünyanın en ünlü ajanlarının yanına koşmaları, size neyi hatırlatıyor?
AKP iktidarının ilk günlerine, açılım ve BOP başkanlığı karşılığı ‘sıcak para’ vaatlerine!
Biz bu filmi gördük sakın demeyin, bazı filmler vardır çok büyük gişe yapar aradan yıllar geçer, aynı senaryo aynı tema ama bu sefer kahramanlar değişince yine de izlersiniz, neden, kasabamız çok sıkıcı, yazarlarımız akademisyenlerimiz çok geri, yeni bir film çekecek güçleri yok. Ya da kim parayı veriyorsa onun filmini çekiyorlar.
Üstelik muhalifler de ‘ilerici’ olduklarını iddia ediyorlar ama hikaye eskisiyle aynı mağdurlar değişir felaketleri değişmez.