Utku Reyhan

Gerek İstanbul Kanalı tartışması gerekse emekli amiral bildirisi ve sonrasındaki gelişmeler 85 yıllık sözleşmeyi Türkiye'nin gündemine oturttu. Tartışmalar sürerken Doç. Dr. Murat Burgaç, Montrö konusunda temel eser olacak bir kitaba imza attı.

Kaynak Yayınları'ndan çıkan "Montrö Meydan Muhrebesi: Bir Diplomasi Savaşı" isimli titiz araştırma, bugünkü tartışmaları anlamamızı sağlayacak önemli bilgiler ve belgeler içeriyor. Kitap, yayıncılık alanındaki en prestijli ödüllerin başında gelen Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Sedat Semavi Ödülleri'nde Sosyal Bilimler ödülüne lâyık görüldü. Murat Burgaç'la kitabını, güncel tartışmaları ve aldığı ödülü konuştuk.

‘SÖZLEŞMEDEN ÇOK ONU YARATAN KONFERANSA ODAKLANMAK İSTEDİM’

  • Montrö ile ilgili çok yayın var. Ancak siz kitabınızda bu alanda önemli bir eksiklik olduğunu belirtiyorsunuz. Nedir bu eksiklik? Sizi bu konuyu araştırmaya iten neydi?

Bugüne kadar ülkemizde Montrö ile ilgili yapılan çalışmalar Montrö Konferansı'na değil Montrö Boğazlar Sözleşmesine odaklanmış çalışmalar olageldi. Tarihçilerden ziyade, uluslararası ilişkiler ya da hukuk alanındaki araştırmacı ve akademisyenler tarafından yapılan bu çalışmalarda konu genellikle Lozan ve Montrö sözleşmelerinin karşılaştırıldığı bir şekilde ele alındı. Ancak Montrö Boğazlar Sözleşmesi bir sonuç; Montrö Boğazlar Konferansı'nın bir sonucu. Bu konferans o denli hayati bir önemdeydi ki dönemin basını konferansı, “Montrö Meydan Muharebesi” olarak isimlendirmişti. Buna rağmen böylesine önemli bir konferans bugüne kadar yeterince ele alınmamıştı. Bu alanda büyük bir boşluk vardı. İşte Montrö Konferansı üzerine kitap yazma düşüncesi de buradan çıktı.  

Elbette ki Konferansı ele aldığınızda, onun arka planındaki dış gelişmelere de bakmanız gerekiyor. 1930'lar, dünyanın giderek iki kampa bölündüğü ve Hitler'in başını çektiği revizyonist grubun, II. Dünya Savaşı’nın taşlarını döşemeye başladığı yıllar olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye kendi dış politikasını Atatürk'ün çizdiği barışçı doğrultuda sürdürmeye gayret gösteriyor. Fakat bu yeri ve zamanı geldiğinde hamle yapmaktan çekinen bir dış politika değil. Eğer öyle olsaydı böyle bir konferansın toplanması başarılamazdı. Lozan'da elde edilemeyen bir takım hakları kazanmak için 1932’de başlatılan diplomatik girişimlerin bir sonucudur Montrö Konferansı. 

Montrö Konferansı

‘MONTRÖ, SOVYETLER BİRLİĞİ'NİN DE KAZANIMI’ 

  • Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile Montrö Boğazlar Sözleşmesi kıyaslandığında, Türkiye'nin kazanımları nasıl sıralanabilir?

Bir defa Türkiye'nin Boğazlar üzerindeki egemenlik hakları ve Boğazların hukuki statüsü noktasındaki durumunu tamamen değiştirecek bir kazanım elde ettiğimizi görüyoruz. Bilindiği üzere Lozan'da Boğazlardan geçişleri denetlemek ve düzenlemek amacıyla bir Uluslararası Boğazlar Komisyonu kurulmuştu. Her iki yakası da size ait olan Boğazlarda geçiş rejimi sizin dışınızda bir komisyon tarafından yürütülüyor ve denetleniyordu. İşte Montrö bu komisyonu tamamen tasfiye etti, komisyonun tüm görev ve yetkileri Türkiye’ye devredildi.

Ayrıca Lozan’da “Boğazlar mıntıkası” gayri askeri bölge olarak kabul edilmişti; bölge dahilinde savunma tertibatı alma hakkı da söz konusu değildi. Boğazları savaş gemilerinin tehdidine tamamen açık haldeydi. Tamam, Lozan'da, “Akdeniz devletleri”ne ait savaş gemilerinin Karadeniz'e geçişi için bir takım kısıtlayıcı hükümler getirilmişti. Ama o kadar büyük bir tonaj hakkı sağlanmış ki, o tarihlerde değil Türkiye'nin, Karadeniz ülkelerinin tümünün donanmasından daha büyük bir donanmanın Boğazlar'dan geçişi ve Karadeniz'e girmesi mümkündü. Bu donanma Boğazlardan geçiş yaptığı esnada elbette ki İstanbul büyük bir tehdit altına giriyor. Kaldı ki o tarihlerde donanmamız çok zayıf, İstanbul'un işgal edilmesi işten bile değil. 1915'te zorlayıp geçemedikleri boğaz kapıları sonuna kadar açık. 

Lozan'da geçiş rejimi neredeyse tamamen “Akdeniz Devletleri”, ve bu devletlerin lideri konumunda olan İngilizler lehine. Bu nedenle Montrö'nün kaybeden tarafına ben İngilizler dedim. Lozan Boğazlar Sözleşmesi hem Sovyetler Birliği'nin hem de Türkiye'nin ulusal güvenliğini tehdit ediyor. Boğazlar için "Evin giriş kapısı" der dönemin basını. İşte Genç Türkiye Cumhuriyeti Montrö’yle, evinin giriş kapısını tam da savaşa sürüklenilen bir dönemde kapatmış; Akdeniz'de yeniden etkili bir güç haline gelmiştir. Montrö aynı zamanda Sovyetler Birliği'nin de kazanımıdır. Çünkü Karadeniz'de bulundurulacak savaş gemileri için ciddi bir kısıtlama getirmiştir. Özetle o günkü güç dengelerini iyi okuyan Türkiye Montrö’de, elde edebileceği en iyi sözleşmeyi kabul ettirebilmeyi başarmıştır.  

‘DAHA İYİSİ MÜMKÜN AMA...’

  • Montrö dönemin şartları için çok değerli bir çözümdü. Fakat bu yine de en ideal çözüm müdür? Daha iyisi mümkün müdür? Boğazlar üzerinde tam bir egemenlik sağlamış durumda mıyız?

Her sözleşmenin, her antlaşmanın daha iyisi tabii ki olabilir. Lakin bu taraflar arasında uzlaşı gerektirir ve Boğazlar gibi çıkarları birbirine neredeyse taban tabana zıt devletleri ilgilendiren ve "uluslarası su yolu" olarak kabul edilen bir bölgede, geçiş rejimini tek başına belirleme yetkisi size ait olmuyor. "İki açık denizi birbine bağlayan doğal su yolu" meselesi tam da burada karşımıza çıkıyor. Evet boğazların her iki yakası da Türkiye'ye ait. Jeostratejik önem dediğimiz de bu. Türkiye çıkarları birbiriyle çatışan devletleri bir masa etrafında toplamayı ve bu çıkar çatışmalarından kendi ulusal çıkarlarına uygun bir şekilde yararlanmayı başarabildiği için Montrö Sözleşmesi’ni elde edebilmiştir. Bu son derece zordur. Hatta bazı durumlarda çıkarları çatışan devletler dahi sizin karşınıza müttefik olarak çıkmışlardır. Örneğin Montrö’de Türk delegasyonu, “Boğazların her iki yakası bizde, sağlık hizmetleri için altyapı harcaması yapmamız gerekiyor. Bu nedenle geçen gemilerden sağlık harcı adında bir vergi almak istiyoruz." diyor. Haklı bir talep. Lakin tıpkı kapitülasyonlar meselesinde olduğu gibi işin içine “para” girdiğinde bütün taraflar bize cephe aldılar. Buna rağmen biz Montrö’de sağlık harcını da, hem de altın frank esasına bağlayarak elde ettik. Boğazlar mıntıkasını gayri askeri halden çıkarmayı, Boğazlar Komisyonunu kaldırmayı, savaş gemilerinin geçiş rejimini yeniden düzenlemeyi başardık. Sovyetler Birliği'nin desteğini alarak Akdeniz devletlerinin Karadeniz'e göndereceği gemileri kısıtladık. Biz Montrö'de aynı zamanda Karadeniz devletlerinin geçirecekleri savaş gemilerini de kısıtladık. Tabii ki onlara biraz pozitif ayrımcılık yapıldı. 

6 Ocak 1937. Atatürk, İnönü, Kaya ve Aras Eskişehir'de. Boğazlar sorunu çözülmüş, gündemleri Hatay.

‘HERHANGİ BİR İMZACI FESHEDEBİLİR’

  • Nisan ayında Montrö çok tartışıldı. TBMM Başkanı Mustafa Şentop'un Montrö ile ilgili sözleri oldu. Montrö'den vazgeçme ihtimalini "Marmara Denizi'nden yoğurt yapma" benzetmesiyle açıkladı. Yani "mümkün değil" demeye getirdi. Buna rağmen bazı emekli amiraller "Montrö'den vazgeçiyoruz, tartışmaya açılıyor" diye bildiri yayınladılar. Montrö Sözleşmesi'nin tehlikede olduğunu düşünüyor musunuz?

Montrö değiştirilebilir bir sözleşme. Üstelik bu yalnızca Türkiye'nin iradesine bağlı da değil. İmzacı devletlerden her birinin, bazı şartlara bağlı olmakla birlikte, değişiklik talep etme hakkı var. Dahası herhangi bir imzacı devlet, dilediği anda bir fesih ihbarnemesi gönderek sözleşmeyi fesih sürecini başlatabilir. Fesih süreci başlatılırsa sonrasında ne olacağını tahmin etmek ise çok zor. Çalışmamın sonuç kısmında da belirttim, o zaman ortaya günümüzün güç dengeleri çıkacak. Mesela Akdeniz devletlerinin öncüsü o zaman İngiltere'ydi, sonra bunu ABD'ye kaptırdı. ABD Karadeniz'e daha fazla girmek isteyecek. Rusya elbette ki buna şiddetle karşı çıkacak. Üstelik Ruslar kendi savaş gemilerini hiçbir kısıtlama olmaksızın Akdeniz’e indirme tezini de yeniden gündeme getirecektir. Montrö’de Boğazlardan geçişi yasaklanmış olan uçakgemileri ve denizaltıları meselesi de kuvvetle muhtemeldir ki yeniden masaya yatırılacaktır. Günümüzün savaş teknolojisindeki değişimler de göz önünde bulundurulduğunda tehlikenin büyüklüğü çok daha iyi anlaşılabilir kanaatindeyim. Türkiye ulusal güvenliği açısından her iki tarafın savaş gemilerinin geçişine yine ciddi kısıtlamalar getirmek isteyecektir. Özetle sonu tahmin edilemez bir sürece girilmesi kuvvetle muhtemeldir. Lakin Montrö’de kurulmuş olan denge öylesine hassas ki bugüne kadar taraflardan hiçbiri fesih sürecini başlatmaya tevessül etmedi. Montrö Sözleşmesi, Türkiye’nin son derece önemli kazanımlar elde etmesini sağlayan bir sözleşme olduğuna göre bu tür tartışmaların Türkiye’de başlatılması kanımca hiç uygun değil. Lakin yeniden bir “diplomasi savaşı”na girmek zorunda kalırsak, hedefimizin ve stratejimizin ne olacağını devletin ilgili birimleri hassasiyetle tetkik etmeli diye düşünüyorum.  

"MONTRÖ'NÜN KAZANIMLARI TÜRKİYE'DEN ALINAMAZ"

  • Herhangi bir taraf ülkenin fesih başvurusu yapması durumunda sözleşme ortadan kalktığına göre, boğazlardaki egemenliğimizi bu sözleşmeye dayanarak tarif etmek ne kadar doğru? Montrö Sözleşmesi "boğazların tapusu" mu? 

Egemenliğimizi Montrö'ye bağlıymış gibi göstermek ve Sözleşme masaya yatırılırsa egemenliğimiz de tartışılacak gibi bir ön kabul kesinlikle yanlış. Montrö Türkiye’nin iradesi dışında, değişim ya da fesih talebiyle gündeme getirilebilir bir sözleşme. Sözleşmenin hükümleri bu konuda çok açık. Dolayısıyla çok hassas davranılması, bu tür söylemlerde bulunurken çok dikkat edilmesi gerekir. 

Türkiye Boğazların her iki yakasına sahip, egemen bir devlet. Montrö kazanımları savaşı dahi göze alarak elde edilmiştir, bunlardan vazgeçmek söz konusu olamaz. Üstelik böyle bir durumda Türkiye’nin de talepleri olacaktır. Ticaret gemilerinden alınan harçlardan bahsettik. Montrö’de biz bu geçişlerden alınacak harcı Altın frank esasına bağladık. Sonra dolara dönünce biz oradan korkunç zarar ettik. Keşke değiştirebilsek lakin bunu değiştirebilmek çok zor. Çünkü karşınızda birleşik bir cephe bulacaksınız. Bu şuna benzeyecek: Yıllarca kiracınıza zam yapmadınız, yıllar sonra diyorsunuz ki "10 katına çıkar." Hamle yapmadan önce, ne hamle yapacağız, niye yapacağız, sonuç alabilir miyiz bunları iyi tartmak gerekir. Tevfik Rüştü Aras son adımı atmadan önce Atatürk ona diyor ki, "Çok düşün ondan sonra karar ver. Sonra bu millet senin kafanı keser." Aras'ın kendi hatıralarında var. Montrö imzalandığında Boğazlardan geçiş yapan bu kadar petrol tankeri yoktu. Bunların geçişi ciddi riskler doğuruyor. Üstelik bu tankerler ticari gemi de sayılmıyor, yardımcı sınıf gemi kategorisinde değerlendiriliyor. Bunlardan “sağlık harcı” da alamıyorsunuz. Bunu değiştirmek istememiz haklı olur. Ama uluslararası su yolu bir taraftan, orada çıkarlar çatışmaya başlayacak. Neyi korumak zorunda olduğumuzu iyi anlamalı, böyle bir durumla karşı karşıya kalırsak nasıl bir strateji izleyeceğimizi, hedeflerimizin ne olacağını bilmeliyiz. Hedefimiz ne? Buna ulaşmak için aldığımız risk ne? En nihayetinde hedefiniz, aldığınız riskten daha küçükse ya da ulaşılması güç bir hedefse o zaman bu tartışmanın bizim ülkemizden açılmasına gerek yok. Evet, altın frank hesabından çıkıldığı için zarar ediyoruz. Düzeltilmesi için girişim olursa desteklemeliyiz. İtirazım yok. Ya da petrol tankerleri konusunda itirazım yok. Ama Montrö kazanımlarının öyle kolayca elde edilmediğini de bilelim. Üzerinden 80 yıl geçince zannediliyor ki gittiler oraya, oturduk, konuştuk, kazandık geldik. Öyle değil. 1923'ten 36'ya Türkiye'nin modernleşmesi, kabuk değiştirmesi ve Atatürk Türkiyesi'nin dünyadaki saygın konumu kesinlikle çok büyük bir etken. Son 3 yıl diplomasi savaşı. Notaların verilmesi, cevap alınması... Her bir ülkeyi tek tek ikna etmek... Bu diplomasi savaşı, II. Dünya Savaşı’na sürüklenilen yıllarda büyük devletler arasındaki güç dengelerinin doğru bir şekilde analiz edilmesiyle kazanıldı. Tüm bunları düşünüp ona göre konuşmak gerekiyor. Hamle yapmak bile demiyorum, ona göre konuşmak gerekiyor. Kitabım bu meselelerde düşünülenleri biraz olsa aydınlatabilirse, sanırım amacına hizmet etmiş olur. 

'TÜRK TASARISININ NEREDEYSE TAMAMI KABUL EDİLDİ'

  • Lozan Boğazlar Sözleşmesi, Sevr'e göre bir ilerleme. Aynı şekilde Montrö de Lozan'a göre bir ilerleme. Bununla birlikte Atatürk'ün konferansın ardından Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'a yazdığı bir telgraf var. Tebrik ederken "Makul ama pek parlak değil." değerlendirmesinde bulunuyor. Neden parlak bulmuyor? 

Çok güzel soru. Evet o telgraf oldukça gündeme geldi. Telgraf 1819 Temmuz'da çekiliyor. O tarihte Sözleşme henüz imzalanmamış fakat konferans bitmiş. "Tebrik ederim. Montrö Konferansını pek parlak demeyeceğim makul neticelendirebildiğinden dolayı" diyor. Tevfik Rüştü Bey'e konferansa giderken taleplerimizi içeren bir Türk tasarısı verilir. Objektif bir değerlendirme için şunu incelemek gerekir. Türk tasarısı hangi hükümleri içeriyordu, Montrö Boğazlar Sözleşmesi hangi hükümleri içeriyor? Sözleşmenin Türk tasarısındaki hükümlerinin neredeyse tamamını karşıladığını görüyoruz. Dolayısıyla ben buradaki "Pek parlak demeyeceğim makul" ifadesini, sözleşmeye değil konferans sürecine, daha açık bir ifadeyle Tevfik Rüştü Bey’in konferanstaki “performansı”na yönelik bir ifade olarak değerlendiriyorum. Zaten Atatürk aynı gün İsmet İnönü’ye çektiği telgrafta “Zafer senindir, gözlerinden öperim, yarın tayyare ile bekliyoruz.” diyor. Sözleşmeyi bir zafer olarak görüyor ve bu zaferi de Tevfik Rüştü Bey’e değil; İnönü’ye mal ediyor. Peki niçin? Kitabımda etraflıca anlattığım üzere Konferansın ikinci safhasında İngiliz tasarısı gündeme geliyor. Tevfik Rüştü Bey bu tasarının görüşmelere temel olmasını kabul edince Ankara'da işler karışıyor. Atatürk'ün haklı uyarıları oluyor. Üstelik İngiliz tasarısının kabul edilmesinden dolayı Konferans sürecinde Ruslarla Türklerin arası bir hayli açılıyor. Hatta bir ara Rusların konferanstan çekilecekleri Ankara’ya resmen iletiliyor. Bu, Konferansı tehlikeye düşürecek ciddi bir sorun. Bu sorunun aşılması ancak Ankaraİstanbul hattından yapılan müdahaleler sonucu oluyor. Lakin Sözleşme Sovyetler Birliği'ne de önemli kazanım getirmesine rağmen Montrö sonrası Sovyetler BirliğiTürkiye ilişkileri bir daha asla Montrö öncesi gibi olmuyor. Bu nedenle Tevfik Rüştü Bey’in imzaladığı sözleşme değil fakat konferans sürecindeki “performansı” parlak değil, makuldür. Bu benim yorumum. Sözleşme, Türkiye için gayet “parlak” bir sözleşmedir. 

'BİR AKADEMİSYENİN YAŞAYABİLECEĞİ EN BÜYÜK MUTLULUKLARDAN BİRİ'

  • Kitabınız 45. Sedat Simavi Ödülleri Sosyal Bilimler Ödülü'nü almaya hak kazandı. Yıllarca sürdürdüğünüz bir araştımanın sonucunda Türkiye'nin yayıncılık alanındaki en prestijli ödülllerinden birine lâyık görüldünüz. Neler hissettiniz? 

Hakikaten büyük bir mutluluk, büyük bir gurur. Uğruna yıllarca çalıştığım bir kitabın böylesine önemli bir ödülü almış olması, bir akademisyenin yaşayacağı en büyük mutluluklardan biri olsa gerek. Ben, bu ödülü benden önce almış olan hocalarımın kitaplarıyla yetişmiş bir tarihçiyim. O kitapları, kendi derslerimde kaynak olarak öğrencilerime tavsiye eden bir akademisyenim. Dolayısıyla kitabımın çok saygı duyduğum hocalarımın almış olduğu bir ödüle layık görülmesi, hatta bu hocaların da içinde bulunduğu bir jüri tarafından bu ödüle layık görülmesi benim için çok büyük bir mutluluk. Bunu kelimelere dökmenin imkânı yok. Ayrıca Türkiye gibi, ne yazık ki bilime ve bilim insanına verilen kıymetin günden güne azaldığı bir ülkede, içsel motivasyonu sağlamanın gitgide zorlaştığı akademik dünyada böyle bir ödülü almış olmak, bundan sonraki çalışmalar için size güç veriyor. Bundan önceki çalışmalarda olduğu gibi bundan sonraki çalışmalarımda yine Atatürk'ün izini sürmeye, akıl ve bilimi rehber almaya devam edeceğim. Atatürk dönemi üzerinde çalışmalarıma devam edeceğim. Sedat Simavi Sosyal Bilimler Ödülü’nün beni yeni akademik çalışmalar için şevklendirdiğini; uzun ve yorucu arşiv çalışmalarına biraz daha hazır hale getirdiğini de söylemeliyim. Bu vesileyle “Montrö Meydan Muharebesi:Bir Diplomasi Savaşı”nı bilim camiasına kazandıran Kaynak Yayınları'na ve ayrıca beni bu ödüle layık gören tüm hocalarıma da sizin aracılığınızla bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. 

Aydınlık

Burgaç kitabını yazarken "Duman Hanım" da eşlik etti.