Musa Uçan, Orta Doğu ve şimdi de Batı’da kendini gösteren “muhalif” ayaklanmalarına SolLiberal Gericilik kavramını vererek farklı bir yönden yaklaşıyor ve ülkelerin ulus devlet yapıları ile sosyolojilerindeki bozulmalara dikkat çekiyor.


Egemen güçlerin kutuplaşıp diğer devletleri de menfaatleri yönünde farklı metotlarla şekillendirme çabası, modern tarih boyunca süregelen bir gerçektir. Kullandıkları bu metotlar geçmişten günümüze doğru askeri metotlardan asimetrik psikolojik harp tekniklerine doğru evrilegelmiştir. ‘Halk’ dediğimiz sosyal topluluklara ev sahipliği yapan devletlerdeki politik hareketleri yönlendirmek için artık o devletin askerî tesislerine değil; topluluğunu yönlendirecek metotlar, yeniçağın savaş tanımı anlayacağınız.

Mesela ABD’nin yarattığı “antikomünist yeşil kuşak” veya SSCB’nin nüfuz ettiği, ABD’nin yer yer flört genelde kavga ettiği Orta Doğu Baas Rejimleri… Örnekleri ne kadar artırırsak artıralım, ABD her örneğin müşterek aktörü olacaktır; zira modern sosyal mühendislik metotları, ABD’deki akademilerde veya ABD bağlantılı, uluslararası üniversite ya da enstitülerde tasarlanarak sahneye konulan metotlardır. Bu meselelere en fazla yatırım yapanlar da ABD’de yerleşik küresel hegemon ailelerdir.

Gelişen iletişim araçları, habere ulaşım metotları, yerel kültürlerin üzerinde bir küresel kültür ve ahlak normları silsilesi oluştuğundan, eskiden olduğu gibi din veya abartılmış, popülist bir milliyetçilik üzerinden toplumları kontrolü altına alamayan egemen güçler, dejenere bir liberalizm üzerinden yeni nesli kontrolü altına alıyor gibi görünüyor. Son 10 senedir Avrupa, Avustralya, Japonya, ABD, Kanada gibi ülkelerde kontrollü şekilde denenen “Politik Doğruculuk”, artık Rusya, Türkiye, İran, Çin ve hatta müttefik görülen Avrupa ve İsrail’de de tesirini göstermeye başladı. Bu “Politik Doğruculuk” terimi, yeni nesil neoliberalleri tanımlamaya yetmeyeceğinden biz buna Türkçe bir ad koyacağız: SolLiberal İrtica veya SolLiberal Gericilik.

Ne işimiz var Karabağ’da?

ABD’nin Minnesota eyaletinin Minneapolis kentinden geçtiğimiz Temmuz ayında, beyaz polis memuru Derek Chauvin’in hakkında bir arama kararı çıkan siyahî George Floyd’u tespit ettikten sonra hiçbir direnç olmamasına rağmen diziyle boynuna bastırarak öldürmesiyle, pandemi koşullarıyla zaten gerilen ABD’de büyük bir öfke patlaması yaşanmıştı. Sokakların, kamu kuruluşlarının, resmî ve sivil kamu malına zararın yanı sıra can kayıplarının da yaşandığı olaylar Avrupa’ya kadar sıçramış, Trump yönetimi yönetmekle mükellef olduğu ülkede, Beyaz Saray’dan adeta bir iç savaş manzarasına tanıklık etmişti. Elbette sokağa taşan öfke tamamen yersiz değildi; ancak protestolar başladıktan birkaç gün sonra insanlar, Floyd’u çoktan unutmuş, çoğu ne için sokakta olduğunu bilmeden yağma, gasp, kundaklama gibi suçları sıradan fiiller gibi işlemeye başlamıştı. Senelerce görsel medyada sıradan ve normal olmayı adeta bir zihinsel ya da fiziksel engel gibi gösterip, sıra dışı ve anormali yücelten tuhaf kültür bombardımanın sonunda duygusal açıdan aşırı zayıf, şiddet ve madde kullanımına eğilimli, geleneksel ahlak kurallarını “çiğnenmesi gereken tabular” gibi gören bir kitle oluştu. Ortaya anormali normal gören, özgürlük anlayışını canı ne isterse yapmak ve söylemek zanneden, azınlıkları ne olursa olsun haklı gören, düşman bellediği grup, kişi veya fikre karşı her türlü şiddeti normal gibi algılayan bu kitle, Floyd olaylarıyla kontrolden tamamen çıktı. (Floyd protestoları ile ilgili yazım için burayı tıklayınız.)

Türkiye’ye geç geleceğini tahmin ettiğim ama küresel salgın ile gelişi biraz erkene çekilen Politik Doğruculuk, Türkiye’de bilhassa sosyal medyayı etkin kullanan, 15 – 40 yaş arası vatandaş profilinde ve muhalif medyanın büyük kısmında kendini açıkça göstermeye başladı.

Bir ölçek doğruya beş ölçek yalan katan, Stalin ve Sovyet mirası gri propaganda metodunu ustalıkla yöneten bu “muhalif figürler”, derdi Türkiye’nin daha iyi yönetilmesi, daha parlak bir gelecek olan samimi muhalif kitleleri zorla kendi politik doğruları noktasına çekiyor. Muhalif kitleleri temsil ettiği iddiasındaki bu figür ve kuruluşlar, gri propagandayı ekranlarda ve sosyal medya hesaplarında “ekonomimiz çok kötü, bizim Karabağ’da ne işimiz var” veya “demokrasimiz yara almışken bir de Mavi Vatan çıkarıyorlar” gibi birbiriyle alakasız kavramları, karıştırarak yapıyorlar. Ekonomik refah, barış, kardeşlik, adalet ve eşitlik gibi siyasi görüşü fark etmeksizin herkesin “evet” diyeceği kavramların yanına Karabağ, KKTC, Mavi Vatan gibi millî meseleler katılınca ister istemez birçok muhalif seçmenin de kafası karışıyor.

Bir muhalif haber kanalında, Suriye’de alan hâkimiyeti mücadelesi veren iki terör örgütü IŞİD ve YPG çatışmasını aktarırken, “IŞİD’li teröristler bölgeden kaçarken YPG askerleri kontrolü ele geçirdi” diye  bir nefeste araya sıkıştırılan cümlelerle yapılan algı oyunları öylesine fazla, öylesine normalleştiriyor ki anormali, bunların bilinciyle dile getirenlere “paranoyak, yandaş, faşist” gibi sıfatlarla topluca saldırıp sindiren bir kitle oluştu bile.

Düşünün, Türkiye’de kendini “solcu” olarak tanımlayan siyasi bir kitle ve bunların medyadaki temsilcilerine, “Apo’nun heykelini dikeceğiz” diyen bir kişinin terör örgütü yöneticisi olduğunu anlatmaya, buna ikna etmeye çalışıyoruz. Bundan daha saçma bir şey olabilir mi? Modern ve demokratik rejimlerin tamamındaki “ulus devlet” ilkesini “popülist milliyetçi” hatta “ırkçı” gören bu kesimlerin, bir çok etnik grubun yaşadığı Türkiye Cumhuriyeti devletinde, bir etnik azınlığa diğerlerinden fazla haklar verilmesi gerektiği iddiasıyla esas ırkçılığı kendilerinin yapması, solliberal gericiliğe en iyi örneklerden bir tanesi mesela. Yurttaşları eşitleyen “Türk vatandaşı kimliğini” savunduğunuz için size “geri kafalı” diyen bu kitleler, esasında “etnik kimlik siyaseti” yaparak, asırlar öncesinin çoktan çökmüş zihniyetini savunurlar ama bu yüzlerine vurulduğunda karşısına bu defa hakaret ve ortam müsaitse fiziksel saldırıda bulunarak “faşizmi cezalandırmak” isterler. İşte sol liberal gericiliğin açmazı da tam manasıyla bu çelişkilerdir.

Solliberal gericilik KKTC’de nasıl kaybetti?

KKTC’de Rumlarla birleşmek isteyen kitleyi temsil eden Mustafa Akıncı, seçim öncesi ve sonrasında epey tartışılan bir isimdi. KKTC topraklarını Rum Kesimi ile birleştirip tek bir federasyon çatısı altında yaşanacağına inanan Mustafa Akıncı seçimleri kaybetti ama ülkede bu tehlikeli görüşe alıştırılmış, afyonlanmış ve milli şuurunu tamamen kaybetmiş bir kitlenin varlığı gerçeğiyle de artık yüzleşmiş olduk. Akıncı’nın federasyon fikrinin akla yatkın olup olmamasından ziyade, taraftarlarının sosyal medyaya da yansıyan fikir ve söylemleri işin esas ürkütücü tarafıydı. Türkiye’yi baskıcı, faşist bir diktatörlük gibi gören bu kimselere göre kendileri Türk olmakla birlikte, Rumlara daha yakınlar. Resmî olarak tanınmayan KKTC’de esir hayatı yaşadıklarını düşünen bu kitle, son 10 senede türedi diyemeyiz ama bu azgın fikirlerin böyle alenen dillendirilmesinin 10 senelik mazisi var dersek yanılmayız.

Tabiî ki Akıncı’nın akla ziyan bu görüşlerine katılan bu güruh, sadece ondan etkilenmiş değil. Sivil toplum ve medya ayağı olmadan, Rumlarla birleşip saadet içinde yaşamak gibi akla sığmayacak bir safsataya inanan bu kitle meydana gelemezdi.

Bu kitlenin yüksek ilgisine mazhar olan, KKTC’de “Birleşik Kıbrıs” için senelerdir mücadele veren ve belki de KKTC’de, bu zehirli fikri ilk dillendiren kişilerden biri de Afrika Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Şener Levent. Levent, 2016’da Rum Kesimi’ne, DİKO, EDEK, Vatandaşlar İttifakı ve solu temsil eden Yeşiller Partisi tarafından düzenlenen bir etkinliğe, konuşmacı olarak davet ediliyor. Söz konusu Şener Levent olunca, buraya kadar anormal hiçbir şey yok. Zira kendisi, Rauf Denktaş’ın ajanlıkla suçladığı, Kanlı Noel’i Türk İstihbaratının düzenlediğini öne süren ve daha önce de çok defa Rum Kesimine gidip, Türkiye’yi kötüleyen, Rum ve Türklerin Kıbrıs’ta tek bayrak altında yaşaması ve Türkiye’nin garantörlüğünün Kıbrıslı Türklere fenalıktan başka bir şey getirmediğini söyleyen tuhaf bir gazeteci. Levent’in hayatındaki dönüm noktası bir vakayı incelemeden önce, Türkiye hakkında, Ermenistan basınında bile yazılmayacak en ağır ithamları rahatlıkla dile getiren kendisini tanıyalım.

“Türkiye demek kan demek… İşkence demek… Ölüm demek… Barbarlık demek barbarlık…”

10 Ekim 2015’de Ankara Sıhhiye’de düzenlenen IŞİD’in alçak terör saldırısı ülkeyi sarsmıştı. Açılımla şımaran ve Suriye’de ABD’nin paralı askeri olarak IŞİD’le Kuzeydeki petrol alanları için çatışmaya giren PKK’ya Ankara’da, HDP mitingine saldırı düzenleyerek yanıt vermişti IŞİD. Türkiye tarihinin en kanlı terör saldırısı sonrası, eski adı Avrupa o dönem Afrika, şimdi tekrar Avrupa adıyla çıkan gazetedeki köşesinde saldırı sonrasında şunları söylüyor Levent;

”BARBARLAR

Lafı döndürüp dolandırmadan açık söyleyeyim. Ben bu Türkiye’yi Kıbrıs’ta istemiyorum… Türkiye demek kan demek… İşkence demek… Ölüm demek… Barbarlık demek barbarlık… Barbarları içimizde istemiyorum… Bir barbardan garantör olmasını istemeye utanmıyor musunuz? Parasını da istemiyorum… Paketini de… Memurlarını da… Suyunu da…

Kendi halkını bombalayan… Topluca katleden… Ölüleri bile yerlerde sürükleyen ve tekmeleyen bir devletten garantör mü olur? Düşsün yakamızdan… Düşmezse biz düşürelim… Uygarlık sıfır… İnsanlık sıfır… Adalet sıfır… Zulüm gırtlağa kadar… Kendi halkına yaptıklarına baktıkça, 1974’te burada Rumlara neler yaptıklarını hayal edebiliyorum…

Türkiye’nin garantörlüğünü yeniden kabul edecek Rum varsa, aklından zoru var demektir onun da… Ankara’da patlayan bombalar sizi hiç ürkütmüyor mu? Bakın nasıl bir kan deryası… Ve nasıl bir pişkinlik iktidarda… “Kendi kendilerini bombaladılar” diyen bir şeytan…

Bu şeytanı çok iyi tanırız biz… Burada da gördük… Bize de “kendi kendinizi bombaladınız” dedi… Ve tayfası da onun ardından öttü hemen… Sağcısı solcusu… Kıbrıs’taki acentesi Mehmet Ali’ye sorun… Ki o bu tayfanın en başında…

 ***

Terörizm mi dediniz? Hangi terörizm? Kör müsünüz siz? Bu teröristin devletin ta kendisi olduğunun farkında değil misiniz hala?

Gücünüz ve cesaretiniz ona terörist demeye yetmiyorsa hiç demeyin… Başka terörist aramayın! Asıl teröristin onun olduğunu söylemeden sadece terörizmi lanetleyeceksen eksik olsun… Lanetleme… Hem bu lanet ne? Hem ateistsiniz, hem de beddua mı?

*** İktidarı barbar… Ama muhalefetinde de hiç iş yok! Onlar da ırkçı… Faşist! Selahattin Demirtaş’ı ayırın içinden, gerisini çöpe atın! Gerisinde kafa asker kafası… “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” havası… En aklı başında zannettiklerimiz bile Mehmetçik der de başka bir şey demez… Öldürülen askerlere ağlar… Öldürülen Kürtlerin ölüsüne küfreder… Kürt halkının başına bomba yağdıran asker kahraman! Buna karşı direnenler ise terörist!

İktidarını da istemiyorum, muhalefetini de… Bize hala “Yavru Vatan” diyen gafiller… İçimizde ona “anavatan” diyen yavşaklar ise asap bozmaktan başka bir işe yaramıyor…

***

Ankara’da patlayan bombalar yeni bir milattır hayatımızda… Biz bu canavarlığı yapanlarla içiçe mi yaşayacağız?

Eğer bir kere olsun bir iyilik yapmak isterse bize, çekip gitsin bu adadan… Yetti be yetti!

Uygar bir devlet olsan, ona da amenna… Katlanırdık belki… Ama bu cellât halinle değil garantör, sen ancak bir canavar olursun! Bu katliama yayın yasağı getirdin diye kimse duymayacak sanma… Suyunu da al git, borunu da… Umarım Kıbrıslı Rum liderlerin senin garantörlüğünü kabul etmeyecek kadar aklı başındadır…

***

Bizim çözüm ve barışımızı desteklermiş…

Sen kim, barış kim… Sen barışı havaya uçurdun Ankara’da… Da Kıbrıs’ta barış meleği misin?”

11 Ekim 2015

Bu “pek takdire şayan” fikirlerini, Türk tarafında reddettiği Türk kimliği ile dillendirmek için koşa koşa gittiği Rum Kesimindeki etkinlik sonrası, yukarıdaki satırları yazan eller şunları yazıp, yavaş yavaş ortadan kaybolmuştu. İşte, aynı şahsın o etkinlik sonrası kaleme aldığı köşe yazısı;

“Bizi terörist olarak görüyorlar”

“…Şener Levent etkinliğin başında bir film gösterildiğini ve filmin adının “Türklerin isyanı” olduğunu belirterek yazısına şöyle devam etti:

“Salonda birkaç Türk’tük, hepimiz donduk kaldık. Demek hala bizi cumhuriyete isyan eden teröristler olarak görüyorlardı… Olmadı efendiler, hiç olmadı.”

“Bir anda Yunan marşı çaldı”

Şener Levent salonda bir anda Yunan Marşı’nın çalmaya başladığını anlatan yazısında hayretler içinde kaldığını şu sözlerle okuyucularına aktardı:

“Birden bire Yunan Marşı çalınmaya başlandı… Tüm salon ayağa kalktı ve bu marşı yüksek sesle söyledi… Ne sürpriz değil mi? Hem Kıbrıs Cumhuriyeti’ni konuşmaya gidiyoruz hem de Yunan Milli Marşı çalıyoruz. Senin marşın yok mu ey zavallı cumhuriyet? Konuşmamın bir bölümünü ENOSİS’e ayırdıysam, ikinci bölümünü de işgal ve istilaya ayırdım. Ancak gördüğüm kadarıyla güneydeki basın benim konuşmamın yalnız işgal bölümünü verdi, ENOSİS’i hiç vermedi… Çok yazık…”
“Kabul etmeyiz” dediler…

Geceden sonraki yemekli sohbete EDEK Lideri Sizopulos katılmadı. Ben de orada sorduğum soruyu diğer üç parti liderine sordum…

Dedim ki: Diyelim Türkiye garantörlükten vazgeçti, Türk askerinin tümü de adadan gidiyor.. Omorfo ve Maraş dâhil bazı köyler iade edildi size… Ve diyelim Türk tarafı dönüşümlü başkanlıktan da vazgeçti… Bu durumda iki bölgeli, iki toplumlu federal çözümü kabul eder misiniz?

Beni hayrete düşüren bir yanıt verdiler:

Hepsi de “Kabul etmeyiz” dediler…

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamı olmayan iki bölgeliliği içeren hiçbir çözüme “evet” demezlermiş…

Ben de sanırdım ki, Kıbrıslı Rumlar için en büyük sorun işgal sorunuydu… Türkiye ile Türk askerinin adadaki varlığı… Yanılmışım!”

KKTC tarafında iken Türk kimliğinden utanıp kendini “Kıbrıslı” olarak tanıtan Levent, Rum tarafına geçtiğinde ise reddettiği “Türk” kimliği ile Rum tezlerini dillendirmekten hiç çekinmiyordu. Levent’in sinirlerini bozduğu Türk siyasetçi, yazarlar senelerce ağzından hakaret yağan bu adama, Türkler istese bile Rumların Türksüz bir Kıbrıs istediği gibi yalın bir gerçeği anlatmaya çalışıp durdular. Türkiye’de, her görüşten makul yurttaşların, PKK tezleri kabul edilince Kürt sorunu(!) denen şeyin çözülmeyeceğini, hatta böyle bir sorunun var olmadığını anlatmaya çalışıp durduğu gibi!

SolLiberal Gericilik denen kavramı, başa çıkması zor hale getiren diğer bir faktör ise bu kitlelerin mağduriyetlerden beslenen ve göreceli eğitimli ve çağdaş kitleler olması. Başta da ifade ettiğimiz gibi bir doğrunun yanına gerçek olmayan birkaç absürt fikri ve fanteziyi iliştirip yeterince bağırdığında, ardına bir kitle toplayabileceğini bilen ve korkarım ki bu metotların mucidi batılılardan profesyonel yardım da alan sol liberal figürlerin profil analizi, muhalif medyada birkaç haftadır tartışılan “niye her şeye rağmen muhalefetin oyu düşüyor” sorusuna da detaylı cevap teşkil edecektir.

Solliberal gerici hareketlerin nihai hedefleri: Sivil İtaatsizlik ve şiddetsiz eylemlerle renkli darbeler

10 senelik bir zaman dilimine ve son on yılda, SolLiberal Gericiliğin büyük mesafe kat ettiğine değindim. Tamamen laboratuvar ürünü ve diğer birçok siyasi akım gibi beşeriyetin tabiî ihtiyaçlarından, zamanın ruhunun gerekliliklerinden değil; egemen güçlerin küresel planlarının hayata geçmesi gerekliliği ile ortaya çıkarılan SolLiberal Gericiliğin “operasyona hazır” hale getirilip, “hibrit” modelden “seri üretime” geçmesi bu 10 senelik döneme denk geliyor. SolLiberal Gericilik denince çoğu kişinin aklına haklı olarak “sol” gelse de laboratuvar ürünü bu metot, solun sadece işine yarayan yanlarını manipüle edip gayet “sağ” metotlarla eylemlerini hayata geçiriyor.

Sol, genel manada “ezilen kitlelerin eşitlik ve adalet” talebiyle bağdaşan bir siyasi duruştur; en azından çıkış noktası öyleydi. Mesela dünya genelinde “solcular” kendileri için “solcu” ifadesinin kullanılmasında bir sakınca görmez hatta kendileri sol kavramını yüceltirken, sağ siyaseti temsil eden parti veya seçmenler çok ekstrem durumlar dışında “sağ” diye bir kavramla kendini anmazlar. Dünya nüfusunun çok ezici bir çoğunluğu, “ezilen kitle” olarak anılabilecekken genelde kaybetme sebepleri üzerine derinlemesine tartışılabilir ancak bu yeni versiyon geleneksel sola pek benzemiyor ve şu an organize olmayan bir “çoğunluk” görünümünde dünyada.

SolLiberal Gericilik, tamamen sentetik “küresel değerlere” sarılarak, yerel değerlere, ananelere, alışkanlıklara “tabu” gözüyle bakar, savaş açar ve dahası bu değerlerin, olumsuzlukların sebebi olduğu iddiasıyla en sert ve ahlaksız mücadeleleri, söylemleri meşru görür.

Dedik ya; SolLiberal Gericilik için sınırlarını kendi çizdiği ahlâk anlayışı ve normlarını yine tamamen kendi belirlediği “iyi kişi, iyi fikir, iyi siyasi görüş” kriterine uymayan istisnasız her şey, herkes ve her grup; “faşist, ırkçı, diktatördür”. Bunlara göre hedefteki kişi, kâinattaki olumsuz her şeyin sebebidir. Sulandırılmış ve gerçeklikten bir hayli koparılmış, yeni nesil bir Hippi kafası diyebiliriz bu görüşü tanımlarken.

ABD’de Floyd için sokaklara dökülüp sonunda banka ATM’lerini, kamu kurumlarını hatta sivil iş yerlerini, dükkânları yağmalayan grupların “Trump gitsin ve her şey muhteşem olacak” şeklindeki görüş ve talepleri, 2010’dan itibaren Orta Doğu’da “Kaddafi gitsin her şey harika olacak, tek derdimiz Hüsnü Mübarek, Esad gittiğinde Suriye dünyanın zengin ülkelerinden olacak, Bin Ali olmasa Tunus şahane bir yer” söylemlerinin batıya yansıma biçimini teşkil eder. Kendini süper eğitimli, empati kurabilen, okuyan ve kültürlü gören ama özünde inanılmaz cahil, küstah, kaba ve çok saldırgan bir nesilden bahsediyoruz.

ABD’de sol gericilik Trump’ın popülist tavırlarıyla kontrolden çıkmışsa da kontrollü sol gericiliğin zerk edildiği toplumlar gerçekten de işlerin pek yolunda gitmediği ülkelerin halkları oluyor. Hal hazırda demokrasi konusunda çok geride kalmış, sosyal adaletin olmadığı ve gerçekten de bir takım reformların acilen yapılması gereken ülkelerde, içeriden devşirilen siyasi figürlere, kendi çizdikleri rotada ilerlerse iktidara geleceği ve bundan sonra kendisine ciddi krediler verileceği vaadi de batının standart vaatlerden biridir. Bu kitleleri bir araya getirip sözde “devrimlerin” öncüsü olması için seçilen bu isimler, hal hazırda siyasetteki kimseler olabileceği gibi, Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesiyle başlayıp ülkenin 40 sene kadar geri gitmesiyle neticelenen Sisi darbesine uzanan süreci tetikleyen, Wael Ghonem gibi kendi üniversite ve enstitülerinde yetişmiş etki ajanları da olabilir. Suriye’de, Abdülhalim Haddad gibi Baba Esad’ın sağ kolu, oğul Esad’ın kurmayı olup sonradan muhalif olup inzivaya çekilen isimler de oldukça kullanışlı duruyor. Başkan danışmanlığı, ekonomi, enerji veya dışişleri bakanlığı gibi uluslararası görevler üstlenmiş bu kimseler, hedef ülkelerdeki ideal partner profili diyebiliriz. Arap Baharının vurduğu ülkelerde, söz konusu demokratik talepleri dile getirmek için sokaklara dökülen özgürlükçü gençlerin protesto metotları, talepleri hatta tarzlarındaki sol esintilere ve hedefledikleri liderler devrildikten sonra başa gelen yöneticiler arasındaki büyük farkın sebebi de bu hareketlerin inorganik ve sentetik yapısından kaynaklanıyor.

Mesela, Mısır’da Wael Ghonem’in ardında sokağa dökülenler daha özgür, çağdaş, batıya yakın bir Mısır isteyenler gençlerdi. Hüsnü Mübarek’i devirmeyi de başardılar ama bu sentetik halk hareketinin lideri olarak görünen Wael Ghonem, ABD bağlantılı bir ajandı ve görevi(!) biter bitmez ABD’ye, Google Orta Doğu masasındaki esas işine dönmüştü. Batı tarzı bir demokrasi için sokaklara dökülen gençler bunun yerine “erkek, eşi öldükten sonraki 6 saatte onla tekrar cinsel ilişkiye girer” gibi kanunlar çıkaran Müslüman Kardeşler lideri Mursi ile baş başa kalmış, o da bir Amerikan darbesiyle hapse girince iktidar General Sisi ve cuntasına kalmıştı! Mısır’daki bu sözde devrimi çılgınca destekleyen sol liberal Obama yönetimi ve demokrasiye pek düşkün AB ülkeleri başta olmak üzere kimse, olan bitene ses çıkarmamıştı bile.

Yine Hama, Humus ve Halep’te, Mısır’la eşzamanlı olarak “onur cuması, sivil itaatsizlik, diktatöre renkli direniş” gibi eylemler, profesyonel sosyal medya ağlarından organize edilmiş; daha fazla özgürlük, demokrasi ve batı tarzı yaşam için sokakları dolduran kalabalıklar, silahlar patlayınca evlerine kaçışmıştı. SolLiberal Gericilik bu kimseleri sokağa dökerken, El Nusra, Ahrar ûş’Şam, El Kaide, IŞİD gibi gruplar sahne almış, bu kentlerde modern tarihin gördüğü en ağır katliamlara imza atmışlardı. “Kahrolsun diktatör Esad” diye sokaklara dökülen kalabalıkları kıyasıya destekleyen, daha fazlası için cüret veren batı, ortalık kan gölüne döndüğünde ise Esad’ı suçlamayı tercih etmişlerdi.

Bu iki örnekten anlaşılacağı gibi SolLiberal İrtica, özgürlük taleplerinin had safhada olduğu toplumlardaki patlamaya hazır kitleleri sokaklara döküp, hedef ülkede siyasi istikrarı bozma görevi görüyor. Elbette bu eylemler öncesinde, bu kitlelere “siz ezildiniz, haklarınız yendi, batılı akranlarınızın yaşamına bakın, demokrasi sizin de hakkınız, siz ezildiğiniz için sizi ezene ne yaparsanız yapın haklısınız ve hakkınız” fikirlerini de yönetmen, yapımcı, şarkıcı, medya patronu ve yazarlar üzerinden sistematik şekilde zerk edip, toplumu o “kıyama” hazırlarlar.

Demokrasinin birisi tarafından getirilen bir şey olduğuna inanan, protesto, eleştiri, özeleştiri gibi bir kültürden çok uzak Orta Doğulu Müslüman topluluklar, Balkanlar ve Kafkaslarda Sovyet etkisiyle bu kavramlardan geri kalmış halklar antikomünizm yerine neokomünizm diyebileceğimiz SolLiberal İrticanın esas hedefleridir.

Önümüzdeki en güncel örnek, demokrasi ve reformlarla refaha kavuşacağız derken toplumsal huzuru kalmayan, bir illüzyona aldanmış, hukuken haklı Azerbaycan ordusunun topraklarını geri almasını dehşet ve kaygı içinde izleyen Ermenistan halkı. Paşinyan’la beraber Ermenistan’daki toplumsal adaletsizliğe sebep olan saplantılı sistemi, tarihe gömeceğine inanarak sokaklarda renkli Soros darbesinin figüranı haline gelen Ermenistan halkı, gideni mumla arıyor şu günlerde.

Kısacası; SolLiberal İrtica nerede kök salıp kendine sosyal bir taban yaratırsa, orada er geç Paşinyan, Sisi, Mursi gibi isimler öne çıkıp solla ilgisiz ve gideni aratan baskıcı bir rejimle ortaya çıkıyor. Türkiye üzerinde oynanan renkli oyunları etraflıca yazacağım için Türkiye’deki solliberal irtica tehdidinin detaylarına şimdilik girmiyorum.

Feminizm, veganlık, eşcinsellik, mutlak anarşi: Anormalin kutsanması ve kutsanmış ikiyüzlülük

SolLiberal Gericiliğin sadece bu toplumlarda ortaya çıktığını söylemek haksızlık olur. Gerçekten demokrasi, sağlıklı seçim sistemi, azınlıklara baskı gibi kavramların olmadığı modern toplumlarda da SolLiberal Gericilik farklı alanlardan gençleri etkisi altına alıyor.

Mesela bugün Fransa, ABD’de kendilerine “Social Justice Warrior”, “ANTIFA” diyen gruplara mensup gençlere normal gelen her şey, aslında dayatılan bir anomali. Mesela, cinsel tercihinde beşeriyet tabiatına uygun olarak “karşı cinse” yönelen, yani “heteroseksüel” olanlara “hetero” diye seslenerek onu güya aşağılıyorlar. Empati de denemeyecek saçma bir dürtü ile et tüketen insanlara “katil” gözüyle bakan ve hatta et satan mağazalara dönem dönem saldırı düzenleme hakkını “hayvan katliamcılarını cezalandırıyorum” diyerek kendinde gören bu gruplar artık bir hayli de organizeler. Peynir, yumurta gibi hayvansal ürünleri tüketenleri de dışlayan bir üst versiyonları olduğu gibi bu yönde “aktif eylem yapmak için” örgütlenen, saldırgan vegan derneklerine de rastlamak mümkün. Solliberal irtica ABD’de artık öyle boyutlara geldi ki geçtiğimiz sene “eylemsiz pedofili” diye bir kavram uydurup, bir çocuğa sadece ilgi duyan ama beraberlik yaşamayan pedofillerin de LGBTİ gruplarına dâhil olabilmeleri gerektiği tartışıldı SJW’ler arasında. Sonuçta fiilen bir çocukla beraber olmuyor; bunu sadece arzuluyorsa, bu cinsel özgürlük kapsamında tutulmalıymış! Ağır sapkınlıkların normal görülmesinin nerelere varabileceğine dair çok çarpıcı bir örnek değil mi?

Genel geçer ahlak kurallarını “saldırganca” bulan, kadın çamaşırlarıyla sokaklarda erkek erkeğe öpüşen ya da cinsel organlarını büyük katılımlı törenlerde sergileyip buna “tabuları yıkmak” diyen eşcinsel gruplar, kendilerine makul bir eleştiri yöneltildiğinde eleştiri yapanı hedef göstermekle kalmıyor, dünyanın her yerindeki ağlarına bunu ulaştırıp o kişinin hayatını da karartıyor. Medyada, siyasette bu kalabalık gruplardan istifade eden bu figürler de “kanaat önderine” dönüştüğü için güçleri hiç de hafife alınmamalı. Üstelik başta da söylediğimiz gibi bu gruplara mensup bireyler ve kanaat önderleri, genelde iyi eğitim almış, hitabeti iyi bilen eğitimli manipülatörler.

SolLiberal İrticayı dayatan batılıların, söz konusu kendi ülkeleri olduğunda birden bire 180 derecelik efsane dönüşlerini de görüyoruz tabiî. Mesela Fransa’nın nüfusunun büyük bir kısmı Afrikalı, Arap ve Berberî iken (Kuzey Afrikalılar), bu gruplar ana dilde eğitim, vatandaşlık tanımında etnik etiket gibi haklar için bırakın PKK gibi silaha davranmayı; dile getirseler bile Fransa devleti başlarını derhal ezip sınır dışı eder ama aynı Fransa, Türkiye’nin Kürtlerin topraklarını(!) işgal ettiğini, Kürtleri asimile ettiğini ve Kürtlere, Türk toplumu içinde “anayasal imtiyazlar verilmesi” gerektiğini senelerdir politikacıları aracılığıyla savunup durur. İspanya’da ETA ayrılıkçı terör örgütünün siyasi temsilcisi Batasuna Partisi’nin, İspanya anayasasına aykırı, bölücü olduğu gerekçesi ile kapatılmasını haklı bulan AİHM’nin, ETA’dan çok daha fazla kan döken ve dahası, ayrılıkçı Katalanlar kadar objektif dayanakları dahi olmayan HDP ve HDP’li vekillere takındıkları tutum da bu kurumların aslında taraflı olduğunun delili. Yine İrlandalı ayrılıkçı IRA örgütünün nasıl bastırılıp tarihe gömüldüğü incelendiğinde aynı çifte standardı görüyoruz.

Trump’ı ırkçılık, kadın düşmanlığı gibi şeylerle suçlayan ANTIFA gruplarının geçtiğimiz günlerde Trump’ın eşine alenen küfür etmeleri, Trump taraftarı kadınlara fiziken saldırmakta hiçbir beis görmemeleri sol liberal gericiliğin bireysel yansımaları olarak karşımıza çıkıyor. İstanbul’da yakın bir zamanda kendisine maske takması gerektiğini söylediği için polise tekme atıp küfür eden, tüküren bir kadın, tevkif edilince ortalığı ayağa kaldıran gruplar, PKK’nın yakarak ölümüne sebep olduğu Serap Eser veya hiçbir günahı yokken PKK tarafından şehit edilen Aybike öğretmeni hatırlattığınızda “ama Kürt halkına yapılanlar” diye saçmalamaya başlayacaklardır. Kendilerine çevreci STK diyen grupların, PKK’nın açıkça üstlendiği ve milyonlarca nadir hayvanın, hektarlarca ormanın yandığı orman yangınlarından sonra PKK’yı kınamamaları da sol liberal gericiliğin “kutsanmış ikiyüzlülük” boyutuna canlı diğer bir örnek teşkil ediyor. Azerbaycan ordusu tek bir sivile zarar vermeden titizlikle kendisine ait toprakları geri alırken Ermenistan’ın sivilleri hedef alan saldırıları sonrası “her iki taraf da sivilleri hedef almayı durdurmalı” diye insanları galeyana getiren tweetler atan “muhalif isimler” de ülkemizde sol liberal irticanın boyutlarını gözler önüne seriyor.

Bu tip ikiyüzlülük örnekleri çoğaltılabilir ve elbette her zaman vardı; yeni bir şey değil. Bu tutarsızlık ve ikiyüzlülüğü farklı yapan şey, küresel bir tavrın yansımaları olmasıdır. Aynı zamanda bu akıma öncülük eden kişi ve kuruluşların fikri ve hatta finansal olarak aynı şebeke ve kaynaklardan beslenmesidir.

Yaşadığımız devrin bana göre en büyük tehlikesi diyebileceğimiz sol liberal irtica ile mücadelede bizim tek silahımız ise mutlaka ‘Türkçülük’tür. Türkiye Cumhuriyeti devletini kurup iktidarda kalabildiği kısacık bir sürede Türklere, kaybolan asırları telafi ettiren yüksek Türkçülük ülküsü, Türk gençliğinin biricik ve yegâne rehberi olmalı.

Bir sonraki yazıda, sol liberal gericiliğin Türkiye’deki konumuna ve siyam ikizi olan “renkli devrimlerin” Türkiye’de olma olasılığını inceleyeceğiz. Sağlıkla kalın.

Yazının yayınlandığı site: Liberal irtica – MİSAK Millî Strateji Araştırma Kurulu