Nereden çıktı bu “Onur yürüyüşleri” ve etkinlikleri, gök kuşağı rengine boyanmış şemsiyeler, logolar, bayraklar? Bir kadın derneğine gittiğimizde, bir kadın etkinliğine katıldığımızda ısrarla vurguluyorlar: “LGBT’lileri de unutmamak lazım”. Üniversitelerde bir etkinlik oluyor LGBT'li gençler en öndeler. Belediyeler bu konuya özel önem veriyorlar. Hatta olay öyle vahim bir boyuta ulaştı ki artık LGBT’li çocuklardan söz edilir oldu. Üstelik, LGBT'li olmak ya da onların yanında durmak, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir unsuru olarak kabul ediliyor, toplumsal talepleri ilerici bir durum olarak görülüyor. Eşcinselliğe ilerici, sol ve muhalif bir rol atfediliyor.
Eşcinsellik, hatta seks işçisi olarak tanımlanan fahişelik, toplumsal, kültürel hatta siyasal bir kimlik olarak savunuluyor. Türkiye’de eşcinsel örgütlenmelerinin öncülüğünde 2001 yılından bu yana her yıl “onur yürüyüşleri” ve etkinlikleri (gay pride) yapılıyor. Sistemin fonları, toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlara duyarsız kaldığı, kendisini cinsel kimliğinden ve işlevlerinden ibaret bir varlığa indirgeyerek kitlelere sunduğu müddetçe eşcinsellere akmaktadır.
Teorileri de var: 1960’lı yıllarda batılı ülkelerde nükleer karşıtı hareket, ekoloji hareketi, ikinci dalga feminizm, anarşist karşı kültür hareketleri ve cinsel özgürlük hareketleri ortaya çıktı. Yeni toplumsal hareketler olarak nitelendirilen bu akımların, toplumsal planda emekçileri temsil eden geleneksel solu aştığı iddia ediliyordu. Çünkü yeni toplumsal hareketlere katılanlar işçi sınıfı dışında yeni orta sınıfların da mensuplarını kapsıyor hatta üst sınıflardan da taraftar bulabiliyordu. Bu hareketler kendi sosyo politik mücadele mecralarını yaratmışlardı. Sınıf siyaseti izleyen sol partilerin, yeni toplumsal hareketleri temsil etme yeteneği olmadığı savunuluyordu.
Michel Foucault, eşcinsellik sapma olarak görülemeyeceği gibi heteroseksüelliğin iktidar ilişkileri bağlamında insanlara dayatılmış olduğunu iddia ediyor. Kadınlık ve erkeklik rolleri dayatmaydı. Bu rollere karşı çıkmak toplumun temellerindeki cinsel iktidar ve tahakküm ilişkilerine karşı çıkmak demekti.
Marcus’a göre ise, sosyalizm, sadece kapitalizmin değil aynı zamanda erkek egemen kültürün saldırgan ve baskıcı niteliklerinin de aşılması olacaktı. Erkek egemen kültür yıkılmalı, mevcut iktidar yapısı kadınlık değerleri üzerinden dönüştürülerek yeni ve eşitlikçi bir toplum kurulmalıydı.
EZİLENLER PAYESİ VERİLDİ
Radikal feministlere göre, erkek–egemen değerler savaş, baskı ve hakimiyet ilişkileri üretiyordu. Bu nedenle kadın kimliği merkezli yeni bir toplum kurulmadıkça, siyasal sorunlar asla çözülemeyecekti. Kadın değerleri ile kurulmamış hiç bir toplum insanlığa barış ve adalet getirmesi söz konusu olamazdı. Radikal feministlere göre savaşların, emperyalizmin ve ulus devletin kaynağı erkek egemenliği idi. Kadınlar tüm dünyada erkekler karşısında ezilen bir kast oluşturmaktaydılar. Cinsel gibi görünen aslında siyasaldı. Bu yüzden tecavüz, bir cinsel suç değil terörist bir suç olarak değerlendirilmeliydi. Tecavüz, egemen erkek kastının, kadın kastını siyasi olarak baskı altına alma eylemi idi. Bunun başlıca nedeni emperyalist sistemin, ideolojilerin öldüğü propagandasını tamamlayacak biçimde kültürel düzlemde eşcinsellere uyuşturucu bağımlıları ve fahişeler ile birlikte “ezilenler” payesi vermeye başlamasıdır.
Radikal feminizmin mirasına sahiplenen ve 1990’larda ortaya çıkan Queer teorisine göre; İktidar her yerdedir. İktidardan yayılan tahakküm ilişkileri toplumsal ilişkilerin her yerine sinmiştir. Bu durumda tahakküme karşı direniş de her yerde olmalıdır. Heteroseksüellik egemen iktidar ilişkilerinin bir dayatması olduğuna göre, eşcinsellik bir direniştir. Biyolojik açıdan kadın ve erkek bedenleri ile doğduğumuz için değil sosyalleşme sürecinde kadın ve erkek olmayı öğrendiğimiz için böyleyizdir. O halde cinsel roller tarihseldir. Mutlak değildir, yapaydır, değiştirilebilir ve silinebilir yapılardır. Bu mantığa göre eşcinsellik de bir sapma değildir, bir imkandır.
Eşcinselliğe feministler ve Queer’ler tarafından ne kadar sistem dışı bir anlam yüklenirse yüklensin, Batı’da kapitalist emperyalist sistemin üretimden kopması ile ilgili arka plan bağlantısı dikkate alınmadığı takdirde, kimlik siyasetinin sistem tarafından neden öne çıkarıldığı anlaşılmaz.
İnsan soyunun üretimi olarak cinsellik hayata bağlılık duygusuyla ilintilidir. Bütün büyük savaş, kıtlık ve afet dönemlerinden sonra doğum oranlarında bir patlama yaşanır. Büyük krizlerden sonra hayat yeniden inşa edilmeye başlandığında , geleceğe duyulan güvenle hayatın yeniden üretimi anlamına gelen doğumlar artar. Hayatın üretimini sürdürmenin koşulları ortadan kalktıkça doğumlar azalır. Tarih boyunca eşcinselliğin, devletlerin ve sistemlerin çöküş dönemlerinde yükselişe geçmesinin başlıca nedenlerinden biri budur.
Topluma cinsel indirgemeciliğin dayatılması, özel olarak neoliberalizmin sisteme karşı muhalefeti denetim altına alma ihtiyacı ile örtüşmektedir. Muhalefetin denetim altına alınması stratejisinin iki uygulama düzlemi bulunuyordu. Birincisi geniş kesimleri muhafazakarlaştırmak, ikincisi ise bedeni ve cinsel hazzı metalaştırıp kamusallaştırmak. Sisteme yönelik örgütlü ve programlı muhalefetin yerini kendi bedenine ve cinselliğine geri çekilmiş, oradan muhalefet yapan ve bunu yaparken ‘kişisel olanın politik olduğunu’ düşünerek avunan insanlarda oluşan yeni tipte bir muhalefet inşa edildi.
TÜKETİM OLGUSU
Son iki yüzyıl içinde insan biyolojisinde önemli bir değişiklik olmadığı halde son on yıllarda eşcinselliğin sistem tarafından neredeyse bir modaya dönüştürlmüş olmasını, biyolojik değil, toplumsal ve kültüre bağlı olduğu söylenebilir. Doğanın işletim sistemi gereği her zaman sapmalar oluşur. Çünkü doğa düşünerek taşınarak bir şeyi geliştirmez, çeşni üretir; uygun olanlar seçilir çoğaltılır. O gün için uygun olamayanlar da elenir. Doğal olarak biz doğanın en etkili yaptırımı olan ortadan kaldırmayı uygulayamayız. Ancak bir oluşum insanın geleceğine zarar veriyorsa, onun etkinliğini ya da sayısını en aza indirme aklın gereği olmalıdır.
Tüketim tolumunun egemen kültürü, insanların tüketme merkezli düşünmesi, tükettiği ölçüde mutlu olması, hayatının amacını daha yüksek tüketim standartlarına ulaşmak olarak tanımlanabilir. Bu kültür cinsel ilişkilere uygulandığında, cinsel haz da bir tüketim olgusuna dönüşür.
Solun özgürlük anlayışı; insanı insan yapan yaratıcı yeteneklerin önündeki toplumsal engellerin kaldırılmasıdır. Sınıfsal eşitsizlikler, siyasal, kültürel ya da tolumsal eşitsizlikler, sınıflı toplumun tarihi boyunca insanların fırsatlara erişmesini engellemiştir. İnsan ancak toplumsal ortam içinde insanlaşabilir. Oysa toplumun eşitsizlikçi bir biçimde örgütlenmesi, bireylerin insani yetenek ve potansiyellerini keşfetmelerini engeller. Liberaller; iktisaden yaptıkları “ kıt kaynaklar” varsayımını özgürlükler düzleminde de sürdürürler. Özgürleştirici imkanlar kıt olduğu için herkes kendi özgürlük alanını, diğerlerine karşı korumak zorundadır. Bireylerin serbest davranışları, insani gelişmenin önündeki engellerin ancak bir kısmını kaldırabilir. Oysa sınıfsal ve toplumsal engeller yerinde kalır.
Cinsel kimlik ve özgürlük meselesine bu açıdan bakıldığında, gerçekte bireysel cinsel kimliklere istenen özgürlüğün, sol değil liberal bir bakış açısına oturduğu anlaşılır. Bir insanın kendisini kadınlık, erkeklik ya da eşcinsellik üzerinden gerçekleştirebileceği iddiası, bütün insani var oluşu cinsel yönelime indirgemekten başka bir anlam taşımaz. Ancak kendisini cinsel hazzına indirgemiş bu insanı bir model olarak almak ve buradan hareketle özgür bir toplumsal hedef belirlemek solun tahayyülü içinde yer almaz. Tarihteki egemen etken son tahlilde maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ancak bu üretim ikili bir özelliğe sahiptir. Bir yanda yaşama araçlarının; beslenme, giyinme ve barınma araçlarının, bunların gerektirdiği aletlerin üretimi, diğer yanda bizzat insanın, türünün kendini üretimi.
LGBT ilişkileri, para ekonomisinin gelişmesi sonucunda insanın alınır satılır mal haline getirildiği köleci ve feodal toplumlarda görülmeye başlar. Yabancılaşmanın doruğu kapitalizmde bu en üst düzeye çıkar.
Kadın ile erkek arasındaki duygular ve arzular canlıların milyarlarca ve insanın milyonlarca yıllık evrimi sonucunda oluşan fizyolojik ve kimyasal süreçlerdir. “Dünyanın en güzel ve mutlu şeyi, karşılıklı sevgi, saygı ve uygun görev paylaşımı yapılmış evlilik kurumunun kurulması ve yaşatılmasıdır; bu aynı zamanda toplumun temel değerlerinin korunmasıdır.”
Kaynak: Teori Dergisi, Kapitalizm ve Eşcinsellik, Aralık 2015