İlber Ortaylı’nın bir demeci ile memleketten gitmek tartışması yeniden alevlenmiş. İsteyen gider isteyen kalır, kimseye akıl verecek değiliz. Ancak, soyadı kontenjanından şöhret olmuş, taze siyasetçi, profesör bir hanım, işi Türkiye’ye küfür etmeye, “bu lanet ülke” demeye kadar getirmiş.

Okumuşlar arasında adeta bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan bu nefretten uzak duracağız. Çünkü onlar bu ülkeye bakarken sadece kendi ikballerini, konforlarını görüyor; biz ise kendi insanımızı, o insandaki gelecek umudunu görüyoruz.

LANET ETMEYENLER

Tokat’ta bir kız çocuğu, sessizce yağan kar altında, sahip olduğu tek kışlık giysi olan eprimiş bir hırkaya sarılarak yurttan okula doğru yürüyor. Bizimkiler kadar büyük olmasa da hayalleri var mutlaka, okul bitecek, iyi kötü bir iş bulacak, arkadan gelen kardeşlerinin elinden tutacak. “Yaşanmaz bu memlekette, lanet olsun” demiyor.

Tunçbilek’te işçiler henüz güneş doğmadan sabah vardiyası için toplandılar. Galerinin çamurlu girişinde beklerken kimi çocuğunun ayakkabı parasını düşünüyor, kiminde öksürük var, kimi içinden dua ediyor. Birazdan yerin beş yüz metre altına inecekler, sekiz saat kazma sallayıp, güneş battıktan sonra dışarıya çıkacaklar. Hiçbirinin aklından memlekete küfür etmek geçmiyor.

Silifke’de on iki yaşında bir çoban, hasta bir keçiyi kucaklamış veterinere götürüyor. Kucağında kendisi kadar bir hayvan, ayağında kara lastiklerle on kilometre yol yürüyecek. Keçisi kurtulmazsa üç aylık emeği heba olacak. Dere yataklarından, çalılıklardan, tarlalara bata çıka, ölüme karşı bir yürüyüş bu. Çoban, kucağındaki keçi kadar da olsa, gelecekten umut ediyor, aklına bile gelmiyor “lanet olsun bu ülkeye” demek.

Biga’da kadınlar bir kamyonun kasasına doluşmuşlar, rengarenk şalvarları, yazmaları ile çeltiğe değil de düğüne gidiyor gibiler. Hiç de düğüne benzemez çeltik, su, çamur, nasır ve bel ağrısı. İçlerinden biri, gelecek yaz yapılacak düğününü hayal ediyor, bu hayalden başka bir şeyi yok ellerini, ayaklarını ısıtmak için. Yine de “lanet olsun bu ülkeye” demiyor.

Reklamdan sonra devam ediyor 

Bilecik’te eski püskü bir kamyon Gülümbe rampasını çıkıyor ağır ağır. Sürücüsü biber yükleyip akşama Bursa haline yetiştirecek. Kamyonun yaşı kendinden büyük ama taksidi daha geçen ay bitti. Yirmi yıldır direksiyon tutarak ekmek kazanan şu eller bir çay içmek için bile duramaz şimdi, ama dudaklar hiç lanet okumuyor, “Allah kahretsin” demiyor.

Bakırköy’de ellili yaşlarda bir kadın sabah ayazında, elinde bir torba dolusu ekmek parçası, yemek artıkları tüm sokağı baştan başa yürüyor, peşinde kediler, köpekler. Kendisi henüz kahvaltı yapmamış, her sabah aynı görev bilinci ile hayvanların rızkını dağıtmaya çıkıyor. Ne memlekete ne de onun üstünde yaşayanlara “lanet olsun” demiyor.

Erçiş’in bir köyünde, henüz yirmi yaşlarında bir öğretmen buz gibi sınıfa çocuklardan önce girip sobayı yakıyor. Pek de kolay bir iş sayılmaz yaptığı, önce külleri çekmesi, kovayı boşaltması, sonra yeniden doldurup yakması lazım. Daha konforlu bir hayat sürmeyi o da isterdi şüphesiz, ama bunu değil kışın sınıfı ne ile ısıtacağını düşünüyor. Parmak uçları ile sınıftaki Atatürk köşesini düzeltiyor, memlekete lanet etmiyor.

Maslak’ta sıcaklık altı derece, ama inşaatın otuzikinci katına çıkınca iki dereceye düşüyor. Çocukluğunda soğuk nedir bilmemiş Urfalı bir işçi rüzgar altında beton döküyor. İçeride altı haftalık alacağı birikti, bu hafta bir miktar para almayı umuyor. “Vermezlerse direnir alırız, bu sefer iş ciddi” diye geçiyor aklından, ama lanet falan geçmiyor.

Saat sabahın dördü, Bayburt Devlet Hastanesinde bir doktor, altıncı bardak kahveyi içerek uyanık kalmaya çalışıyor. Kritik bir hastası var. Pencereden dışarıdaki diz boyu kara bakarken, Ayasofya’nın önünde kitap okuyup çay içtiği bahar akşamını düşünüyor, şimdi bir rüya gibi gelen bu hatıra onu gülümsetiyor, ne işine, ne Bayburt’a, ne de ülkeye lanet okuyor.

Tirebolu’da herkesin yeni uyandığı saatlerde balıkçı tekneleri limana dönüyor. Evlere dağılmadan önce bir bardak çay için oturan balıkçıların yüzlerinden yorgunluk akıyor. Bu yıl hamsi bol ama, fiyatı emeği kurtaracak mı? Bir yandan birbirleri ile şakalaşıyorlar fakat, aslında herkes bunu düşünüyor. Herkesin çoluğu çocuğu, beklentileri, bazılarının hayalleri var... Hiçbirinin içinde memlekete nefret yok, hiçbirinin dilinde lanet yok.

İzmir’de seksenini geçmiş bir amca, erkenden kalkmış, giyinmiş, duvardaki takvimden bir yaprak koparıyor, “Az kaldı” diyor. Üç gün sonra emekli maaşı yatınca, bir buket çiçek alıp şehrin öbür ucundaki mezarlıkta yatan sevgili eşini ziyarete gidecek. Büfenin üstünde duran siyah beyaz fotoğrafta ay yüzlü bir kadın, en güzel hali ile ona bakıyor. Yaşlı adam ayağını eşinin yattığı toprağa basmaktan huzurlu, lanet, bela gibi sözcükler aklının ucundan bile geçmiyor....

İşte biz memlekete bakınca bunları ve bunlara benzer milyonlarcasını görüyoruz. Bu insanlarla aynı hayatın bir parçası olmak bize onur veriyor. Yurda bakınca insanın güzelliğini göremeyenleri, ona küfür etmeye yelteneleri ise kendi karanlıklarına terk ediyoruz.


Aydınlık