Prof. Dr. Tolga Yarman yazdı

 

Nisan 2020

 

 

Bu yazıyı yazmak içim epey beklemem gerekti. Belli bir konuda âlim olmak demek, öteki bütün konularda cahil olmamak demek değildir. O da, Allah için, o belli konuda, ne kadar âlimsinizdir, tartışmalı olarak, haliyle J) …

 

Olayın, tıbbi ve toplum sağlığı boyututlarına çok fazla giremeyeceğim, çünkü, o konularda gerçekten yetkin değilim.

 

Şu ki, ortada belli bir virüs salgını varsa ve siz de NBC (yani, Nükleer, Biyolojik ve Kimyasal) Savaş konularında, bir hayat boyu strateji dersleri vermişseniz, ister istemez, hatrınıza, içinde olduğumuz sürecin, bilhassa bir biyolojik savaş, belki daha özenli bir ifadeyle, bir biyolojik savaş ön denemesi olup olmadığı, sorusu, tabii düşer. Öyle oldu: “Acaba bu bir biyolojik savaş denemesi mi?”, sorusu zihnimde bir süre, çengel gibi asılı kaldı. Yanıtım, gitti gitti, geri geldi… Şu ki, ezberden konuşamayız, yani özellikle biz konuşamayız. Haa, strateji egzersizi bağlamında çeşitli seçenekleri tabii, dikkate alırız, ancak vardığımız sonuçların, bir biçimde ve muhakkak tahkik edilebiliyor olması gerekir. Öteki türlü “palavra” olur… Bu, bir biçimde gerçekten bir biyolojik savaş ise, Karargâh’ı, bayağı mahir olmalı ki, uzmanlar, öyle mi, değil mi, hala daha tam kestirebiliyor, değiller…

 

AMA ŞUNU HEMEN SÖYLEYEBİLİRİM…

 

Çoğu zaman, sıfır istihbarî veriyle dahi, bazı kestirimlerde bulunmak mümkündür… Yalnız bunu demin dediğim düstur zemininde, yapmakla kısıtlıyızdır. Yani vardığımız sonuçları, bir biçimde tahkik edebiliyor olmamız gerekir…

 

Bu kez, şahsen, çok arada kaldım. Bu bir biyolojik savaş denemesi mi, yoksa değil mi? Bu aşamada olsun, inanın, bilemiyorum… Emareler, biyolojik savaşı somu olarak işaret etmiyor… Ama, bu böyle demek, ortada akla gelen melanet, yok demek, değildir.

 

Ama şunu hemen söyleyebilirim: Şu olup bitene bakan süper strateji odakları, belli amaçlar doğrultusunda, benzer bir süreci, bilerek ve isteyerek harekete geçirmek üzere, planlar yapmaya çoktan başlamış olmalılardır. Başlamamışlarsa, zaten “iyi strateji”, çatabiliyor olmazlar.

 

İlk bir söyleyeceğim buydu.

 

BİR AŞI VURGUNU BEKLİYORUM...

 

Söz konusu bağlamda, bir aşı vurgunu bekliyorum, doğrusu... Keşke yanılsam… Yine de, strateji egzersizlerinde,  sonuçlar sebepleri öğretir, bize… Aşı, şu anda birilerinin elinde var mı? Bu, hemen bütün spekülasyonlara dönük önemli bir ölçüttür. Var mı yok mu bilemiyoruz… Varsa, piyasaya ne zaman sürülecek? Kim tarafından sürülecek?.. Bu soruların cevapları ise, bir biyolojik savaş içinde olup olmadığımız konusunda gelecekten geçmişe dönük kestirimler yapmamıza yardımcı olabilecektir. Her halu karda, yakın zamanda, ya da değil, bir aşı gündeme gelebilecektir. İnsan, “keşke” demeden edemiyor… “Gelse de kurtulalım şu beladan”, demeyenimiz var mı? Aynı derecede, aşı, vurgun olarak mı gelecek, yoksa, ederini ödemeye amade olacağımız, insancıl bir çare, olarak mı?..

 

Süreç her halu karda, dediğim gibi, bir biyolojik savaş içinde olsak da olmasak da, kimi hinliklere maateessüf gebedir ve malzeme yapılıyor olmalıdır.

 

Dünya Bütün Olumsuzluklara Rağmen Nefes Aldı.

 

Devamında, bir diyeceğim, içinde olduğumuz süreç, kurgulanmış olsun ya da olmasın, en başta, ağızdan yel alsın, ölümler olmak üzere, yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen, Dünyamız derin bir nefes aldı. Salgının ilk ateş hattının gerisinde olanlar, durduk, düşünüyoruz:

 

       O kadar koşturmacayı, onca insan ve doğa sömürüsünü, mezalimi, bu dünya kaldırmıyor.

 

Bu belirginleşti…

 

Biliyor musunuz, kimi hayalperestlerin söylediklerinin tersine, insanoğlunun gideceği başka bir yer yoktur!.. Bize en yakın yıldız, bir ışık yılı mertebesinde kadar, uzak. Işık buradan Ay’a, bir saniyede gider. Güneş’ten buraya sekiz dakikada gelir. Güneş sistemini dört saatte kat eder. Demek, ışık sırtında gitseniz bile, en yakın yıldıza bir yılda gidersiniz. Ay’a Apollo seyahati yuvarlak bir hafta çeker, Mars’a uzay aracı, buradan altı ayda ancak, gider… Git gel, bir yıldan fazla çeker yani… En yakın yıldıza dahi, nasıl gideceksiniz?.. At martini, de Bre Hasan J) …

 

Gittiniz diyelim… Orada yaşanabilir bir gezegen bulunabilir mi? Orası ayrı… Çok muhtemelen, yok öyle bir şey!..

 

Bütün bunlara rağmen insanoğlu, Gezegenimiz’deki hayatının kendisine, nasıl istisnaî, nasıl eşsiz bir armağan olduğunu, hala daha idrak edemedi. Birbirinin gözünü çıkarmakla meşgul… Bunu söylerken, mazlumla zalimi aynı kefeye elbette, koymam… Zalime karşı ve mazlumun yanında, her daim, tavırlı olmak, değişmez buyruğumuz, doğrultumuzdur…

 

Şunu eklemeliyim… Güneşimiz orada olduğu sürece, ki, ortalamasından şöyle bir 5 milyar yılımız var, şu cennet dünyayı ve bütün şu nüfusla dahi, git gide, daha da cennet bir mekana dönüştürme şansımız var…

 

İnsanoğlu bunu hiç idrak edemiyor. Kimi bilimciler ise, “sistem kapalı” olduğu için, kentleşmede görüldüğü şekliyle, eski deyişle, tefessühün, yani çürümenin, yani kirlenmenin, yani (Latincesi’yle) “dekadansın”, yani tangur tungur yuvarlanmanın ve yok olmanın,  kaçınılmaz olduğunu, ileri sürebiliyorlar… Dünyamız’ı tam da şimdi yaptığımız gibi, evet horluyor olsak da… Evren’in uçsuz bucaksız karanlıklarına “nazar boncuğu” bu “Yegâne Yuvamız”a, Güneş orada durduğu sürece, akılcı yaklaşımlarla, daha da yüksek bir düzenlilik getirmemiz mümkündür.

 

Yani “çürüme”, kimi bilimcilerin iddia ettiklerinin tersine,  kaçınılmaz, katiyen değildir!..

 

Dünya bir defa Güneş’ten enerji aldığı için, kapalı olamaz. Haa, Güneş ve Dünya bir arada, evet “kapalı bir sistem” oluşturuyor, varsayılabilir. Ama Dünya tek başına kapalı bir sistem değildir!..

 

Biz buna rağmen, eğer Dünyamız’ı, havayı, suyu, toprağı, denizleri, ya hu, hatta uzayı, kirletiyorsak, valla çok canavarız, daha da önemlisi çok gabiyiz, demektir. 

 

Bindiğimiz dalı kesiyoruz, farkında değiliz. Başka ağaca çıksak, ne fark eder J) …

 

Korona, öyle ya da böyle, Dünya’yı durdurdu…

 

Ortaya gelen mesajlar, bilhassa emperyaller için çok öğretici:

 

        Horlama ahmak beni, yakarım yoksa çıranı!

 

        Otur oturduğun yerde, bu kadar didinerek, didişerek, gideceğin hiç bir yer yok. Tutkun;  Dünya’yı, buradaki hayatı, giderek insanoğlunu, çocukları, çocuklarımızı, korumak, kollamak olmalı. Gerekeni çok daha az ıkınarak, bak, pekala yapabiliyorsun… Otur, şu “güzelim gezegen evini”, evreni, anlamaya çalış. Yaradılışı anlamaya çalış. İnsan ol!..

 

KULLANDIĞIMIZ ENERJİNİN HEPSİ HEPSİ YARISINI KULLANARAK, YAPTIĞIMIZ HER İŞİ YAPABİLECEĞİMİZİ, DAHA 1980’LERDE, ÖĞRENMİŞTİK…ŞİMDİ İSE, “ZAMAN VERİMLİLİĞİNİ” ÖĞRENECEK, İNSANLIK…  

 

Daha, daha da fazla, enerji üretimi için durmadan yırtınanlara, daha 1980’lerde şunu söylemeye başlamıştım:

 

        Avrupa’dan başlayarak, ülkelerin kendilerini, ABD ile Sovyetler Birliği arasında yükselen Soğuk Savaş çekişmesinin göbeğindeki Orta Doğu petrollerinden sıyırmak üzere başlattıkları çabalar, bize “yepyeni bir enerji kaynağı” bahşetti… “Tasarruf enerjisi”, daha doğrusu, işte, “enerji verimliliği”… Arabalar, kocaman kocama Amerikan Arabaları’dan başlayarak, küçüldü. Binalar yalıtıldı. Isı kaybı azaltıldı… Yük kamyonları, yükleri olmadığı zaman, ilave tekerleklerini, sürtünmeyi azaltmak üzere, sırtlarına almayı öğrendiler. “Yakıt yakma teknolojisi” geliştirildi. Daha uzak mesafelere daha az yakıt yakarak gitmeyi öğrendik. Güneş ve rüzgar gibi, yakıtı bedava enerji kaynakları, gitgide daha çok devreye sokuldu. Sonuçta bakın ne öğrenildi: Kullandığımız enerjinin hepsi hepsi yarısını kullanarak, meğerse yaptığımız her işi yapabiliyormuşuz… Bunu öğrendik…

 

Korona bize aynı çizgide, bir şey öğretiyor:

 

       Yavaşla… Helak olurcasına koşmak, koşturmak para etmiyor… Hele salak salak koşmak, zır hastalık… Durdur, sömürüyü… Manasız canavar savaşları… Mezalimi, tasfiye et… Gönüldaş ol… Gönüldaş kal… Akılcı ol… Akılcı üret… Akılcı tüket… O zaman, al sana tasarruf edilmiş zaman… Tadını çıkart…

 

İşte şimdi ve Korona sayesinde, “zaman verimliliğini” öğreniyor, insanlık. 

KORONA, 5G’DEN KAYNAKLI BİR MUSİBET OLABİLİR Mİ?

 

Akademik birikimlerin uzantısında, bugünlerde sık sık, “Korona’nın, 5G’den kaynaklı bir musibet olduğu yönündeki iddialar hakkında, ne düşündüğüm”, soruluyor. 5G, malum, yeni nesil baz istasyonlarının adı. Bunlar radyo dalgalar (daha doğrusu, kızıl ötesinden daha az enerkili, mikrodalgalar) aralığında çalışıyor. Mor ötesi, yüksek enerjili radyasyondan, yani işte X ışınlarından, gamma ışınlarından, bunlarla kıyaslanamayacak kadar düşük enerjiye sahipler. Benim bilebildiğim, Korona’nın buradan kök almış olması, mümkün görünmüyor. Ama, “kesin budur”, diyebilir miyim? Hayır diyemem. Çünkü, her şey bir tarafa, bilim adamı öyle konuşmaz, konuşamaz…

 

Asıl mesele; Dünya garibanlarının; ki bunların arasına, “çulsuz”, ama, “bilge kere bilge” güzel indanlarımızı da, katıyorum, Dünya Lordları karşısında, nasıl örgütleneceği… İkinciler birincileri, her şekilde serfleştirmek istiyorlar… Bu hırtlara karşı, örgütlü olarak kafa tutmayı başarabilmemiz gerekiyor… Bunların ellerinde, bugün 5G, Korona’yı doğurmuş olmayabilir… Ama, sırtlarına dikilmiş çiplerle, böcekler bile, casusluk için, uzaktan görüntü nakletmekten başlayarak, akla hayale gelmeyecek melaneti tetikleyecek donanımla, oradan oraya, vızır vızır uçurulabilmektedir.    

 

FANATİZMA

 

Tepedeki başlığa, “Korona” yanına, “Fanatizma” sözcüğünü, epey düşündükten sonra, yerleştirdim…

 

Türkçe konuşurken, yazarken, yabancı sözcük kullanmaktan uzak durmaya çalışıyorum… Ama Korona deyince, yanına, “Bağnazlık”, “Taassup / Hürafe Kafalılık” demem, altı “Şişhane üstü Tünel”, der gibi, bir şey olacaktı J) …

 

Fanatizma ya da işte bağnazlık, sözcüğü ile, şunu kasdediyorum:

 

       Tartışmayı, sorgulamayı, düşünmeyi reddeden, aslında bilmeyen ve ezberinden, “dediğim dedik öttürdüğüm düdük” dediğini, karşısındakinin beynine, ona, hiç bir söz hakkı tanımadan, üstüne üstlük onu aşağılayarak, “itfaiye hortumu” ile ve hınçla zerketme saplantısı, giderek cürmü J) …  

 

“Fanatik” o zaman, o saplantının ve cürmün faili oluyor J) … Öyle…

 

“Fanatik” yalnızca bizde değil, Dünya’nın her tarafında var… İnanın bilim dünyasında da var… Hatta, biliyorum benden duyunca çok şaşıracak, büyük ihtimalle de yadırgayacaksınız… Olsun… Yine de ifade edeceğim… Pek çoğu da, bilim dünyasında var J) … Ama bu yazıda oraya girmeyeceğim… Şu kadarını söyleyeyim, yalnız, onlar adam olsalar, millet, bağnaza, taassuba, saide, hurafeye, “Hürafe Koronası”na, teslim olmazdı…

 

“Hürafe Koronası”ndan çıkamayınca, “Korona” gibi musibetlerle savaşmak, çok zorlaşıyor…

 

Bu çerçevede, Fanatizma’yla mücadele, Cumhuriyet’i ve O’nun inanca bakışını, anlamaktan geçer…

 

Yalnızca bu sözün hakkını vermek, ciltlerle kitap çalışmasına baliğ olacaktır.

 

Oysa, burada; Korona, ya da herhangi başka bir olumsuzluk karşısında; veballerini göz ardı etmek üzere, önümüze, kaderi, yazgıyı, Allah’a, hâşâ, günah ciro ede ede, koyanlarla; mücadele ederken; inanan kitleleri yanımızdan uzaklaştırmamaya özen göstermek üzere,   Cumhuriyet’in kuruluş tılsımlarına tutunmanın önemini belirtmek, istiyorum.

 

Bu bağlamda en önce şu hususu hatırlamamız gerekiyor:

 

       Cumhuriyet’in, inanlarla değil, bağnazlıkla sorunu vardır.

 

Diyanet İşleri Başkanlığı, bir defa günümüzdeki yönetim unsurları, Kuruluş İlkeleri’nden ne denli uzaklaşmış olurlarsa olsunlar   bir Cumhuriyet Kurumu’dur. “İnanç özgürlüğünün”, “inanç barışının” olduğu kadar, “inançta aklın”, bayraktarlığını üstlenmiş bir Cumhuriyet Kurumu... “Mezhebî taassubun” giderek “hurafenin”, mazallah, kalkanı bir kurum, değil…

 

Bana, “Cumhuriyet nedir?”, diye soracak olursanız… Kestirmeden şöyle derim…

 

i)     “Yönetimde akıldır”, ki, bu düstur TBMM’nin alnında “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”, diye yazılıdır. Bu aklın olmazsa olmazı, “laikliktir”, yönetimde aklîliktir... Bu bir…  

 

ii)   İkincisi, “İnançta akıldır”, ki, bunun, demin işaret ettiğim boyutlarıyla temin ve takibi, işte Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görev çerçevesini, oluşturur. Bu bağlamda, “laiklik”, “inanç özgürlüğü”, “inanç barışı” olduğu kadar, “inançta aklîliktir”… “Nakilden” önce, bir defa, “aklîliktir”… [“Laik” ve “aklî” sözcüklerinin, kolay aklıda kalması açısından, aynı harflerden oluştuğuna, dikkatinizi çekerim … Rahmetli Prof. Mümtaz Soysal; bir televizyon programında; “laiklik” dedikçe; liseden küçüğü olmama sığınıp, O’nu, “Şunun Türkçesi’ni söylememek, sizin gibi bir hocaların hocasına” yakışıyor mu” J) , diye sıkıştırınca, önce hafiften olsun, öfkelenmiş; sonraysa, “Pekiyi onun yerine, ne diyeceğiz?”, şeklinde bana yönelttiği soruyu, demin dediklerimi anlatarak yanıtlamamla beraber; ustura gibi zekâsıyla; “Aa, çok haklısın, Laik, l, a i, k, aklî, a, k, l, i, meğer aynı harflerden oluşuyormuş, bu sözcükler, esasen!” deyiverip, meseleyi tatlıya bağlayıvermişti J) …]

 

Bize; her türlü melaneti, “kader”; her türlü edepsiz ihmalin, kusurun, taksirin, sebebiyet verdiği, cinayetten farksız kazalarla vukua gelen ölümleri, “Allah’ın takdiri” gibi, gösteren patolojik zihniyetin müdafileriyle mücadele ederken; onlara, onların anlayacağı dilden, Cumhuriyet Diyaneti’nin Kuruluş İlkeleri’yle, yanıt vermemekle, çok yanlış yapıyoruz. Hatta o ilkelere, her nasıl oldu ise, sırtımızı dönerek, cevap yetiştirmeye, girişiyoruz… Hatta, “Siyasal İslam” diyebiliyoruz, söz konusu “illetli saptırmayı” betimlemek üzere…

 

Hayır!..

 

Uhreviyet ya da ilahiyat boyutu bir tarafa, “siyasal olmayan İslam” olmaz. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır, bir defa… Aslında, demek istediğimiz şudur:

 

“Egemene, yalakalaşıp, onunla birlikte, utanmadan, Allah’ı öne sürerek, aldatan, mezhebî taassup…

 

 

 

Budur ve bu, Emeviyye ile beraber şımarmanın doruğuna ulaşmıştır. Aklı iptal eder; “Hesap gününü” unutturup, “uydurma bir kader” icat eder. Fakir fakirse, bu onun kaderidir... Zengin zenginse, bu da onun kaderidir… Allah zengine verecektir, zengin fakire… Bu yutturmacayla beyinleri tütsüler…

 

Ama, ne İslam’ın özüdür, bu… Ne de, o özü öne çekmeye ahdetmiş Cumhuriyet Diyaneti’nin, kuruluş safiyetinin…

 

Ne diyeceğiz pekiyi:

 

  Bre imansız, bütün şu sayıp döktüğün melanet, Allah’tan sadir oluyorsa, o zaman “Hesap Günü” niye var?.. “Mahkemei Kübra” neden var? Her şey Allah’tansa; kapatalım mahkemeleri; bırakalım bir kenara, soruşturmaları; adliyelerin kapılarına, kilit vuralım…

 

Maden göçüğü altında kalanlardan başlayarak, bozuk yemekten zehirlenenler dahil, her türlü can kurbanımızı, ayrıca, “gıda şehidi” gibi, orijinalitede Oscar ödüllülere taş çıkartacak, “en eksantrik, şehitlik mertebeleriyle” güya ödüllendirip, acılarımızın müsebbiplerini, “Takdiri ilahi” diyerek aklamaya yeltenenlere karşı, diyeceğimiz, oysa şundan başka bir şey değildir:   

 

  Allah günah yaratmaz!.. Her şey Allah’tansa, o zaman, “Mahkemei Kübra” neden var?

 

Bunları, Diyanet Görevlileri’nin söylemesi gerekir… Söylemiyorlarsa, o zaman biz söyleyeceğiz… En önce de, o görevlilere söyleyeceğiz…

 

Bunu yapmaz; ortadaki inanç yozlaşmasına, “Siyasal İslam” dersek, ne denli iyi niyetli ve haklı olursak olalım, siyasî anaforlarda, “ılımlı islam” tezgahlayan emperyallerin oyununa geliyor ve inanan kitleleri yanımızdan, hiç istemeden de olsa, uzaklaştırıyor oluyoruz; kaybediyoruz…

 

Bu topraklarda, Fanatizma’yla, hurafeyle, bağnazlıkla mücadele; Cumhuriyet’i ve O’nun inanca bakışını, anlamaktan geçiyor.

 

Koronayla ve etrafımızı saran her türlü melanetle mücadele; çünkü, en önce; “mezhebî taassupla”, bağnazlıkla, inancımızda, görenekte katiyen yeri olmayan, hürafe ile, mücadeleden geçiyor…

 

PEKİYİ BU AFET NE ZAMAN BİTER?

 

Yazıyı, yaklaşık, yukarıdaki şekliyle bırakmıştım…

 

Yine de, yayından önce ve herzamanki gibi, birkaç okura  yolladım… “Fanatizma” boyutunu buraya katmamı, yadırgayan oldu… Hocam, dediler, bu sözlerinizle ne dinci fanatiklere bir şey anlatabilirsiniz, ne de laikliği, dinî referansları, üstelik Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, işte işaret ettiğimiz şekliye, bir Cumhuriyet Kurumu olmasına karşın, laiklik karşıtı olarak göstermek isteyen “laikçilere”…

 

İkincilere; Allah akıl fikir, başta da Cumhuriyet idraki ve iz’an nasip etsin…. Orayı geçiyorum… Ama birincilere dönük olarak bu durumda, buraya şu gözlemimi, eklemem gerekti… Bir “hoca kardeş”, şöyle diyordu (“kardeş” diyorum, çünkü bizim mahallede büyümüş, şu ki, kimse bizden daha fazla bu toprakların ve göreneklerimizin çocuğu olduğunu iddia etmesin, mahçup ederiz, devam ediyorum, Hoca kardeş, mealen şöyle diyordu):

 

       Müslümanlar arasındaki “mezhep savaşları” hayırlıdır, çünkü müslümanın yeri zaten cennettir. Bugün Dünya’da gâvurlar, bize göre çok müreffeh bir hayat sürüyorlar. Hatta müslümanlar çoğu yerde, çoğu kez, çile üstüne çile çekiyorlar. Olsun, çünkü gâvurlar kâfirdir ve cehennemde haşre kadar yanacaklardır. Müslümanların yeri ise, cennettir.  Ama, müslümanların da günahları vardır. “Mezhep savaşlarıyla”, işte Allah, onları, Dünyamız’da cezalandırıp,  doğrudan cennete almaktadır.

 

Ey Diyanet görevlileri, duyuyor musunuz? Mezhep savaşları; müslümanları, günahlarından arındırıyor ve hangi cenahtan olurlarsa olsunlar, mezhep cengaverlerini, bu dünyadan öteki dünyaya göç etmeleriyle beraber, ekspres vasıtayla, cennete taşıyor…

 

Yaşasın J) … Koşun, mezhep savaşlarına odun, taşıyın… Erdiniz… Cennete, bir iki…

 

Şakası bile ürpertici… Üfürüğe bakın…

 

Yazık, valla… Günah!..

 

Böylesi kafalar, bir de Atatürk Cumhuriyeti’nde, düpedüz, “mezhep savaşı kışkırtıcılığı” yapıyorlar… Bunu zaten körükleyen emperyallerin ekmeğine, bilerek bilmeyerek, yağ sürüyorlar…

 

Bugün ülkemizin en büyük sorunu; çok açık söyleyeceğim; hâşâ, İslam, ya da birçoğumuzun “dincileri” yaftalamak üzere, ama yerinde olmayan bir terkiple telaffuz ettikleri “Siyasal İslam” değildir (demin anlattım)… “Aklı” iptal eden, neyin nesi olduğu katiyen belli olmayan, Kuran’da, görenekte yeri asla bulunmayan, sözde nakilleri, sorgusuz sualsiz, mesnetsiz, desteksiz, hatta atıfsız (kaynaksız) ileri sürebilen, “zifiri bir mezhebî taassuptur”…

 

Bunun yanı sıra (pek çok saygıdeğer gayreti elbette tenzih ediyorum, ne ki, işte), bu sorunu, haykırmaktan aciz, ya da korkarım daha doğrusu, o yönde (keşke yanılsam), cendereye alınmış, “muhalefet sorunudur”.

 

Bu sebeple, başlıktaki, “Korona”nın yanından, maatteessüf “Fanatizma”yı çıkartamıyorum…

 

Gelelim deminki sorumuza:

 

        Bu afet ne zaman biter?..

 

Hem iyimser olmak istiyorum, hem bilim namusumdan çıkamıyorum…

 

Doğrusu, tam bilemiyorum… Verileri hem dünyada hem de ülkemizde tabii, takip ediyorum… Ancak veriler, ne kadar güvenilir söyleyemiyorum…

 

Ümidim, Mayıs ortalarında illetin, dizginlenebileceği, yönünde…

 

Bu eğer bir biyolojik savaş ise, savaşı çıkartanlar, sonunu, hesap etmiş olmalılar…

 

Her halu karda, Dünya kesin, dönüşüyor… Kaynaklar, başta finans kaynakları, hesaplı ya da hesapsız, el değiştiriyor.

 

Şurası bir vakıa ki, mücadele azmimiz bizi iyimser kılmalı… Ne kadar iyimser olursak, çevremizdeki mücadele azmine, o kadar omuz verebiliriz…

 

Bir süre sonra, daha somut kestirimler yapabileceğimizi, ümidediyorum…

 

**

 

Hepinize, can sevdiklerinize çok çok geçmiş olsun…

 

Allah hidayet nasip etsin!.. Cümle sevdiği kullarını korusun!..

 

**

 

Yazıyı bitirmeden; ölümü göze ala ala, canla başla savaşan başta hekimlerimiz, hemşirelerimiz, bütün sağlık çalışanlarına, emniyet görevlilerinden başlayarak, süreç içinde ve çok zor şartlarda her kademede görev sürdüren, tüm görevlilerimize, bin teşekkür. Allah onlardan razı olsun…

 TEŞEKKÜR

 

Yazıyı eleştirel gözle okuyan, birbirinden yapıcı önerilerde bulunan,  Sevgili Kardeşim Faruk Ağa Yarman’a çok çok teşekkür ediyorum…

 İLK KURŞUN