Dicle Eroğul yazdı...
15 Haziran 2020 tarihinde bedenen aramızdan ayrılan, ancak eserleriyle sonsuza kadar yaşayacak olan Yazar Metin Aydoğan'ın, “İnönü” başlıklı son kitabınının “Önsöz”ündeki “60 yıl okudum, 30 yıldır yazıyorum.” cümlesi, yaşamını nasıl bir yoğun uğraş içinde geçirdiğinin ifadesidir. Böylesine yoğun uğraşlar sonucunda tarihe tanıklık etme noktasına gelmiş olan Yazar, kendisini daha çok çalışmaya yönelten üzerinde odaklandığı konuları şöyle özetlemiş:
Türklerin tarih
içindeki yeri bize öğretilenden çok başkaydı ve olağanüstü bir derinliğe
sahipti.
20. yüzyıldaki Türk
Devrimi dünyanın gördüğü üç büyük devrimden biriydi ve dünyaya yaptığı etki
bilinenden çok daha güçlüydü.
Aydoğan amacını ise
şöyle ifade etmiş:
“Kitaplarımın hiç
birini, yalnızca tarihi gerçekleri ortaya çıkarmak amacıyla yazmadım. Bunu
tarihçiler yapıyordu ve ben tarihçi değildim. Geçmişte olanları öğrenmeye
çalıştım ama işi orada bırakmadım; öğrendiklerimi günü anlamak ve geleceğe yön
vermek için kullandım. Kitaplarımı, yalnızca bugüne değil, ondan daha çok
geleceğe yazdım.”
Metin Aydoğan, yaşamını
adadığı bu yoğun çabasıyla, Mustafa Kemal'in, 4 Mayıs 1918 tarihinde, yakın
arkadaşı Ruşen Eşref Ünaydın'a imzaladığı fotoğrafın üzerine yazdığı notunda
bahsettiği gençliğin temsilcilerinden biri olduğunu kanıtlamıştır.
''Her şeye rağmen, muhakkak bir
nura doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve
milletim hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları,
şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya
çalışan bir gençlik görmemdir.''
Aydoğan'ın vatan ve
hakikat aşkıyla yanıt aradığı önde gelen soru şuydu:
Dünya çapında
büyüklüğünü saptadığı “Türk Devrimi, bu denli kolay ve hızlı nasıl ortadan
kaldırılmıştı. Bu devrimi yaşayan ve güçlü bir dünya devleti olma şansını
yakalayan Türkiye, nasıl olmuştu da Osmanlı çürümüşlüğüne geri dönmüştü.”
Bu soruya yanıt arayan
araştırmalarının sonucunda nereye baksa Yazar'ın karşısına İsmet İnönü ve
uygulamaları çıkmış. Aydoğan devam
ediyor:
“Sonuç şaşırtıcı ama
gerçekti. İnönü, devrim uygulamalarında Atatürk'le çelişkiler yaşamış, kimi
zaman O'nunla çatışmış, daha sonra yüksek yetkilerle Cumhurbaşkanlığı yapmıştı.
1938 sonrasında uyguladığı politikayla devrimin geri dönüşüne neden olmuştu.
'Atatürk'ün en yakın çalışma arkadaşı' devrimin yitirilmesine yol açan süreci
başlatmıştı. Gördüğüm buydu.”
Yazarın da belirttiği
gibi İnönü konusu, geniş bir kesim tarafından dokunulması yasak bir tabu haline
getirilmiştir. Bence bu durumu yaratan da bizzat İnönü'nün kendisidir. Eğitimi
ABD'nin desteğiyle yeniden şekillendiren İsmet İnönü, Türk Devrimi konusunda
gençleri aydınlatıp bilinçlendirmek yerine kendi Milli Şefliğini pekiştirmeye
yönelmiştir. İnönü, Aydoğan'ın kitabına alıntıladığı şu sözleriyle, Atatürk
döneminin kapandığını ve kendi döneminin başladığını kendisi itiraf etmiştir:
“Benim için en büyük tehlike, onun (Atatürk’ün)
gölgesi altında erimek ve ezilmekti. Devlet
icraatının bütün sorumluluğu bana ait olmalıydı. Bunun için de, kudretim neyse
benim damgamı taşıyacak bir dönemin başladığının belli olması gerekiyordu.”
Aydoğan, İnönü'nün
bu cümlesindeki 'Benim dönemim onun dönemi' biçimindeki yaklaşımı, 'devrimin
bittiği anlamına geliyor' diye yorumluyor. Bu yorumu İsmet İnönü, 1960'larda
Abdi İpekçi ile yaptığı bir söyleşide kendisi de doğrulamış zaten:
“Demokratik rejime
karar verdiğimiz zaman, büyük otorite ile büyük reformların hemen
yapılabileceği dönemin değiştiğini, değişmesi gerektiğini kabul etmiş
oluyorduk.”
İnönü'nün bu
değerlendirmesi aslında her şeyi özetliyor. Atatürk döneminin demokratik
olmadığı, çok particilikle demokrasiye geçilmiş olduğu, devrim döneminin
değiştiği, değişmesi gerektiği açıkça belirtilmiş. Başka bir deyişle İnönü, 'Sürekli devrim’ kavramını yadsımış
ve sürekli devrim anlayışının ‘değişmesi
gerektiği’ni söylemiş. Oysa, Atatürk, ‘Devrimler yalnızca başlar, bitişi diye bir şey
yoktur’diyordu.
Aydoğan kitabında,
İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı ile birlikte Atatürk dönemini bitirmek ve kendi
dönemine başlamak amacıyla hareket ettiği savını, Şemsettin Günaltay'ın, İnönü
Cumhurbaşkanı olduğunda, Atatürk dönemini dolaylı biçimde karalayarak; “İnönü
devri başlıyor, fazilet devri başlıyor” demiş olduğunu ve ileride de başbakan
yapılmış olduğunu aktararak güçlendiriyor.
'İnönü devri', dış
siyasette de kendini göstermiş. Atatürk'ün dış politika başarısı, dost düşman
bütün dünyanın hayranlığını kazanmışken, yapılanlar tarihe geçmişken, İnönü çok
farklı değerlendirmelerde bulunmuş. Cumhurbaşkanı seçildiğinde, nasıl bir dış
siyaset devraldığını ve neler yapmak zorunda kaldığını şöyle anlatmış:
“1938 Kasımında
Cumhurreisliğine seçildikten sonra, kendimi karşısında bulduğum önemli
meseleler şunlardı: Dış ilişkilerimiz kararsız ve temelsizdi. Sovyetlerle
ilişkilerimiz gölgeli, Nazilerle ilişkilerimiz kuşkulu ve Batı alemi ile
ilişkilerimiz temelsizdi. İç politikada bir huzur dönemine ihtiyacımız vardı.
Ve bu sorun benim gözümde acele idi. Devletin iç ve dış işlerini inanılır bir
zemine oturtmak ilk görevdi.”
Oysa Atatürk döneminde
sürekli Dışişleri Bakanlığı yapmış ve daha Atatürk'ün bedeni soğumadan
İnönü'nün değiştirmek için girişimde bulunduğu Tevfik Rüştü Aras, 1964 yılında
şu değerlendirmeyi yapmıştı:
“Türkiye, Atatürk'ün dış
politikasını İkinci Dünya Savaşı döneminde de titizlikle izleseydi, Balkan
Antantı'na ve Sadabat Antlaşması'na dayanarak müttefikleriyle birlikte, dünyada
1945 yılının üçüncü büyük gücü olur, ekonomik ve siyasi açıdan gelişmiş bir
toplum haline gelirdi.”
Oysa Kurtuluş Savaşı
öncesi Amerikan mandası taraftarı olan İnönü, Atatürk'ün dış politikasını
kararsız ve temelsiz bulduğunu saklamamış ve bağımsızlığımızdan ödün vererek
Türkiye'yi Atlantik Kampının 'yarı sömürgesi' haline getirmişti. İnönü,
Meclis'te 24 Şubat 1960 günü yaptığı konuşmada şöyle diyecekti:
“Menfaatlerimizi korumak
için muhtaç olduğumuz desteği, Batı aleminde ve Amerika'da bulduk. O zamandan
beri ülke savunmasının Batı demokrasileri topluluğu içinde ortak yükümlenmeyle
mümkün olacağı gerçeği her vesile ile doğrulanmıştır.”
Aydoğan kitabında,
İnönü'nün 'Batıcı' karakterini şöyle vurguluyor:
“İnönü'nün dış politika
konusundaki görüşleri, yalnızca İkinci Dünya Savaşı'nda değil her zaman Batı'yla
birlikte olma, birlikte hareket etme anlayışı üzerine oturmuştur. Bu yaklaşım,
onun kültürel yapısından gelen bir sonuçtur. Gelişip güçlü olmanın yolunun
Batılı gibi olmaktan geçtiğine inanan kendine özgü bir Batıcıdır. Atatürk'le
çelişen bir düşünsel yapıya sahiptir. Batı yanlılığını ifade eden birçok
açıklaması ve açıklamaların yön verdiği uygulamaları vardır.
İkinci Dünya Savaşı'nda
Batı'yla ilgili görüşleri, savaşla sınırlı kalmıyor, sonrasını da içeriyordu.
Şöyle diyordu; 'Bizim güvenlik içinde olmamız için, Batı'yla beraber olmamız
gerekiyordu. Bu temel inanç üzerine olayları ve ilişkileri geliştirecektik.'
Savaşa Batı yanında
girmeyi, söylediği gibi en baştan göze almıştı. Üstelik, bunu Türkiye'nin
yazgısı olarak görüyor şöyle söylüyordu: 'Bizim kaderimiz, müttefiklerle
beraber olmaktı. Bunun neticesi olarak, müttefiklerle beraber ve onların
safında savaşa girmemiz tabii ve zaruri olacaktı.'
Batıcı anlayışa sahip
bir insan olarak, İkinci Dünya Savaşı süresince tek karar verici konumda
olması, ülke için tehlikeli durumlar yaratmıştır. Gerçeklerle uyumsuz bir
politikayla, Türk dış siyasetini savaş boyunca arapsaçına dönüştürmüş, savaş
dışı kalmak rastlantıların Türk halkına hediyesi olmuştur.”
İnönü, Atatürk'ün,
“Türkiye tarafsız kalmalıdır, herhangi bir ittifak içine girmemelidir.
İngiltere, Fransa, Amerika ve diğer Batılı devletler ile siyasetimizi çok
dikkatli tesbit etmeli ve ilişkilerimizi mesafeli yürütmeye özen
göstermeliyiz.” sözleriyle vasiyet niteliğindeki önermelerini dinlememişti.
Aydoğan'ın
değerlendirmesine göre; “İngiltere ve Fransa ile 1939 yılında yapılan Üçlü
Bağlaşma Anlaşması ve aynı yıl ABD'ye verilen ticari imtiyazlarla başlayan
Batı'ya bağlanma süreci, savaştan önce başladı, savaşın bitmesiyle hız
kazandı.”
Metin Aydoğan'ın İnönü
kitabının 'Geri Dönüş' adlı son bölümündeki saptamaları, Atatürk'ün “Devrimin hedefini kavramış olanlar,
daima onu korumaya muktedir
olacaklardır.” sözü ışığında okursak, varılmak istenen sonucun 'geçmişi kötü
göstermek ya da kişi karalamak değil, bugüne ve geleceğe yönelik sonuç
çıkarmak' olduğu anlaşılır. İnönü dönemi, Atatürk'ün devamı gibi görülürse,
Kemalizmin gerçek boyutuyla anlaşılamayacağı ve devrimin hedefinin kavranamayacağı
açık bir gerçektir.
“Kemalist Devrim,
kesintiye uğramamış olsa Türkiye kuşkusuz bugün bir başka yerde olurdu.
Kemalist ilkelere dönüp devrimi canlandırmak için önce geri dönüş sürecinin
incelenmesi ve yeniden yaşamamak için yapılan yanlışlıkların ortaya koyulması
bu nedenle önemlidir. Kemalist Devrim'den geri dönüş söz konusu olduğunda,
karşımıza İsmet İnönü ve onun uygulamaları çıkıyor. 11 Kasım 1938 devrimden
dönüşün başlangıç tarihidir.”
'Tarihi o günün şartları
ile değerlendirmek gerek' diyerek İnönü'ye yapılan eleştirileri hafifletmeye
çalışanlar oluyor. Metin Aydoğan'ın “İnönü” kitabını okurken, söz konusu tarihi
yaşamış olan Babamı rahmetle andım. 1915 doğumlu olan Babam, 60'lı, 70'li
yıllarda İnönü konusu tabu iken, onu en ağır biçimde eleştirdiği için
çevresinden çok tepki alırdı. Yaşı itibarıyla Atatürk döneminde bir yetişkin
olarak Kemalizmi ve Devrimlerin hedefini, yaşayarak kavramış olan Babam,
İnönü'nün ihanetini bizzat yaşamış ve Atatürk'ü yaşamında üzen, sonrasında ise
manevi varlığını inciten davranış ve sözlerine şahit olmuştu. Atatürk'ün
hazırlatmış olduğu Tarih Kitapları ve Medeni Bilgiler kitabı İnönü tarafından
müfredattan kaldırılmadan eğitimden geçmişti ve ayrıca özel ilgisi ve yabancı
dili sayesinde dünyayı ve ülkesini çok yakından izleyen bir yapıya sahipti.
Herhangi bir parti taraftarlığı olmayan Babam, Atatürk dönemini de, İnönü'nün
ihanet sürecini de bilinçli olarak bizzat yaşadığı için tam da o günün
şartlarında değerlendirdiği İnönü'ye karşı büyük bir öfke duyuyordu. Ankara'ya
Mustafa Kemal'i öldürmeye gelen bir İngiliz ajanının asılmasına, 'Onun idamı
İngilizlerle aramızda olay çıkartır' diyerek karşı çıkıp infazı durdurmaya
çalışan İnönü'ye, o günleri yaşayan Atatürk sevdalısı birisinin öfke duymaması
zaten mümkün olamazdı. Babam için Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyetin çöküşünü
hazırlayan, bağımsızlığımızdan ödün veren karşı devrim adımlarına şahitlik edip
te kayıtsız kalmak elbette mümkün değildi.
Tarihe tanıklık etmiş
başka birisinden bir değerlendirme sunmak gerekirse; ilk kadın
milletvekillerinden Fakihe Öymen'in konuyla ilgili olarak, döneme ve dönemin
Cumhurbaşkanı İnönü'ye oldukça sert eleştirilerini örnek gösterebiliriz.
“İnönü bütün
hareketlerinde Atatürk'ün üstünlüğünü silmek için elinden gelen gayreti sarfetti.
Bunu genel bir fikir olarak söyleyebilirim. Atatürk'ün yolunda yürümüş olsaydı,
herşey başka türlü olacaktı. … Onun için ben şahsen, İnönü'nün Anıtkabire
defnedilmesini bile istemedim.”
Atatürk'ün, İnönü
hakkında 1937 yılında, onu Başbakanlıktan almadan birkaç gün önce söylediği
sözler, zaten tarihin o günkü koşullarında değerlendirmede bulunmuş:
“Bana kararların sofrada
verildiğinden söz ediyor. Cürete bakın. Onun bütün hataları, bütün falsoları
Meclis'te mi düzeltildi? Ama kabahat bende! Konuşmalarında her fırsatta ve
sürekli ondan söz ettim. Adamı göklere çıkarttık. Tabii şımardıkça şımardı.
Sonunda, adeta hükmeden bir tavır almaya kadar işi azıttı. Elinden gelse,
korkak olmasa, ihtimal dikta ettirmeye bile kalkışacaktı. Gittiği yol bu idi. O
bilmiyordu ki biz memleketi kurtarmak için icabında Padişah'ın da, Halife'nin
de, hatta dağdaki eşkiyanın bile yardımına başvurmuştuk. Benim kendisi hakkında
söylediklerimin, yazdıklarımın sebebini bilmiyor gibiydi. Ben onu övdükçe, o
gerçek öyleymiş gibi haller takınmaya, adeta benim karşımda bile bir kahraman
rolü oynamaya başladı. Haklıydı. Çünkü artık rakibi kalmamıştı. Hangi işi
verdik de biz yardım etmeden başardı. Kütahya muharebelerinde böyle olmamış
mıdır? Lozan'da böyle olmamış mıdır?”