Kanal İstanbul tartışmalarında bazı isimler bu projenin gündem değiştirmeye yaradığını, bir avuç yandaş müteahhide kaynak aktarmaktan başka bir anlama gelmediğini yazdılar. Bu bakış açısı, gerçeğin politik boyutunu görmezden geldiği için eksik kalıyor. Kanal İstanbul “akılsız” bir proje değil, arkasında politik bir “akıl” var. Müteahhitlerin kazançları, bu aklın hedeflediği esas kazançla kıyaslandığında ikincil önemde.

Kanal İstanbul Erdoğan’ın “çılgın projesi” olarak ilan edildiğinde tarih Nisan 2011’di. O zamanki amacı, şimdi kazandığı rasyonaliteden farklı bir temele oturuyordu. Hükümetin batı ile ilişkileri şimdikinden çok daha iyiydi ve ideolojik duruşu, Montrö’nün mesele edilmesinde fayda görmeye maalesef yatkındı. Rant ekonomisi tam gaz sürdürülüyordu ve Kanal İstanbul büyük rantlar yaratacaktı. Üstelik 12 Haziran’da genel seçimler yapılacaktı ve ortalama seçmen böylesi büyük ve çılgın projelerden her zaman çok etkilenirdi. Kısacası Kanal İstanbul’un bir taşla vuracağı üç kuşun önceliği bugünkünden farklıydı.

Erdoğan, yılların getirdiği metal yorgunluğuna ekonomi düzlemindeki başarısız gidişat da eklenince, gelecekte de iktidar kalacağına ilişkin pek rahat değil. İmamoğlu, İstanbul’un belediye başkanı olarak Cumhurbaşkanlığı adaylığına hazırlanıyor. Bütün ittifakları, mesajları, ziyaretleri ve hareket tarzı, daha en başından bir belediye başkanından daha fazla bir şey olduğuna işaret ediyor. Erdoğan meydan okumayı görebiliyor ve yapması gerekenin İmamoğlu’nu kendisine meydan okuyamaz hale getirmek olduğunu hesaplıyor. Kanal İstanbul’daki ısrarın dayandığı mantık, işte tam da burada, rantiye gelirleri vb. meselesini işin esası olmaktan çıkaran bir rol oynamaya başlıyor.

Kanal İstanbul’daki ısrarın altında yatan ilk ve en öncelikli neden İstanbul’un yönetimine merkezi müdahale yolunu açmak. Bu sayede seçimlerde Erdoğan’ın İstanbul’a yapılacak hizmetlerin gerçek sahibi olarak öne çıkması ve İmamoğlu’nu mirastan men etmesi mümkün olabilecek. Erdoğan kendisini iktidara götüren sürecin seçmenler düzlemindeki İstanbul’u “yönetebilmiş” olma algısı olduğunu biliyor. Bu nedenle İmamoğlu’nu İstanbul’u yönetemez ve kendisini İstanbul’u yönetir hale getirmek istiyor. Nitekim geçen hafta Resmi Gazete’de yayınlanan bir genelge belediyelerin Yerel Akıllı Şehirler Kurulu tarafından yönetilmesini öngören “Ulusal Akıllı Kentler Stratejisi ve Eylem Planı (20202023) yürürlüğe kondu. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum “Kanal İstanbul projesiyle İstanbul’a trafik, sosyal donatı ve yeşil alanlarıyla nefes aldıracak ilk örnek akıllı şehri de yapacağız” dedi. Böylece İstanbul yönetimine Cumhurbaşkanlığı ile Hazine ve Maliye ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın müdahalesinin önü açılmış oldu.

Kanal İstanbul ısrarı, önümüzdeki dönemin iktidar hesaplaşmalarına bağlanıyor. Erdoğan’ın Montrö’ye yönelik eleştirileri ise 2011’in koşulları ve mantığı içinden söylenmiş sözler. Ne kadar geçersiz tezler oldukları öyle sanıyorum ki, kısa sürede Hükümet tarafından da anlaşılacaktır. Ancak Erdoğan Montrö’nün delinmesinde Türkiye’nin büyük milli zararı olacağı konusunda doğru bilgilendirilse bile, kendisine Kanal’ı haklılaştırıcı söylemler bularak projeyi sürdürmeye çalışması beklenir.

İkincil olmakla birlikte Kanal ısrarının ardındaki diğer etmenler 2011 dönemi ile aynı. Yani inşaat sektörü üzerinden ekonomiyi canlandırma umudu ve ortalama seçmenin çılgın projelere karşı duyarlılığının oya tahvil edilmesi. Tabi belki, üçüncül bir etmen olarak, Erdoğan’ın “eser bırakma” diye tarif ettiği psikolojik motivasyonun da etkisine işaret edilebilir.

Ancak 2011’in koşulları ortadan kalktı. AK Parti ve Erdoğan’ın siyasi hegemonya iddiası artık çok daha zayıf. Partinin içinde yarılmalar ve fırsat kollama eğilimleri var. Ekonomik krizin derinleştiği koşullarda ortalama seçmen nezdinde Kanal İstanbul olayı, büyüleyici bir eser olarak değil, tam tersine kaynak israfı anıtı olarak algılanacaktır.


Aydınlık