On dokuzuncu yüzyılın en önemli düşünürü Karl Marx, "insanın insanı sömürmesinin kökeninde erkeğin kadını sömürmesi olduğunu, ilk insan sömürüsünün, kadınla erkek arasındaki ilk iş bölümünden çıktığını" vurgular. Kadın Hareketi, Fransız Devrimi’nin sanayi (burjuvazi) yapılanması içinde ortaya çıkar ve sosyalizmle bütünleşerek kadının erkekle eşit iş haklarına sahip olması, yani erkekle eşit konumda bir insan olduğunu kanıtlaması, açıkçası bir zoon politikon (yani siyasal, toplumsal, kültürel bir varlık) olduğunu göstermesi için mücadele etmesi biçimine ulaşır.
"Marksist analize göre iş bölümü, ilkel komünal toplumda ortaya çıkar. Türün devamı, yani üreme kadın tarafından sağlandığı için kadınlar ilkel komünal koşullarda zorunlu olarak çocuğa bakma işini üstlenirler. Bu iş bölümü, ilk bakışta sorunsuz gözükür. Kapitalist üretimin temelini oluşturan bu iş bölümündeki sorunsuz gözüken ama aslında bütünüyle kadının sömürüsüne dayanan bu yapılanma, ilk kez Marksist bakışaçısıyla ve Engels tarafından ele alınıp değerlendirilmiştir. Engels anaerkil toplumda cinsiyet uyuşmazlığının olmadığını söyler. Bu dönemde eviçi üretim araçlarının kadına, evdışındakilerin erkeğe ait olduğunu belirtir. Evdışı mülkiyet de erkeğindir: Hayvanlar ve köleler gibi. İşte bu, erkek lehine bir artık değere yol açmıştır. Ev işleri öncelikliyken, artık gücünü ve önemini yitirir, böylece ataerkil aile ve baba hakkı doğar. Engels, kadınların kurtuluşunun ancak evdışı üretime katılmalarıyla sağlanacağını söyler. Ekonomik kurtuluş, kadınların kurtuluşunun da anahtarıdır. Her şey buna bağlıdır. Oysa Fransız devrimi, kadınların haklı isteklerini geri çevirmiştir. (...) Kadın henüz ne yasalarda ne de toplumlarda insandı. Çünkü vatandaş, yurttaş bile sayılmıyordu. Onun yeri yalnızca evinin içi, kocasının elinin altı ve çocuklarının yanıydı." (Tansu Bele, Kadın Yazın Siyasa, say. 97, 98)
CUMHURİYET'İN ÖNEMİ
İşçi kadınların ağır yaşam ve çalışma koşullarını Engels "İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu" adlı yapıtında anlatır. Aristokrat / burjuva kökenli kadınların yaşadıkları sosyoekonomik koşullarla proleter kadınların yaşadıkları koşullar birbirinden bütünüyle farklıdır. Ama aristokrat ve burjuva kadının da başta kendi mülkleri üzerine kontrol hakkı, eğitim ve çalışma hakkı, seçme ve seçilme hakkı, yani yönetme ve iktidar olma hakkı yoktu. Aydınlanma çağı Avrupası’nda kısaca böyle başlayan feminist hareketler, sonraları büyük gelişmeler kaydetmiş ama bölünmelere de uğramıştır. Türkiye’ye gelince, Cumhuriyet dönemi öncesinde kurulan birçok kadın derneğine karşılık, kadın haklarının yasalaşması ancak Atatürk’ün Medeni Kanunu kapsamında gerçekleşmiştir. Cumhuriyet öncesi kadın dergilerinde "Kadınlık Yalnız Meyve Değildir" diyen kadınlar, seçme seçilme haklarıyla birlikte eğitim, meslek edinme ve çalışma haklarına da kavuşmuşlardır. "Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk, kadınların devrimlere öncülük etmesi düşüncesindedir. Örneğin Türk Kadınlar Birliği, Dünya Kadınlar Birliği’ne katılmak istemez, çünkü devrimlerin kadınerkek eşitliğine inanılır. Halkevlerinin daha yararlı olacağını düşündüklerinden Birlik, üyeleri tarafından kapatılır." (T. B., a.g.y., say 129) Kadınlar, Atatürk devrimleriyle toplumsal alandaki kazanımlarını yeterli görmektedirler.
Ancak kadın haklarının da, tüm insani hak ve değerler gibi kapitalizm/ emperyalizm/ küreselleşme eliyle çarpıtılarak, "kadına salt cinsel özgürlük" çığlıklarına dönüştürülüp cinayetlerle karartılması, kadının erkekle gırtlak gırtlağa getirilmesi kanımca kadın hareketine en büyük darbeyi indirmiştir. Bu açıdan kadınların toplum içinde erkeklerle eşit konumda olabilmeleri için 1980’li yıllarda ülkemizde başlayan, geçmişe göre çok daha etkin düzenlemelere gidilmesi girişimleri olumludur ve gereklidir. Burada, 1990’da Gladio tertibiyle öldürülen ilahiyat profesörümüz Bahriye Üçok’un bir sözünü anmadan geçemeyeceğim: "Kadın hakları ile ilgili en büyük devrimi İslamiyet getirmiştir. Fakat onu yanlış anlatanların ve öğretenlerin yüzyıllar boyunca süren tutumlarından ötürü Müslüman kadını, kendi yuvasında sürekli en doğal haklarını yitirmiş olarak yaşamak zorunda bırakılmıştı. Eğer Türk anası, dünya tarihinde henüz bir eşi doğmamış olduğuna inandığım Atatürk gibi bir dahi yetiştirmemiş olsaydı, Türk kadını Müslümanlığın ve onun zarif peygamberinin kadına tanıdığı hakların sevincine erememiş olarak hâlâ o eski yanlış davranışın ezici baskısı altında çırpınıp duracaktı."
Bugün dinimiz gibi Atatürk de nasıl yanlış yorumlanıyorsa, kadın hakları ve feminizm de bu yanlışlar içinde çarpıtılmaktadır.
Aydınlık