Prof. Dr. Öksüz’ün Misak’ta çıkan flaş İYİ Parti yazısı şöyle:
“Siyasî partilerimizin dışa dönük beyanlarına bakarsanız, hepsi kazanmış. Eh “kazankazan”ın bu kadarı şaşırtıyor. Kaç defa kazan demek gerekir acaba? Fakat içeride, durum epey farklıdır. Orada bir öz eleştiri gırla gidiyordur ama “öz eleştiri” diye insanların kendilerini eleştirmesi anlaşılmaz. Bizim partililer öz eleştiriden, özlerindeki diğer partilileri eleştirmeyi anlar. Hatta özeleştiriyi hainlik sayanlar vardır. Bir tarihte Türk Milliyetçisi gençler yapacakları toplantıda fikirlerinden bahsedilecekler arasına rahmetli Durmuş Hocaoğlu’nu da yazmışlardı. Ankara hemen müdahale etti: O muhaliftir, onu çıkarın! Merhum Hocaoğlu’nun muhalifliğinin gerekçesi, Türk Milliyetçiliği’nin En Mühim İhtiyacı: ÖzEleştiri başlıklı bir yazı yazmasıydı. Merak edenler kendi adını taşıyan siteden makalesine erişebilir.
Bizim iş ve siyaset adamları her şeyi bilir
Partilerimizin bu halini göz önüne alan MİSAK, yaptığı seçim analizinde, durum tespitini parti dışından, bilim gözlüğüyle bakabilen tarafsız ekiplere yaptırmalarını tavsiye etmişti.
Aslında danışman tutmak pek sevdiğimiz bir iş değil. Batı’da danışmanlık şirketleri bayağı büyük cirolara ulaşır. Bizde ancak çok büyükler, onlar da genel olarak temas ettikleri yabancı şirketlerden gördükleri için danışman tutarlar. Danışman kelimesinin anlamı bile farklıdır. Emekli bürokratlar, ayrıldıkları devlet kurumlarında hâlâ etkilidirler de belki işimizi kolaylaştırırlar diye onlar danışman yaparız. Meselâ vergi mevzuatını iyi bilen eski maliyecilere “üstat” denir ya; onlar yeni bürokratlar üzerinde etki sahibidir diye büyük şirketler onları istihdam eder.
Bir de siyasî danışmanlar vardır ki bunlar genellikle “baş danışman”dırlar. İnsan “baş danışman”ın bir tane olacağını düşünür, fakat yanılır. Dedem Korkut’un Yedi Başlı Kara Ejder’i gibi bizim siyasîlerimizin de altı, yedi, hatta daha daha fazla baş danışmanı, partilerin de “danışma kurulu” vardır ki bunlar da genellikle “yüksek”tirler. Ama danışmanlara danışıldığı pek vaki değildir. Maaşlı olanlara görev verilir. Bu sonuncular aslında bir nevi asistandırlar.
Bilmiyorum devrimi!
Aklıma Harari’nin bilim devrimi tespiti geliyor. Harari, “Bilim devrimi, insanların ‘bilmiyorum’ demeleridir ” diyor. Çünkü Ortaçağ Avrupasında her şeyin bilindiği kabul edilirdi. Siz bilmiyorsanız papaza sorardınız, o bilmiyorsa kardinale. O da bilmiyorsa Papa mutlaka bilirdi. Papa da bilmiyorsa, o şey, bilinmesi gerekmeyecek kadar önemsiz demekti zaten. Bizim iş dünyasında da siyaset dünyasında da her şeyi bilenler hâlâ etkili konumdadırlar ve danışmaya pek ihtiyaç yoktur.
Her şeyi zaten bilmeyen zavallı batılılar teşkilatlanma, pazarlama, propaganda konularını ve tabi bunların siyasî partilere uygulanmasını bilim dalları halinde ele alırlar. Ben de burada, onların söylediklerini derleyip toplayıp sunacağım. Tabi bizim reisler, başkanlar, kırk yıllık, elli yıllık tecrübeleriyle bunları benden de o gâvurlardan da daha iyi bilirler, o yüzden bunları okumaya da ihtiyaçları yoktur.
Önce pazarlamayı ele alacağım. Partilerin seçimler için yaptıkları da budur aslında. Hele pazarlamanın bugünkü anlamı ele alınırsa, partiler pazarlamadan ibarettir denilebilir.
Siyaset: Zihinler ve gönüller
İnsanları değişik fikirleri iknaya, değişik markaları satmaya çalışanların ne yapmaları gerektiği geçen asrın başından beri bilim konusu hâline geldi. Rekabet ediyorsunuz ya, ne üzerinde rekabet ediyorsunuz? Neyi çekişiyorsunuz? Cevap şöyleydi: Lawrence’in dediği gibi rekabet insanların zihinleri ve gönülleri içindi. Çekişilen zihinlerdi. Gönül de zihnin arkasından gelir zaten; veya zihin gönlün arkasına ilişir.
Reklamcılar ve pazarlamacılar buna bir isim buldu: Zihin payı (share of mind). İnanlar hakkınızda bir tercih yapacaksa, akıllarına önce sizin markanız veya sizin fikirleriniz, sizin dedikleriniz gelmeliydi. Veya sizin partiniz.
Tabi bunlar bir veya birkaç kişinin bir sabah uyandıklarında aniden keşfettikleri parlak fikirler değil, düzinelerle araştırmanın, anketin, saha çalışmasının sonucunda varılan neticelerdi. Bilim adamlarının kalemleri biraz zayıf olduğundan pazarlama alanından iki kişi, Trout ve Ries, bu çalışmaları derleyip toparladı ve Konumlandırma adıyla bir kitapta yayınladı. Onlar da bu kitap vasıtasıyla bu fikirleri pazarladılar ve marka oldular… Bunu genellikle Trout’un birinci müellif olduğu bir dizi başka yayınlar izledi. Tabi paralı konferanslar, danışmanlıklar… Zengin oldular vesselam.
Zihin topografyasındaki tepeleri zaptetmek
Anlaşıldı ki rekabet denilen muharebe insanların zihinleri içindi. Fakat siz bir süredir piyasada iseniz insanların zihninde sizin zaten bir yeriniz vardı. Meselâ Volvo emniyet demektir. Mersedes lüks. Pepsi “gençlik”di, Coke, “dinlendiren mola”. Pepsi mavidir, Coke kırmızı. Bunlar on yıllar boyunca değişmez. Sadece ifade tarzları yenileniyordu. Mesela IBM insanların kafasında ana makine demekti. Trout ve Ries, IBM’in kişisel bilgisayar değil, kişisel ana makine satmasını tavsiye ediyordu (personal mainframe). Sahi IBM’e ne oldu? IBM, kendi markası IBM PC’yi icad edip piyasaya sürdü ama artık PC yapmıyor. Laptop’u ThinkPad’i de Çinli Lenovo’ya verdi. Şimdi kendisi bir nevi Saadet Partisi olarak hayatını idame ettiriyor. Daha önce onun kesin hâkimiyetindeki zihin tepesini şimdi Google işgal etmiş.
Siyasî bir parti bu anlayışla işe koyulursa kurmay heyeti gibi önce şunları sormalı:
İşgal edeceğimiz düşünce ülkesinde hangi bölgeler var?
İnsanların bizi zaten konuşlandırdıkları bir plaj başı mevcut mudur?
Rakiplerimiz hangi bölgeleri tutuyor?
Direnç nerede fazla, nerede düşüktür; rakibin yumuşak karnı neresidir?
O halde biz nereden giriş yapmalı; hangi bölgeyi hedef almalıyız?
Birinci madde ülkenin analizi, ikincisi bizim imajımızın belirlenmesi demektir. Bizim aklımızdaki imajımız değil, başkalarının aklındaki imajımızın… Herhalde bizim temel değerlerimiz vardır ve imaj bu değerlere göre mevcuttur zaten. Tuhaf gelecek ama sağa sola “terörist”, “Fetöcü” demekten başka “fikirler” de vardır!
“Ben de” diyerek kazanamazsınız
Rakiplerimiz hangi bölgelerde konuşlanmıştır sorusu en kritik maddelerden biridir. Çünkü zihin arazisinde boş bölgeler bulunabilir. Özelliklerinden, ideolojilerinden ötürü, rakiplerimizin bize direnemeyecekleri araziler, yumuşak karınları vardır. Oralar insanların zihinlerinde zaten bize ayrılmıştır, bizim plaj başlarımızdır.
Rakibin kuvvetli olduğu bölgeye ancak, “Ben de, ben de, ben de onun gibiyim.” diyerek girersiniz ve insanların size cevabı, “Oranın sahibi var, gerçeği varken niçin taklidine yönelelim ki?” olur.
Türkiye’de siyasî rekabette şu bölgeleri sayabiliriz:
Türk Milliyetçiliği
Yolsuzlukla mücadele
Eğitim
Dinî değerler
Adalet, demokrasi
Terör ve Güvenlik
Ekonomi ve istihdam
Bunlara belki birkaç madde daha eklenebilir veya bazı maddeler iç içe geçebilir.
“Merkez partisi” ve “kitle partisi”
Bu tasnifin ilk çarpıcı sonucu siyasî partilerdeki bazı yöneticilerin bir türlü göremedikleri şu gerçeklerdir: Bu bölgeler listesinde “vaatler” diye bir yer yoktur. Çünkü vaatler yapıla yapıla anlamsızlaşmıştır ve vaat taktiği ürün rekabetinde fiyat kırmanın ümitsizliği gibidir. Fiyat kırma üstün bir strateji olsaydı Hyundai ve Fiat bugün yolların hâkimiydi. Nasıl ürün rekabetinde ucuzluktan başka özellikler de gerekiyorsa ve ucuzluk en zavallı reklam ve rekabet malzemesiyse, siyasette de vaat öyledir. Siz vaat edersiniz, rakipleriniz “beş fazlası” der ve seçmenin gözünde her ikiniz de güvenilirliğinizi kaybedersiniz. Maalesef Türkiye’de partiler büyük çapta bu hale düştü. Türk seçmeni de kötüler arasında az kötüsünü seçmek zorunda kalır. Veya rüşveti peşin vereni.
Diğer önemli nokta şudur: İnsanların bulunmak istedikleri, kendilerini ona göre tarif ettikleri “merkez” diye bir yer yoktur! “Kitle partisi” diye bir zihin bölgesi de mevcut değildir. Anketlere insanlar “Ben Türk Milliyetçisiyim”, “Adalet ve demokrasi istiyorum”, “Çocuklarım iş bulsun, torpilli olan önce geçmesin” diye cevap verebilir ama kimseden, “Ben kitle partisinden yanayım”, “Ben, merkezciyim” diye cevap alamazsınız.
Bu sebeptendir ki “Ses ver Türkiye!”, “Sensiz asla!”, “Sen bilirsin!”, “Yüzünü güneşe dön!” gibi kitle partililiğine, merkezi ele geçirmeye özenen sloganlar yerleşecek alan bulamaz, boşluğa düşer. Çünkü böyle bir bölge mevcut değildir ve bu ifadeler birer iddia, seçmene sunulan birer alternatif değildir. Dolayısıyla anlamsızdır.
Söyle bana sen nesin, neredesin?
“Konumlama” diye özetlenen teorinin söylediği şudur: Sizin diğerlerinden farklı bir özelliğiniz vardır. İnsanlar zaten bunun – az veya çok —farkındadır. Bu farkındalıktandır ki siz kendi eşsiz özelliğinizi vurguladığınızda insanlar size inanır ve her tekrarda zihinlerinde siz, biraz daha o bölgedeki hâkimiyetinizi pekiştirirsiniz. Zaten size ait olan o mevkide diğerleri zayıftır.
“Kitle partisi olalım”, “merkeze yönelelim” diye düşünenler, o yöneldikleri yerin kalabalıklarla, seçmen “kitleleriyle” dolu olduğu vehmindedirler. Bunu sağlamak için de en yapmamaları gereken şeyi yapar, kendi tabiî yerlerini öne çıkarmaktan, kendi tabiî kitlelerine seslenmekten kaçınırlar. Az önce anlattığımızın tam tersi. Sonuçta kendilerinin olanı da kaybederler. Hatta daha beteri, temsil ettikleri fikrin karşıtlarına, “biz aslında sizden çok da uzak değiliz” anlamında laflar ederler. Kitle partisi olacaklar ya… Ve bundan irkilen tabiî taraftarlarını iterler.
Bu bir strateji işidir. Stratejinin ne demek olduğunu bilme işidir. Büyük taarruza bakınız: Kuvvetlerimizin büyük kısmı, diğer yerleri görece zayıf bırakma riskini göze alarak bir noktaya toplanmış ve 26 Ağustos sabahı sadece o noktada fakat düşmandan çok üstün bir güçle Yunan cephesi darmadağın edilmişti. Böyle değil de “her yerden birden saldıralım” da denebilirdi. Buna “kitle taarruzu” gibi cazip bir isim de takardık. Sonuçta belki başkentimiz Sivas olur, vize verirlerse bayram tatillerinde İzmir’e giderdik.
Çok basit bir örnek, cevabı çok belli bir soru: Şu andaki iktidar, bulunduğu yere kitle partisi konumlandırması ile mi geldi?
Tıpkı onlar gibi yapmak ne kadar hatalıysa, suya sabuna karışmamak ve rakiplerin seçmenini küstürmemek de strateji değildir. Bunun uyarısını, Fransız yazar Edmond Rostand’ın ta 1897’de kaleme aldığı Cyrano de Bergerac şaheserinin nefis Sabri Esat Siyavuşgil çevirisinde buluyoruz:
Biçarenin Cyrano de Bergerac’dı adı
Her şey olayım derken hiç bir şey olamadı”