50 yıldan fazladır faaliyette olan bir örgüt. Özellikle 1980 sonrası devlete sızmaya hız vermiş, bugün artık uluslararası derin bağlantıları sır olmayan, istihbarı özellikleri öne çıkmış bir terör örgütü.
Evet, geçmişte dini bir cemaat olarak anılan, özellikle 15 Temmuz gecesi yaptıklarıyla terör örgütü isimlendirmesini layıkıyla hak eden bir yapılanmadan, Fetullahçı Terör Örgütünden bahsediyorum…
Devlette yapılanmasını 12 Eylül dönemi dahil istisnasız bütün iktidarları kullanarak, sivil bürokraside özellikle idareci sınıfında, yargıda, emniyet teşkilatında yoğunlaştırdı. Daha doğrusu 2000 yılların sonuna kadar öyle sanılıyordu. Ama 2010 sonrası özellikle de 15 Temmuz’da görüldü ki en örtülü yapılanma TSK’da imiş.
Çocuk yaştan itibaren “ışık evlerinde” yetiştirdikleri militanlarının en zeki olanlarını askeri okullara yerleştirmişler. Bunlar kendilerini çok profesyonelce gizlemişler, ta ki iyice güçleninceye kadar…
2007 yılında başlayan ve iktidarın siyasi desteğini arkasına alan Fetullahçı çetenin saldırısı; aydın, yazar, siyasetçilerin yanı sıra TSK mensuplarına da yönelmiş, önce generaller dahil emekli subaylar, sonra muvazzaf küçük rütbeli personel, özellikle balyoz kumpasıyla çok sayıda muvazzaf general/amirale kadar uzanmıştı. Böylece süratle boşalan üst kadrolar, yıllardır yapının içinde kendini gizleyerek, sinsice faaliyet gösteren Fetullahçı çete mensuplarınca işgal edilmişti.
Kuvvet komutanlıklarında FETÖ’cü olmayan muvazzaf askerlerin, ama davalarla, ama çeşitli tayin ve baskılarla sistemden tasfiyesi sağlanırken, TSK’nın geleceğinin yetiştirildiği askeri okullarda da 2006 yılında başlayan, 2008 yılında ivme kazanan, 2010 sonrası FETÖ militanlarının çok büyük oranda yerleştirildiği bir süreç başlamıştı.
Fetullahçı çetenin personel başkanlıklarına sızdırdığı militanları, kendilerine bağlı subayları askeri okullara tayin etmiş, onlar da kendilerinden olmayan askeri öğrencileri, NAZİ esir kamplarını aratmayacak işkence uygulamalarıyla sistem dışına itmişlerdi.
Hemen ifade edeyim, bu şekilde sistem dışına itilen sayı 4000 civarındadır.
Burada, çok daha kapsamlısını, 15 Temmuz öncesi Fetullahçı örgütün TSK’daki yapılanmasını ele aldığım Ağacın Kurdu kitabında anlattığım, 20062014 arası askeri okullarda yaşananlardan birkaçını, söz konusu işkenceleri bizzat yaşayan askeri öğrencilerin ağzından sunmak istiyorum…
Bakın neler anlatıyorlar?
Çağatay Güven: “Tuvaletten doldurulan pis suları istifra edene kadar içiriyorlardı. ‘Ben bir işe yaramam.’ diye bağırtılarak eğitim alanındaki platformdan atlatılıyorduk. Geceleri tam teçhizatlı olarak denize sokuluyorduk. Çöp kovasına baş aşağı sokulup ‘Ben çöpüm’ diye bağırtılıyorduk.”
Fatih Ecevit: “Şok mangasındaki arkadaşlar kilometrelerce koşturulup sonra onlara zorla litrelerce su içirilip mideleri yırtılırcasına kusmaları sağlanıyordu. Dinlenmelerde diğer Harbiyeliler gibi istirahat verilmiyordu. Kaç kez duvarın karşısına geçip onunla konuşmam istendi. Okulda ise koridoru sürünerek temizlemeye zorlanıyordum.”
Melih Karaduman: “Harbiye’ye geldiğimizden itibaren, komutanların elindeki ajandalarda yapıştırılmış fotoğraflar, yanlarında yazan isimler ve isimler hakkında yazılanlara bakılarak bir tasfiye planına girişildi. Talimlerde yere yattığımızda vücudumuza ve kafamıza tekmelerle vuruluyordu.”
Ömer Demir: “… Kapıdan girer girmez başladılar işkenceye. Doğru dürüst yemek yok, su yok! Küfürler, hakaretler, hem de en alçakçasından. Mesela ‘senin annen şurda mı çalışıyor?’ (…) 4 Ağustos’ta sıcak klimalar altında, susuzluk, açlık ve uykusuzluktan bayıldığım oldu. Diğer Harbiyelilerin biz işkence görürken keyifleri yerindeydi. Onlar dondurma yiyorlardı bize bakarak. (…)
Sürünmekten dizlerimde, bacaklarımda açık yaralar oluştu. Istıraptan duramıyordum. Üsteğmen Özkan Özgenç geldi ve elindeki tuzu yarama bastı. Acıdan bayıldım. Revire kaldırdılar. Dizlerim iflas etti. Tuvalete oturamıyordum.
Biz, o günlerde bunlar Türk subayı olamaz. Bunlar herhalde PKK’lıdır. Çünkü bu yapılanlar esir kampında bile yapılmaz diye düşünüyorduk.
Bir gün Üsteğmen Ersin Yılmaz ve Özkan Özgenç geldiler ve önüme ip attılar, ‘Hadi bakalım intihar et! Ki senden bir an önce kurtulalım.’ dediler. (…) Bölük Komutanı Serkan Polat : ’Senin ailen de bizden değil. Dışarı çıkınca da bizden kurtulamazsın, aileni de bitiririz’ dedi.
Bir gün annem nizamiyeye gelmiş. “Oğlumu görmek istiyorum” demiş. Israr etmiş. Orada tartışmış. Annemi yumruklamışlar…”
(Yukarıda anlatılan olayda Ömer’in annesini yumruklayan, Öner Ada isimli bir kurmay yüzbaşıdır. 15 Temmuz sonrası Kurmay Binbaşı rütbesindeyken, yasa dışı örgüt mensubu olmaktan TSK’dan ihraç edilmiştir,
Ersin Yılmaz ise 15 Temmuz sonrası yasadışı örgüt mensubu olmaktan ihraç edilmiştir,
Özkan Özgenç, İstanbul’da 15 Temmuz kalkışmasına kurmay yüzbaşı olarak fiilen katılmış, ifadesinde Harp Akademisine soru alarak girip kurmay olduğunu itiraf etmiş, Fetullahçı örgütün dini duygularını istismar ettiğini ifade ederek; 15 Temmuz’un ilerleyen saatlerinde halen firari olan Mehmet Nail Yiğit’in, kendisine “önceki gece istihareye yattığını, rüyasında tırnaklarının çekildiğini gördüğünü, kalkışmanın başarısız olabileceğini, otistik bir çocuğu, sinir hastası bir eşi olduğunu, daha fazla kan dökülmemesini, birliklerin geri çekilmesini” isteyerek ayrıldığını belirtmiştir.[1] Savcı mütalaasında hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiş olup TSK’dan ihraç edilmiştir.
Serkan Polat da 15 Temmuz’da kalkışmaya bizzat iştirak etmekten tutuklanmış olup halen yargılanması devam etmektedir. Yasadışı örgüt mensubu olmak gerekçesiyle de TSK’dan ihraç edilmiştir.)
BİR HARBİYELİNİN İŞKENCE SONRASI ÖLÜMÜ
Bakın işkenceler sonucu Harbiye’den ayrılmak zorunda kalan askeri öğrencilerden Veli Cihan Gökkaya ne diyor; “Bir arkadaşımız, yapılanlar nedeniyle öldü. Yaz sıcağında, öğle vakti tepelerde çukur kazıyorduk. Bunu yapanlar, sadece şok mangasında olanlardı.
Sıcaklar o kadar bunaltıcıydı ki bir Harbiyeli susuzluk ve aşırı yüklenme sonucu koşarken birden yere yığıldı. Daha sonra kaldırıldığı hastanede öldüğünü duyduk!“
Çünkü o Harbiyeli de, işkenceye tabi tutulan diğerleri gibi, günlerdir gece dâhil eğitim adı altında işkenceye tabi tutuluyor, günde bir iki saat uykuyla ertesi güne devam ediyordu. Yapılanların sonucunda bu ölüm olayı meydana gelmişti.
Peki, ne oldu sonrasında? Her şeyde mutlaka bir sorumlu bulmayı adeta kutsayan kurumda, TSK’de, bir Harbiyeli eğitim görüntüsüyle yapılan işkencenin sonunda ölüyor. Kim bunun sorumlusu denmemiş mi? Ne yapılmış bunun için? Böylesi bir olayın üstü örtülebilir mi? Bilmiyorum… Görülen o gün için örtüldüğüdür. Ama er ya da geç bu soruların cevabı verilecek! Bekleyeceğiz!
Peki, kim bu genç yaşta hayata gözlerini yuman Harbiyeli?
***
Samsunlu orta halli bir ailenin çocuğu. Adı; Erkan Yiğit. Askeri liseyi başarı ile bitirmiş ve subay olma hayaliyle Kara Harp Okuluna gelmiş. İlk intibak kampında hiçbir şey yapılmamış kendisine. Birinci sınıfı başarıyla bitirmiş.
Yıl 2010. İkinci eğitim kampında Erkan’ı şok mangasına ayırırlar. Sözde eğitim adı altında işkenceye tabi tutarlar.
Bir gün yine sabahtan diğer günün sabahına kadar işkence eğitimine maruz kalır. Ağır hakaret, aşağılama, açlık, susuzluk ve yorgun bırakma işkencenin temelini oluşturur…
Sabahleyin bulunduğu bölüğün test koşusu vardır Erkan’ın. “Sen de katılacaksın” derler. Aslında yorgunluktan kendinde bile değildir Erkan. Günlerdir bir iki saatin dışında uyutulmamıştır. Diğer arkadaşlarıyla, işkenceye tabi tutulmayan, müfredatta belirtilen eğitimin dışında dokunulmayan Harbiyelilerle koşuya başlar.
Diğer Harbiyeliler gece istirahat etmişlerdir. O ise su bile verilmeden gece boyunca işkence görmüştür. Her şeye karşın zorlar kendini Erkan. Bir süre sonra gözleri kararır ve bir külçe gibi yığılır yere.
Takım komutanları önce numara yapıyor zannederler. Bağırıp çağırarak kalkmaya zorlarlar. Hatta tekmelerler. Erkan ise kendinde değildir, ama vücudu son nefesi vermemek için inat etmektedir.
Kaldıramayınca işin vahametini anlarlar ve Erkan’ı apar topar hastaneye gönderirler. Ancak Erkan, hayata tutunamaz. Umutlarını ve sevdiklerini geride bırakarak sonsuzluğa uçar. İhanetin kol gezdiği bu topraklarda mankurtlaştırılmış, kimliğini kaybetmiş insanlık düşmanlarının gazabından kurtulamamıştır.
Fetullahçı örgüt her yerdedir. Ölüm nedenine “çoklu organ yetmezliği” teşhisi yazılır. Ee doktor da aynı bu piskopat örgütten olunca…
Bir evin kıymetlisini, “eceliyle ölmüş” diyerek, hıçkırıklara boğulan babaya teslim ederler. Devletin, komutanların görmediği/ bilmediği veya görmemezlikten geldiği böylesi bir örgütün, oğlunun ölümüne bilerek, isteyerek sebep olduğunu nereden bilsin bağrı yanık bir baba. Onun, oğlunun eceliyle öldüğünü zannetmesi doğaldır da buna ecel denilebilir mi?
Bu açık bir cinayettir!
Sonra ne mi olur? Hiç, bu ölüme sebep olanlar bıraktıkları yerden devam ederler. Onlara kimse dokunmaz.
İnanması zor değil mi? Bunları bir başkası anlatsaydı ben de zor inanırdım. Türk tarihinin bu en hain hareketinin akla ziyan saldırısına uğradı gencecik çocuklarımız. Tek kabahatleri Fetullahçı çete mensubu olmamaktı. Öncelikli en zeki ve başarılı olanlar olmak üzere, 2014 yılına kadar kendi militanlarının önünü açmak için bu işkenceleri yaptılar.
Şimdi gelelim sonuca. Malum işkence bir insanlık suçu olup, zaman aşımı yoktur!
Söz konusu işkencelerle ilgili İzmir ve Ankara’da, sadece KHO’nda yapılanlarla ilgili 750 civarında ifadenin bulunduğunu biliyorum. Konuyla ilgili yaklaşık 4 yıl oldu. İlgili savcılıkların ne yaptığı merak konusudur.
İncelendiğinde görülecektir ki söz konusu işkenceleri yapanların büyük çoğunluğu 15 Temmuz gecesi kalkışmacı olarak karşımıza çıkıyor ve halkının kanını, silah arkadaşının kanını dökmekten hiç çekinmiyor… (İstanbul’da Kurmay Albay Sait Ertürk’ü katleden kalkışmacılardan üçü KHO’nda bu işkenceleri yapanlardandır)
Hala bu dosyayı açmakta neden yavaş davranıyorsunuz sayın savcılar?
Erkan’ın ve diğerlerinin kanı yerde kalmamalı ve bu işkenceciler yargılanmalı ve şiddetle cezalandırılmalıdır!
Takipteyiz, bekliyoruz…
[1]Adı geçen Tugay Komutanı Mehmet Nail Yiğit, o gece başarısız olunacağını anlayınca ailesini de alarak kayıplara karışmıştır. Halen firari durumundadır.
veryansıntv