1989 doğumlu Marion Maréchal, Fransa’daki Le Pen ailesinin üçüncü nesil temsilcisi. 2017 yılında teyzesi Marine Le Pen ile yaşadığı siyasal anlaşmazlık onu bir süreliğine aktif siyasete ara vermeye itmişse de, sahalara dönüşü artık an meselesi. Fransa’daki kimi medyatik ve bürokratik çevrelerin “Cumhurbaşkanlığı makamına ulaşması en muhtemel Le Pen” şeklinde takdim ettiği Marion Maréchal, Türkiye’de Avrupa milliyetçiliği çalışmalarıyla tanınan Sinan Baykent’in Kovid19 salgını sonrasındaki Avrupa’ya dair kendisine yönelttiği soruları Aydınlık Gazetesi için yanıtladı.
- Bugün karşısına çıkan her şeyi veya en azından “eski dünyaya dair ne varsa her şeyi” yıkan bir küresel salgınla yüz yüzeyiz. Kovid19 bazı devletlerin kriz anlarında yetersiz refleksler gösterdiğini ortaya koydu. Anlayabildiğim kadarıyla siz Fransa’nın bu devletler arasında yer aldığını düşünüyorsunuz. Öyle mi gerçekten?
Salgın Fransa’nın ötesinde dünyada on yıllardır uygulanan uluslararası ticaret ve ekonomi modellerini tartışmaya açtı.
Dünyadaki iş bölümü her ülkeyi belirli bazı sektörlerde özelleşmeye itti. Bu yapılırken, geride kalan sektörlerin dikkate alınmaması istenildi. Bu durum uluslarımızı kriz anında epey hassaslaştırdı. Bilhassa Fransa bu bağlamda teknolojik, sıhhi ve besin odaklı bağımsızlığını terk ederek buralardaki üretimini ya Çin’e ya da gelişmekte olan ülkelere devretti. Bugün çok açıkça görülüyor ki, en nitelikli hizmet ekonomisine sahip olmak dahi şokları göğüslemek için yetmiyor. Macron tarafından kullanılan “startup ulusu” sloganının sınırlarını yaşadığımız bu yokluk günlerinde daha iyi gözlemleyebildik. Bu slogan bizi maalesef temel ürünler noktasında dışa bağımlı kıldı.
- Bu durum hemen hemen bütün ülkelerde benzer tonlarda yaşanıyor sanki…
Haklısınız, söz konusu modelin tek kurbanları biz değiliz. Pek çok Afrika ülkesi tarımsal faaliyetlerini yalnızca bazı ürünlere yoğunlaştırmak zorunda bırakılmasından ötürü acı çekiyor. Böylelikle kendi halklarını da yeterince besleyemiyorlar. Biyoçeşitliliğe indirilen darbeden bahsetmiyorum bile.
Bu kriz, özellikle Avrupa’da, bir siyasal bilinçlenmeye yol açacaktır. Bazı stratejik üretimlerimizi yeniden Avrupa’ya taşımamız gerekir. Ekonomilerimizi çeşitlendirmeli ve aracı sisteminden kurtulmalıyız.
Dünya ülkeleri birbirilerini mükemmeliyetin paylaşımıyla tamamlamalıdır, düşük maliyet hesabının peşinden koşarak veya üretimi yurt dışına taşımak için yarışarak değil.
- Salgın sonlandığında bu krizin en büyük kaybedenleri kimler olacak sizce?
Şüphesiz ki en büyük kaybedenler zanaatkarlar, tüccarlar ve serbest meslek erbabı olacaktır. Bu kesimler 2018 yılının kasım ayından başlayarak sarı yelekleriyle meydanlara inenlerden oluşuyor. Ekonominin bütünüyle durdurulması öncelikle onları ve küçükorta üreticiyi vuracak. İşsizliğin dönemsel tırmanışına tanık olacağız. Bundan sonraki süreçte yapılması gereken ulusal ve Avrupa menşeili yardımların faydalı olmasını ve bunların yalnızca finansal sektörlere değil reel ekonomiye enjekte edilmesini sağlamaktır. Dahası doğacak olan bu yoğun ve yeni nakit akışının gelecek vaat eden stratejik yatırım alanlarına (sağlık, eğitim, savunma ve tarım gibi) tahsis edilmesi önemlidir.
- Avrupa menşeili yardımlardan bahsediyorsunuz ancak Avrupa Birliği (AB) kurumları mevcut şartlarla baş etmekte bütünüyle aciz kalmışa benziyor. İtalya, İspanya ve Sırbistan gibi ülkeler açıkça “yarı yolda bırakıldık” diyorlar. Brüksel’den yükselen “kakofonik sessizlik” Avrupa halklarının tepkisini çekmeye başladı. Kovid19’la birlikte AB projesi sönümleniyor mu?
Gerçekten de 10 bin memuru olan Brüksel ne uygun cevapların koordinasyonunu temin edebildi ne de hızlı bir yardım düzenlenmesinde öncülük üstlenebildi.
AB devletler arasında çok güçlü bir bağımlılık tesis etti. Bir anda yıkılması çok zor. Bu süreçte AB’ye indirilecek en büyük darbe bir kurucu üyenin tıpkı Birleşik Krallık’ın yaptığı gibi birlikten çıkması olur. Şayet Merkelsonrası dönemde Almanya böylesi bir karar alırsa şaşırmam doğrusu. Her ne kadar İtalya bu meseleyi siyasal tartışmaların odağına yerleştirdiyse de, içinde bulunduğu ekonomik çıkmaz ve yüklü borçları özgürlüğünü kısıtlıyor.
Öte yandan Batı ve Güney Avrupa halklarının bu tip bir çerçevenin gerekliliği konusunda gitgide daha eleştirel bir tavır takındıkları doğrudur. Henüz 2005 yılında Fransızların büyük çoğunluğu Avrupa anayasasıyla ilgili referandumda “hayır” oyu kullanmışlardı. Buna rağmen antlaşma parlamento tarafından halka dayatılmıştı. Bu zoraki federalizm kuşkuları büsbütün artırdı.
- Bu arada Avrupa ülkeleri bugün kendi sınırlarını tekrardan keşfediyor…
Evet yani AB bugünden yarına çökmeyecek belki ancak iki dogması askıya alınıyor. Bunlardan biri Schengen antlaşması, diğeri de devletlerin bütçe açığı için belirlenen yüzde 3’lük oran. Hal böyle olunca AB’nin DNA’sı tartışmaya açılmış olacak. Birçok devlet, halkın da baskısıyla, bu ortamdan istifade ederek kendi kalkınmasını toparlayacaktır. Avrupa Merkez Bankası bile ilkelerini yok sayarak piyasaya avuçla nakit akıtıyor. Umarım böylelikle yeni bir sayfa açabiliriz.
- Geçtiğimiz şubat ayında Roma’da düzenlenen “ulusalmuhafazakârlık” toplantısında Avrupa’da Fransa, İtalya, İspanya ve Portekiz’den oluşan bir “latin ittifakı” inşa edilmesini istediğinizi belirtmiştiniz. Geleneksel ParisBerlin eksenine karşı yeni bir omurgaya mı ihtiyaç var sizce?
Böylesi bir ittifak AB bünyesindeki güç dengeleri ve Fransa’nın Avrupa vizyonuyla daha ahenkli. Bugün Fransız hükümeti AB’nin lokomotifi olması beklenen bir “FransızAlman” çiftine körü körüne tutulmuş durumda. Ancak bu çiftin ilişkisi yürümüyor zira Almanya AB nezdinde bizimle aynı vizyonu, aynı stratejiyi ve aynı çıkarları paylaşmıyor. Bakın, Fransa bugün Avrupa’nın birinci ordusuna sahiptir. Dahası AB içinde bir tek bizim atomik silah gücümüz var. Fransa bu konumundan yararlanarak kendisiyle aynı değerleri paylaşan ülkelere önderlik edebilir. Bazı Avrupa politikalarını tekrardan masaya yatırabiliriz. Bazı sektörlerde Avrupa korumacılığına ihtiyaç var. Yine sınırlarımızın denetimi ve genişlemeyi durdurma gibi başlıklarda ortaklaşabiliriz.
- Bazı sektörlerde korumacılık uygulamasından bahsediyorsunuz. Bana öyle geliyor ki önümüzdeki yıllarda tarım ve gıda güvenliği levhalarında özellikle duracağız. Buralarda kendi kendine yetebilmenin önemi katlanacak devletler için. Sizin de toprağa ve toprak değerlerine bağlı bir milliyetçi olduğunuzu biliyorum. Sizce Kovid19 bir “toprağa dönüş” evresini beraberinde getirir mi? Mesela şehirden taşraya bir tersine göç hareketine tanık olabilir miyiz?
Büyüyen bir demografiyle kısıtlı kaynakları olan bir dünyada yaşıyoruz. Gıda güvenliği bu yüzden tıpkı enerji ve savunma başlıkları gibi mutlak anlamda stratejik bir önem arz ediyor. Bugün görüyoruz ki, bir ülkenin şoklara ve krizlere dayanma gücü tarımsal bağımsızlığıyla doğrudan ilintilidir.
Tarım üretimi ciddi anlamda bir istihdam seferberliği demektir. Bu sayede taşranın tümüyle boşaltılmasının önüne geçiliyor ve şehirlerdeki nüfus kontrol altına alınabiliyor. Bu kontrol aynı zamanda şehirlerden kaynaklı birtakım sorunların bertaraf edilebilmesinin önünü açıyor. Büyük şehirler ekonominin tektipleştirilmesi, ulusal servetin tekelleşmesi, hizmetlerin ve yatırımların tek bir yerde toplanmasıyla eşanlamlıdır. Ayrıca büyük şehirlere güvencesizlik, şiddet vakaları ve hayat pahalılığı hakimdir. Oysa kamu gücünün bir görevi ve sorumluluğu da ulusal arazinin düzenlenmesidir. Avrupa’daki genel eğilim bugün “metropolleşme” ve beynelmilel “dünyakentler” yaratmaya yöneliktir. Şahsen bu eğilimin tam aksi yönünde ilerlememiz gerektiğine inanıyorum. Bütün ülkede orta çaplı şehirlere ihtiyacımız var. Ve bunu yalnızca Fransa özelinde söylemiyorum. Bence dünyanın geri kalanında da bu modele geçmeliyiz.
- Bu noktadan hareketle biraz da ekoloji konuşalım istiyorum izninizle. Bugün ekolojik düzen savunuculuğu sağ cenahtan ziyade sol çevrelere teslim edildi gibime geliyor. Siz bu perspektife Greta figürü üzerinden hücum ediyorsunuz. Ekolojinin sağın geleneksel davalarından sayılması gerektiğini vurguluyorsunuz. Acaba 21.yüzyılda vatanseverliğin bir bileşeni de yadsınamaz biçimde ekoloji mi olacak dersiniz?
Evet, ekoloji yani biyoçeşitliliğin, kırsal çevrelerin ve manzaraların muhafazası meselesi muhafazakâr düşünceye derinlemesine işlemiştir. Ben ekolojinin bir ideoloji halini almasını istemiyorum. Ekoloji kutlamamız ve üzerine titrememiz gereken doğal bir insanî eğilimdir. Her insan yaşadığı bölgeyi korumayı arzular. Bu anlamda söz konusu eğilimin siyasal tercihler aracılığıyla teşvik edilmesine ve kolaylaştırılmasına taraftarım. Oysa sol bugün muhtelif lobiler ve uluslarüstü mercilerin de etkisiyle ekoloji bahsini adeta gasp etmiş durumdadır. Küresel ısınma sorunsalı bir bakıma zamanla reel ekolojinin içini boşalttı. Ekoloji günlük bir uğraştır ve dolayısıyla da ancak yerel dinamiklerle ve ulusal düzeyde ele alınabilir. Bireysel tüketim davranışları, atıkların dönüştürülmesi, kimyasal ürünlerin denetlenmesi, zincirlerinden boşanmış şehirleşmesinin dizginlenmesi, avcılıkbalıkçılık gibi faaliyetlerin yasal bir çerçeveye oturtulması vb. başlıkların tümü ulusal düzeydeki inisiyatiflere bağlıdır.
“Küresel soruna küresel cevap” sloganını absürt buluyorum. Bu slogan kanımca büyük uluslararası şovlardan öte bir değer ifade etmiyor. Böylelikle her ülke sorumluluklarından feragat ediyor aslında.
- Somut olarak sizin tasarladığınız bir model var mı peki?
Elbette. Bence ekolojik yaklaşımın birinci safhası üretim yerinin dağıtım ve tüketim yeriyle olan mesafesini kısaltmaktır. Beynelmilel solun bu alanda hiçbir meşruiyeti yoktur!
Bu ekolojik yaklaşım öncelikle ulusal iradeyle mümkündür ki, bu iradeyi yalnızca meşru gücü haiz olan devletler vücuda getirebilir. Zira üretim güçlerinin böylesi bir yaklaşıma boyun eğmeleri temin edilmelidir. Dahası, vatanseverliğin ekolojik boyutu kesindir. Sanayi üretimiyle topraklarımızı aşındırır, kaynaklarımızı çarçur eder ve biyoçeşitliliğimizi parçalarsak doğrudan ulusumuzun geleceğini ve refahını tehlikeye atmış oluruz.
Nihayet bu tematik benim görüşümde Katolik inancının öngördüğü “yalın hayat tarzı” zorunluluğuyla da örtüşüyor. Nitekim 19.yüzyılda zuhur eden “sosyal Katolisizm” akımı dahil pek çok sağ akımda bu yaklaşımın izdüşümlerine rastlayabilirsiniz. Bugün “bütüncül ekoloji” kavramı Fransız sağının pek çok kesiminde insani ve doğal bir edayla karşılık buluyor.
- Herkes Kovid19 sonrasında şekillenmesi muhtemel dünyayı konuşuyor. “Yeni dünya düzeni nasıl olacak?” sorusu etrafında olukça ateşli tartışmalar yaşanıyor. Siz bu tartışmalara nasıl bakıyorsunuz?
Eski dünyanın idarecileriyle yeni bir dünya kuramazsınız. Macron hala hiçbir şey olmamış gibi bir “Avrupa egemenliğinden” söz ediyor. Tecrübe edilen bütün hata ve kusurlarına rağmen hala AB kurumlarını methediyor.
Avrupa kıtası birçok büyük sorunla karşı karşıya kaldı. Sınırsız bir serbest ticaret, sosyoekonomik planda düşük nitelikli kitlesel göç dalgaları, büyüyen terör ağları, güç iradesinin inkârı ve temel sanayilerin yurt dışına kaçışı bunlardan sadece bazıları. Bütün bu konu başlıklarında hükümetler itfaiyeciye doğru koşmaktansa ısrarla piromaniklere kucak açıyor.
Neyse ki Avrupa’nın kaynakları çok ve sağlamdır. Her şeye rağmen Avrupa pazarı dünyanın birinci pazarı konumundadır ve mükemmele yakın bir araştırmageliştirme ortamına sahiptir. Öyle ki, Fransa’da kişi başına üretilen zenginlik dikkate alındığında Fransızlar bugün Çinlilerden dört kat daha üretkendir mesela! Ancak önce eski dünyanın zihniyetini ve yöneticilerini değiştirmek lazım.
- Siz yeni nesil Fransız sağının önde gelen temsilcilerindensiniz. Bugün Avrupa sağındaki bölünmeler dikkat çekiyor. Klasik muhafazakârların yanı sıra artık sağ popülistlere, milliyetçilere ve hatta ulusalmuhafazakârlara atıf yapılıyor. Fransa’da “sağların birliği” amacıyla yürüttüğünüz çalışmalara aşinayım. Sizce bütün bu çoğulculuğu birleştirmek için bir neolojizme, yeni bir sözcüğe ihtiyaç var mıdır?
Siyasal yelpazeyi ve buradan süzülen tabanları birleştirmek için bence kelimelerden fazlası gerekir. Aktardığınız bütün bu kavramlar siyasal bilimlere aittir. Ne var ki sahada, belirleyici olan harekettir. Bugün koca bir siyasetçi neslinin reddine ve buna bağlı olarak gelişen derin toplumsal arzuların yükselişine anlam bulmaya çalışıyoruz. Ulusdevlet yeniden bir mabet şeklini aldı. Ulusal bağımsızlık, tarihsel ve kültürel ulusal kimliğin savunulması, koruyucu ve stratejist bir devlet gereksinimi, fiziki ve ekonomik sınırların bütünüyle açılmasına itiraz, daha yerel ve doğrudan bir temsili demokrasiye geçiş, güvenlik anlamında katılık gibi arzular var. Öyle zannediyorum ki en azından Fransa’da siyasal manzara çok yakında bu temalar etrafında tayin edici bir şekilde tepeden tırnağa yeniden yoğurulacaktır.
- Hatırlayabildiğim kadarıyla aktif siyasete ara vermiştiniz. Oysa bugünlerde medyalarda sıklıkla boy göstermeye başladınız. Siyasete dönüyor musunuz?
Aslında siyaseti hiçbir zaman tam anlamıyla bırakmadım. Siyasetçi siyasetinden uzaklaştığım doğru ancak ülke meselelerinden asla kopmadım. Kuruluşuna önderlik ettiğim Sosyal, Ekonomik ve Siyasal Bilimler Enstitüsü aracılığıyla ülkemde yeni bir yönetici sınıfın eğitilmesi için çabalıyorum. Bu da bir nevi siyasal katılım çeşididir neticede, öyle değil mi? Amacım Fransız elitindeki eksiklikleri gidermek. İyi bir hükümet kritik bir zekayla donanmalıdır. Konformizmden ve politik doğruculuktan uzak, üstün bir genel kültürden beslenmelidir. Geçmişten ilham alarak uzun vadeli geleceğe bakabilmelidir. Ekonomik yazılımların, sosyolojik peşin hükümlerin ve jeopolitik “cici” veya “kötü” devlet algılarının ötesinde düşünmeyi öğrenmelidir. Bakın, 21.yüzyılda çok cüsseli meydan okumalara muhatap olacağız. Demografik patlama, kitlesel göç hareketleri, köktenci terörizm, dijital egemenlik, stratejik kaynaklara dair yaşanması olası çatışmalar ve dünya barışına kast edebilecek güç dengesizlikleri bunlardan birkaçıdır. Öte yandan henüz seçimlere katılmak gibi bir niyetim yok. Ancak dediğim gibi, bu ileride olmayacak anlamına da gelmiyor.
- İş Le Pen ailesine geldiğinde ailevi bağlar bir anda siyasal bağlara dönüşebiliyor. Bu süreçte büyükbabanız JeanMarie Le Pen’le veya teyzeniz Marine Le Pen’le bir sohbetiniz oldu mu?
Tanınan, kamuya mal olmuş bir aileyiz – bu doğru. Ancak bu durum her şeye rağmen diğer aileler gibi olmadığımız anlamına gelmiyor. Diğer her ailede yaşandığı gibi kendi içimizde de sevgi, tartışma ve barışma kol kola ilerliyor. Tecrit sebebiyle birbirimizden uzağız ancak elbette birbirimizden haber almayı ihmal etmiyoruz.
- Büyükbabanız JeanMarie Le Pen’in Türkiye’de pek çok dostane ilişkisi vardı. Sizin Türkiye gündemiyle aranız nasıldır? Takip edebiliyor musunuz?
Evet, büyükbabam özellikle eski Başbakanlarınızdan Necmettin Erbakan’ı iyi tanırdı. Maalesef benim bu anlamda Türkiye’de tanıdığım, görüştüğüm birisi yok.
Fransa’da tartışıldığı kadarıyla Türkiye gündemini son dönemde özellikle Türkiye’nin Suriye’deki askeri harekatlarıyla izleme fırsatı buldum. Keza Yunanistan kapısına yığılan sığınmacılar üzerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupa’ya yönelttiği tehditler de burada çokça konuşuldu. Buradan bakıldığında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bazı tavırlarını endişe verici buluyorum.
Siyasal ve ideolojik saiklerle, özellikle de kendi seçmenine yönelik gerekçelerle başvurulan adımlarda İslam ile Hristiyan Batı arasında bir medeniyetler çatışmasını körükleyecek anlayıştan uzak durulması gerektiğini düşünüyorum. Ne Müslüman halkların ne de Hristiyan halkların dünyayı bu pencereden okumasının fayda getireceğine inanıyorum.
Bu açıdan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz dönemde Almanya’daki Türklerin asimilasyonunu “insanlığa karşı bir suç” addetmesini hakikaten anlayamıyorum mesela. Sayın Erdoğan Avrupalılara kendi ülkesinde doğru bir temelde uyguladığı bazı politikalar üzerinden eleştiri getiriyor. Sayın Erdoğan Türkiye’nin kültürünü, ulusal ve manevî kimliğini korumak için büyük bir enerji sarf edebilir. Peki, bunu biz yaptığımızda neden suç oluyor?
Biz Fransa’da Türkiye’nin 20.yüzyılda modern bir ulusdevlet inşa etmek için seferber ettiği kapasiteyi takdir ettik. Dahası, Türkiye’nin güçler dengesi açısından hala çok önemli bir ülke olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla bizim arzumuz mücadelelerde ortaklaşabilecekken ayrışmamamızdır. Egemen ulusdevletler arasında bir diyalog tesis etmeli, kaosa kucak açan uluslarüstü ve emperyal mercilerin mantığına teslim olmamalıyız.
- Son olarak bu tecrit günlerinde vaktinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Neler okuyorsunuz?
Enstitümün faaliyetleriyle yakından ilgileniyorum, röportajlar veriyorum. Gelecek çözümleriyle ilgili özel bir masa kurduk. Öte yandan şu sıralar büyük imparator Marcus Aurelius’un Kendime Düşünceler, Brezinski’nin Büyük Satranç Tahtası ve 13. Louis’nin başdanışmanı Kardinal Richelieu’nün Siyasal Vasiyetim kitaplarını okuyorum. Sadece üç kitap ama inanın ki insana düşünmek için olağanüstü kapılar açıyorlar.