"...Sana her gün, Dumlupınar Kumandanlığına diye verdiğim işaretlerdeki gibi yine o kadar hakiki, yine o kadar samimi ifade ile, fakat bu sefer son defa olarak, bu sefer filona mensup bütün arkadaşlarım adına, bu sefer mensup olduğum Deniz Kuvvetleri meslektaşlarının adına sana hitap ediyor, sana veda ediyorum. Dumlupınar, Nur içinde yat... Nur içinde yat ve etrafında görünen şu dağlar, taşlar, şu kıyı ve bu denizde yatıp ebediyeti bekleyen şanlı ve şerefli ecdadın gibi tarihinin ölmez sayfalarına geçirdiğin kaderindeki acılık için milletinin vefalı kalbine güven...Bu memleket, bu vatan ve bu meslek sana bir gün senin ismin altında yeniden can verecektir. Senin ruhun yeni bir Dumlupınar ile milletinin hayat ve istiklâl davasındaki nöbetçinin yerini elbette ki bir gün tekrar alacaktır. Yüzlerce ve binlerce defa inip çıktığın denizlerin altında sen de etraftaki ecdadın gibi ebediyeti beklerken asil milletinin kalbinde ebediyen yaşayacaksın."

7 Nisan 1953 saat 1500’da Nara açıklarında TCG Başaran Onarım Gemisi güvertesinde yapılan hüzünlü törende, Denizaltı Filosu Komutanı Tuğamiral Fahri Korutürk, Çanakkale Boğazının 90 metre derinliğinde yatan Dumlupınar denizaltısının 81 denizcisine bu sözlerle veda ediyor şehitlerimizi ve Dumlupınar’ı sonsuza dek sürecek Mavi Vatan Vardiyasına teslim ediyordu.

DENİZALTI, DONANMANIN STRATEJİK SİLAHI

TCG Dumlupınar denizaltımız 4 Nisan 1953 akşamı Ege Denizindeki tatbikattan Gölcük’e dönerken İsveç bandıralı Naboland şilebi ile çarpışarak batmıştı. Adını Türkiye’nin ve Türklerin kaderini değiştiren 30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Savaşının geçtiği Dumlupınar’dan alıyordu. Bu şanlı isim ilk kez 1931 yılında İtalya’dan alınan denizaltımızda kullanılmıştı. Diğer kardeşinin adı Sakarya idi. Her ikisi de 1949 yılında emekliye ayrılmıştı. İsimlerini Atatürk seçmişti. Denizaltılara büyük zaferlerin isimlerinin verilmesi bir amaca hizmet ediyordu. Anadolu donanmasızlık nedeniyle işgal edilmişti. Yeni kurulan donanma geçmişi tekrar ettirmemeli ve Kurtuluş Savaşı ruhunu yani istiklali temsil etmeliydi. Denizaltı filosu Cumhuriyet Donanmasının omurgasıydı. Omurgaya zafer isimleri yakışırdı. Cumhuriyet ilanından sonra yeni donanma kurulurken bütçe kısıtlamalarına rağmen süratle denizaltı tedarikine geçildi. Zira bugün de olduğu gibi o gün de denizaltı gemileri deniz diplerinin gizemini kullanıyordu. Bu stratejik bir silahtı.

ABD’NİN TÜRKİYE'DEKİ DENİZALTI AŞKI

İkinci Dünya Savaşı sonunda Atlantik sistemin yanına itildik ve bağımsız güvenlik ve dış politikalarımız yeni paradigmalara uyarlandı, istiklal, yani bağımsızlık ilk yarasını aldı. Marshall yardımı ve Truman doktrini ile Türk Silahlı Kuvvetlerine savaş fazlası Amerikan silah ve teçhizatı akmaya başladı. Bu akıştan en büyük payı denizaltı filomuz aldı. ABD’nin yeni sayılabilecek denizaltıları Türkiye’ye çok sayıda vermesinin temel nedeni Karadeniz idi. Zira Montreux Sözleşmesi nedeniyle yabancı denizaltılar ve dolayısıyla Amerikan denizaltıları Karadeniz’e çıkamıyordu. Karadeniz’de NATO namına Türk Deniz Kuvvetlerinin Sovyet Donanmasına risk veya tehdit oluşturabilmesi ancak denizaltı silahı ile mümkün olabilirdi. İlginçtir, ABD, Türk Donanmasına elindeki en iyi dizel elektrik denizaltıları verirken yaşlanan Yavuz yerine hizmet dışına çıkan yüzlerce kruvazörden birisini dahi vermemişti. ABD’den 19491983 yılları arasında toplam 23 denizaltı hibe yolu ile Türk deniz kuvvelerine transfer edildi. Dumlupınar bu grup içinde üçüncü denizaltıydı. 19 Aralık 1950 tarihinde TCG Çanakkale ile birlikte ABD’de bayrak çekilmiş ve tarihte ilk kez Türk denizaltıcılar Atlantik Okyanusunu tek başlarına geçmişlerdi.

DENİZALTI KAZALARI

Denizaltı filomuz ilk kazasını 14 Temmuz 1942’de mayına çarpan TCG Atılay ile yaşamıştı. 38 denizci kaybedilmişti. 4 Nisan 1953’te Dumlupınar’ın kaybı 11 yıl aradan sonra denizaltıcıları derinden yaraladı. Gemi Blue Sea (Mavi Deniz) isimli NATO Tatbikatından dönüşte Nara Burnu Çanakkale’de, İsveç bandıralı Naboland şilebiyle gemi komutanının yanlış manevrası sonucu çarpışarak battı.

DUMLUPINAR'IN BATIŞI

Olay şöyle gelişti. Gemi Komutanı Yüzbaşı Sabri Çelebioğlu, 3 Nisan’ı 4 Nisan’a bağlayan gece tatbikat dönüşü Ege’den Marmara’ya doğru kuzeye yükselen Dumlupınar’ın kulesine çıktığında gemi Nara Burnu’na yaklaşmaktaydı. Geminin kumandası geçici görev ile Dumlupınar’da görevlendirilen Üsteğmen Hasan Yumuk’taydı. Hasan Yumuk geminin iskele baş omuzluğundan (sol baş tarafa yakın bölge) yaklaşan Naboland şilebini görmüştü. Aralarındaki mesafe 45 mil civarındaydı. Arkasına 5 millik Çanakkale akıntısını alan Naboland çelik, azgın bir dev gibi Dumlupınar ile çatışma rotasında ilerlemekteydi. Her iki gemi birbirlerine saatte 20 mil, her saniyede 10 metre hızla yaklaşıyordu. Dumlupınar’ın sancak (sağ) tarafı kara, iskele (sol) tarafı denizdi. Ancak iskeleye rota vermek çok riskliydi. Zira geminin sürati düşüktü. Ayrıca akıntı kuvvetliydi. Gemi çok önceden henüz çatışma rotasına girmeden iskeleye dönüp Naboland’ın rotasından çıkabilse, bu manevra emniyetli olabilirdi. Ancak artık bu manevrayı uygulamak çok riskli olurdu. Bilgi, beceri ve muhakeme seviyesi yüksek olan genç Üsteğmen rotayı sancağa değiştirdi. Sancak tarafta kara olsa da gemiyi manevra ile Naboland rotasından çıkarmaya yetecek fırsatı yakalamıştı. Ancak kuleye henüz çıkan ve ortama tam uyum sağlayamayan gemi komutanı ani bir kararla ‘’kumanda bende’’ dedi ve ‘’iskele alabanda’’ (sola keskin dönüş) emri ile tam yol sürat emretti. Niyeti Naboland’ın pruvasından (önünden) atlamaktı. Ancak çok yanlış bir karardı bu. Gemi kısa bir süre sonra Naboland’ın altına girdi. Anında battı. Sadece kulede bulunan 5 kişi kurtuldu. Denize düşen 8 kişiydi. 2 kişi Naboland’ın pervanesi yüzünden, bir kişi boğularak şehit düştü. 81 kişi 90 metre derinlikte saatlerce oksijenlerinin bitmesini bekledi ve hayatlarını kaybetti. Selami Özben Astsubay denizaltıdan son kez duyulan sesin sahibiydi. Son sözü ‘’Vatan Sağ Olsun’’ idi.

GELENEKLERİN TAÇLANDIĞI FİLO

Dumlupınar’ın trajik sonu ve Selami Özben Astsubayın su altı telefonundan bildirdiği ‘’Vatan Sağolsun’’ kelimeleri denizaltıcıları birbirine daha da kenetledi. 1953 yazında denizaltıcı olmak isteyenlerin sayısı geçmişle kıyaslanmayacak kadar çoktu. Denizaltıcılık zordur. Geleneklere ve kurucusu Atatürk’e tam bağımlıdır. Derin vatan ve engin deniz sevgisi gerektirir. Küçücük bir çelik tüp içinde, denizlerin yüzlerce metre altında görev yapan ve hayatları birbirlerinin dikkatine bağlı olan kişiler için takım ve filo ruhu esastır.

GEMİ KOMUTANI VE SORUMLULUĞU

Gemi komutanı evrensel deniz kültüründe "Tanrıdan sonraki" kişi olarak bilinir.  Zira savaş gemisi başka bir dünyadır. Devlet toprağıdır ve gemi komutanı doğrudan devlet egemenliğinin temsilcisidir. Geminin maddi ve manevi tüm varlığı ona emanet edilir. Gemide yaptığı ve yapmadığı her şeyden devlete karşı sorumludur. Savaşta ve barışta gemi komutanı verdiği kararlar ile gemisinin onurunu, varlığını ve taşıdığı canları ya selamete götürür ya da ölüme. Dumlupınar komutanı acele ile verdiği birkaç saniyelik kararla barış döneminde 81 kişiyi ölüme götürdü. Kendine emanet edilen gemisini kaybetti. Kaybettiği 81 kişinin yüzü son nefesine kadar gözünün önünden gitmedi. Bu büyük kaybın barışta bir kaza ve en önemlisi yanlış bir karar sonucu ile yaşanmış olmasının vicdanda yarattığı acının büyüklüğü tarifsizdir.

GEMİ KOMUTANLIĞI VE DEVLET ADAMLIĞI

Gemideki herkes gibi, devletin tüm vatandaşları da yönetimin verdiği yanlış kararlardan etkilenir. Sonuçlarına sadece yaşayan nesiller değil gelecek kuşaklar da katlanır. Yazılı tarih, ani verilen kararlarla devletlerin sürüklendiği felaketlerle doludur. Örneğin II. Abdülhamit darbe korkusu yüzünden koskoca İmparatorluğun deniz gücünü yok etmişti. Bu yanlış karar sonucu Türkler sanayi devriminin en yoğun yaşandığı 20’nci yüzyıla donanmasız girmek zorunda kalmıştı. Halbuki tam ters bir karar da alabilirdi. Sonuçları bugün bile yaşanan Ege ve Doğu Akdeniz ve Kıbrıs sorunlarının aradan geçen yüz küsur yıla rağmen yaşanmasına izin vermeyebilirdi. Eğer Dumlupınar’ın komutanı, kulede bulunan genç üsteğmenin farklı görüşünü kabullenseydi, belki de bu facia yaşanmamış olacaktı. Zira subay heyetinin varlığı gemi komutanına en doğru kararı aldırmak içindir. Tek adam olmak büyük bir sorumluluktur. Hata yapmadığı sürece topluma güven refah ve mutluluk getirdiği sürece sorgulanmayabilir. Ancak sonuçlar felakete giderse sadece onun bedel ödemesi yeter mi? Kaybedilenler geri alınabilir mi? Devlet adamlığı da aynı gemi komutanlığı kadar büyük sorumluluk içerir.

GÜÇ TUZAĞI

Bazen güç tuzağı bilgisizlik, tecrübesizlik ve beceriksizlik kadar tehlikeli olabilir. İnsanın en büyük zafiyeti aşırı güven tuzağına düşmektir. Bunun sonucunda güç tuzağına düşülür. Denizde en zayıf an, aslında kendinize en çok güvendiğiniz andır. Devletlerin yaşantısında da benzer güç tuzakları yaşanmıştır. Napolyon’un sonunu getirecek Moskova Seferi; Birinci Dünya Savaşında Enver Paşanın Sarıkamış Harekâtı; İkinci Dünya Savaşında Hitler ve Mussolini ile Japon İmparatorunun küresel hegemonya macerası; Richard Nixon’ın Watergate skandalı; Falkland Krizinde Arjantin Diktatörü General Galtieri’nin adaları işgal kararı; Soğuk Savaş sonrası ABD’nin uyguladığı saldırgan politikalar gibi örnekler devlet gemisini çöküşe, zayıflamaya felakete götüren örnekler oldu.

TÜRKİYE İÇİN DUMLUPINAR DERSLERİ

4 Nisan gecesi saat 0215’te oluşan kazadan 1 dakika önce gemi komutanı vardiyadaki Üsteğmen Hasan Yumuk ’un sancağa dönüş kararını değiştirmese bugün bu makaleyi yazmıyor olacaktım. Tek adam kararları şartların oluşumuna göre bir gemiyi veya devleti zafere veya felakete taşır. Bu nedenle yanlış karar almayı önlemek üzere gemide söz konusu makama liyakat ile gelen komutana yardımcı subaylar, anayasadan tüzüklere kadar geniş bir hiyerarşi içinde kontrol edici mevzuat, ama en önemlisi örf ve adetler vardır. Devlette de aynı yapı vardır. Kuvvetler ayrılığı prensibi içinde işlemesi gereken bürokrasi, yasama, yürütme ve yargının kontrol ve denge sağlayan mekanizmaları vardır. Bunlar ortadan kalktığında alınacak kararların devleti felakete götürme riski, başarı ve zafer olasılığının çok önüne geçer. Bu süreçte kararsız ve tutarsız davranışlar da başarısızlık riskini artırır. Örneğin Dumlupınar faciasında, hem dar bir su yoluna (Çanakkale Boğazı) girip hem gemiyi dar sularda seyir koşullarına hazırlamamak (sızdırmaz bölmelerin kapatılarak geminin duruş gücünü artırmak gibi) en az gemi komutanının son dakika yanlış manevra kararı kadar önemli rol oymamışsa bugün de dar sularda çok zor koşullarda seyir yapan Türkiye metafor düzeyinde de olsa benzer şartlar ile karşı karşıyadır. Ukrayna üzerinden Karadeniz’de büyük bir kışkırtmanın tezgahlandığı; Yunanistan, Romanya ve Polonya’nın ABD’nin saldırı kalelerine dönüştüğü; Kuzey Akım II projesini önlemek için Almanya’nın doğrudan, Rusya’nın Ukrayna üzerinden büyük baskı altına alındığı; Türkiye’nin KKTC ve Mavi Vatan’da geri çekilmeye zorlandığı bir konjonktürde en azından içerdeki dayanışma, birlik ve beraberliğin en üst seviyede sağlanması gerekirken tam aksi yapılmaktadır. Türk kelimesi, Atatürk ve cumhuriyet her yönden her seviyede saldırıya uğramakta; kapatılan askeri hastaneler ve askeri liselerden sonra Ordu ve Donanma geleneklerine aykırı, vicdani alanda kalması gereken dini değerler üzerinden ayrıştırıcı yeni kurallar karşımıza çıkmaktadır. Tertemiz kalması gereken Cumhuriyet Donanmasının beyaz Amiral üniforması üzerine giyilmiş tarikat cüppesi görüntüleri, dar sularda seyreden Türkiye Cumhuriyeti gemisini, Naboland ile çatma rotasında ilerleyen Dumlupınar’a benzetmektedir. Dış politikada yaşanan zig zaglar bu süreci daha da zorlaştırmakta, Türkiye’nin güvenilirliğine ciddi zarar vermektedir. Örneğin Rusya ile bir yandan S 400 alımları, nükleer reaktör projesi, Türk akımı, Astana süreçleri yaşanırken, diğer yandan Karadeniz’de karşısına gereğinden büyük bir hevesle NATO şemsiyesi altında hava ve deniz unsurlarımız ile çıkmak…Bir yandan Türk Keneşinin Türk Konseyine dönüşmesini sağlarken diğer yandan içerde Türk kelimesini her yerden çıkarmak….Irak’ta Türk kimliği yerine dini kimliği öne çıkaran hamlelerde bulunmak…Bir yandan 24 Ocak 1980’den bu yana neoliberal tüketim ekonomisine alıştırılmış borç ekonomisinden kurtulma ve üretim ekonomisine geçme söylemleri diğer yandan çevreyi, jeopolitik dengeleri ve en önemlisi Montreux rejimin sorgulamaya açacak milyarlarca dolarlık Kanal İstanbul projesinde ısrarcı olmak… Bu örnekler çoğaltılabilir.

TÜRKİYE GEMİSİ DAR SULARDA

Açık ve net olan gerçek şudur: Türkiye gemisi Nara Burnuna yaklaşıyor. Kumanda Köprüüstünde, yani yüksek bürokrasidedir. Gece saat 0210 ve 83 milyon köprüüstünün doğru işler yaptığına güvenerek uyku halindedir. En büyük dileğimiz geminin güzel bir sabaha uyanmasıdır.

Bugün 68 yıl önce yanlış bir karar sonucu kaybettiğimiz Dumlupınar şehitlerimiz Çanakkale Boğazında karakol görevine devam ediyor. O görev sonsuza kadar devam edecek. Tanrı Türkiye Cumhuriyeti’ni, Cumhuriyet Donanmasını ve Denizaltı Filomuzu her türlü beladan korusun. Hiçbir kötülük, hainlik ve hiçbir engel saf ve temiz Dumlupınar ruhunu kirletmesin. 

81 Şehidimize rahmet diliyor, aziz hatıraları önünde tazim ve vefa ile eğiliyorum.

(TRT 1 de 1 Nisan 2021 de gösterime giren Bir Zamanlar Kıbrıs Dizisi önemli bir görev yapmaktadır. Zamanlaması son derece iyidir. Ancak ikinci bölüm tanıtım fragmanında Rum darbeci ve katil EOKA’cı komutanın esir aldığı Türk kadın üzerinden senaryonun gelişmesi ve aralarında geçen konuşmada EOKA komutanının Türk düşmanı olmasının nedeninin söz konusu kişinin onu aldatması olarak gösterilmesi son derece yanlıştır. Bu ne tarih ne de örf adetlerin çerçevesiyle uyumlu değildir. Bu bölüm yayınlanmadan yönetmenin ve yapımcının doğru olanı yapmasını beklemek hakkımızdır. Ayrıca, birinci bölümde adaya anavatandan yardım getirme ve TMT’nin kurulma gayretleri içinde Türk Ordu mensuplarının hiçbirinin yer almayışı ve 21 Aralık 1963 kanlı Noel baskının sembolü haline gelen Tabip Binbaşı Nihat İlhan’ın banyo küvetinde katledilen eşi ve 3 çocuğunun filmin en önemli bölümü olan başlangıç bölümünde gündeme getirilmemesi dikkatlerden kaçmamıştır. Bu kapsamda bir senaryo kontrolü yapılmış mıdır? Dizinin askeri ve siyasi danışmanı neden yoktur? Filme destek verdiği görülen KKTC kurumlarının bu konularda fikirleri dikkate alınmış mıdır?)