Dicle Eroğul yazdı
Üzerinde yapılan
düzenleme ve yeniliklerin ardından, 27 Mayıs'ın 60. yıldönümünde Marmara
Denizi'nde Demokrasi ve Özgürlükler Adası açıldı. Yassıada'nın ismi 2013'te
"Demokrasi ve
Özgürlükler Adası" olarak değişmişti. M.S. 4.
yüzyıldan itibaren sürgün yeri olarak kullanılan Yassıada, Deniz Kuvvetleri tarafından
1947 yılında satın alınmış, 1952 yılında eğitim hizmetlerine açılmıştı. 27
Mayıs 1960 müdahalesinden sonra burada kurulan mahkemede Demokrat Partililer
yargılandı. Yassıada son yıllarda terk edilmiş olarak bulunuyordu. 2015 yılında
başlayan düzenleme faaliyetleri ile kültür ve kongre merkezi haline getirildi.
Demokrat Partililerin yargılamalarının yapıldığı spor salonu, 27 Mayıs
Müzesi'ne dönüştürüldü. Adadaki deniz fenerine de, demokrasinin sönmeyecek
ışığını temsil etmek üzere Demokrasi Feneri adı verilmiş. İlgili kamu spotunda
dendiği gibi “Demokrasinin feneri karanlığı aydınlatıyor” mu acaba? Yoksa
“demokrasi” kavramı mı karartılmış durumda?
Bu sorunun yanıtını
verebilmek için öncelikle “demokrasi” kelimesinin anlamı üzerinde durmamız
gerekiyor. Demokrasi kavramı, tarih boyunca en çok istismar edilen kavramlardan
biri olmuştur. Bu istismara hem kendi tarihimizde, hem de dünya tarihinde
rastladığımız gibi aynı zamanda güncel siyasette de tanık oluyoruz. Günümüzde
“demokrasi”, emperyalizmin işgal bahanelerinden biri oldu. ABD tarafından
Irak'a “istikrar ve demokrasi” getirileceği iddiası ile başlayan işgal
operasyonuna “Irak'ı özgürleştirme operasyonu” adı verilmişti. Küresel
emperyalizmin yayılmacı emellerini gerçekleştirmek üzere “demokrasi” kavramını
istismar edişine, güncel yüzlerce örnek verilebilir.
Kendi tarihimize dönecek
olursak, İsmet İnönü'nün adıyla açılmış http://www.ismetinonu.org.tr adresli internet
sitesinde yer alan aşağıdaki ifadelere göre, “1950 seçimleriyle çok partili
hayata geçiş”, bir demokrasi devrimiydi.
“1950 seçimleri
Türkiye’nin Demokrasi Devrimi oldu. ….Atatürk’ün başlattığı ve İnönü’nün tamamlamak
istediği demokrasi devrimini görmezden gelmektedirler. Elbette ki tek parti
döneminin demokratik bir dönem olduğunu söylemek mümkün değildir. Bununla
birlikte demokrasinin altyapısının hazırlandığı bir dönem olduğu şüphesizdir.”
Aynı sitede, “hiçbir
zorunluluk yokken” Atatürk'ün, iki kez çok partili rejim denemesine giriştiği,
ancak iki denemenin de başarısız olmasının ardından “ortaokullarda Medeni
Bilgiler adıyla okutulan ders kitabında demokrasi” nin anlatıldığı belirtilmiş.
Ancak bu ders kitabının, İngilizABD işbirliğiyle İnönü döneminde müfredattan
çıkarıldığı unutulmuş. Atatürk'ün yaptıklarından geri adım atmak, O'nun
başlattığı devrimi sürdürüp tamamlamak değil, kesintiye uğratmak anlamına
gelmektedir.
Çok partili rejime
geçişi, “demokrasi”ye geçiş olarak değerlendiren yorumlara sıklıkla rastlarız.
Bu nedenle de çok partili hayata geçişin yolunu açan İnönü ile çok partili
sistemdeki ilk seçimde kazanan Menderes, “demokrasi kahramanı” olarak
anılırlar. Oysa çok partili sistemin, tek başına hiçbir önemi yoktur. II.
Meşrutiyet döneminde Osmanlı'da çok sayıda siyasi parti kurulmuştu, hatta bu
partilerden birinin adı da “Osmanlı Demokrat Fırkası” idi. Ancak bu durumdan,
Osmanlı'nın demokratikleştiği anlamını çıkartmak olanaksızdır. Dolayısıyla, çok
partili seçimlerle veya adında “demokrat” sıfatı olan bir partinin varlığı ile
“demokrasi”ye geçildiğini iddia etmek tarihi bir yanılgıdır, bir aldatmacadır.
Atatürk'ün demokrasiyi
anlatmak için bizzat kaleme alıp müfredata girmesini istediği “Medeni Bilgiler”
kitabı, okullarda ders kitabı olarak okutulmaya devam etseydi, halk bu konuda
bilinçlenmiş olacak ve aldatılamayacaktı. Her konuda geçerli olan bir ilke
vardır; herhangi bir şeyi tanımadan ne özümseyebilir, ne de koruyabilirsiniz.
Bu ilke, kavramlar için de geçerlidir. “Demokrasi mide meselesi değildir, bir
fikir meselesidir.” diyen Atatürk, halka bu fikri öğretip özümseterek, ülkede
demokrasinin yeşerebileceğini ve halk tarafından korunacağını biliyordu. Ancak
O'ndan sonra yönetime gelenler, tam tersini yaptılar, “demokrasi”yi anlamından
kopardılar. Bugün siyaset sahnesinde yer alan birçok partinin lideri de,
emperyalist devletlerin söylemlerini kullanıp ülkeye “demokrasi getirmek”ten
bahsediyorlar, sanki “demokrasi” getirilip götürülebilecek bir şeymiş gibi...
Peki, Medeni Bilgiler
kitabında “demokrasi” nasıl işlenmişti? Demokrasiyi “insan ırkının ümidi”
olarak betimleyen Atatürk, herşeyden önce “demokrasi” ile “halkçılık” ilkesini
bir tutmuştur. Kitapta demokrasi şöyle tanımlanır:
“Demokrasi (Halkçılık):
Demokrasi esasına dayanan hükümetlerde, egemenlik, halka, halkın çoğunluğuna
aittir. Demokrasi prensibi, egemenliğin millette olduğunu, başka yerde
olmayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi prensibi, siyasal kuvvetin,
egemenliğin, kökenine ve geçerliliğine temas etmektedir.
Demokrasinin tam ve en
belirgin hükümet biçimi Cumhuriyet'tir.”
Atatürk,
Cumhuriyet'imizi kurararak demokrasinin temelini atmış ve beklentisini de şöyle
dile getirmişti:
“Cumhuriyet rejimi
demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz Cumhuriyeti kurduk, o
on yaşını doldururken, demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe uygulamaya
koymalıdır.”
Demokrasiyi, çok partili
rejimle bir tutan zihniyet, Cumhuriyet kurulurken, çok partili sistem ile neden
başlanmadığını sorgular. Oysa 1923 yılında ülkenin ve milletin içinde bulunduğu
durumu düşünecek olursak, böyle bir tabloda çok partili sistem bir yana,
Atatürk'ün başarmış olduğu gibi Cumhuriyetin kuruluşu bile bir mucizedir. Sinan
Meydan'ın “Aklı Kemal” adlı kitabında çizdiği tablodan birkaç parametreyi
sıralamak bile Cumhuriyetin bir “Türk mucizesi” olduğunu göstermeye yeter:
“Genç Türkiye
Cumhuriyeti'ne 1923 yılı itibariyle Osmanlı'dan kalan miras şudur:
·
Nüfusun
%80'i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bir bölümü yerleşik değil, göçebe.
40.000 köyün 37.000'inde ne okul var, ne yol var, ne posta, ne de dükkan.
·
Kurtuluş
Savaşı sırasında 830 köy tümüyle, 930 köy kısmen düşman tarafından yakılmış.
Ülkeyi neredeyse yeniden kurmak gerekiyor.
·
Dört mevsim
kullanılabilir karayolu yok denecek kadar az.
·
3756 km
demiryolu var Anadolu'da. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz bir
demiryolu ağı. Vatanın bütünlüğünü sağlamak için ülkenin kuzeyini güneyine,
batısınıı doğusuna bağlamak lazım.
·
Denizciliğimiz
acınacak durumda. Donanma, II. Abdülhait döneminde Haliç'te çürütülmüş.
·
Toplam
nüfusun %82'si tarımla uğraşıyor. Toplam ulusal gelirin %58'i tarımdan
sağlanıyor. Tarım ilkel yötemlerle yapıldığı için ve topraklar bilinçsiz
kullanıldığı için üretim çok az. Güya tarım ülkesiyiz ama çok az tarım
mühendisimiz var. Ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getiriyoruz. Sığır vebası
hayvancılığımızı ölüdürüyor. Ayrıca köylü topraksız, sabanı ve öküzü bile yok.
Doğu'da, Cumhuriyet'le de insanlıkla da bağdaşmayan aşiret, bey, ağa, şeyh
düzeni var.
·
Her yerde
tefeciler, vurguncular, savaş zenginleri halkı eziyor.
·
Tüm
Türkiye'de sadece 337 doktor var. 150 kadar ilçede doktor yok. Doktor başına
30.000 kişi düşüyor. Sağlık memuru sayısı 434. Pek az şehirde eczane var.
Türkiye'deki toplam eczacı sayısı 60.
·
Salgın
hastalıklar insanımızı kırıyor. 3 milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs,
verem, frengi, tifo salgın halinde. Nüfusun %14'ü sıtmalı, %9'u frengili,
%72'si tifüse yakalanabilecek durumda. Evlerin %97'sinde tuvalet yok. Bit ciddi
sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta denebilir. Bebek ölüm oranı %60'ı geçiyor. Ebe
sayısı çok az. 40.000 köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136.
·
Telefon,
motor ve makine yok denecek kadar az. Teknolojiden yoksun bir ülkeyiz. Radyo ve
sinema yok...
·
Ekonomik hayatımız
da içler acısı bir halde. Kapitülasyonlar belimizi bükmüş. Düyunu Umumiye
(Genel Borçlar) İdaresi devlet içinde devlet olmuş durumda.
·
Bütün
sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Şeker, un ve hatta kiremiti bile ithal
etmek durumundayız. Avrupa'nın her çeşit malı için açık pazar halindeyiz.
·
Toplam
sanayi kuruluşumuz 282. Bunların sadece 59'u devlete ait. Bu kuruluşlardaki
sermaye ve emeğin sadece %15'i Türklerin, %85'i yabancıların ve azınlıkların.
Madenler, limanlar ve demiryolları yabancıların elinde.
·
Osmanlı'dan
bize kalan sadece 4 fabrika var.
·
Sanayi
gelişmemiş, iktisatçımız da çok az. Mühendisimiz olmadığı gibi ara elemanımız
da yok.
·
Elektrik
sadece İstanbul ve İzmir gibi bazı büyük kentlerde var.
·
Zorunlu
okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte biri okuyabiliyor. Halkın eğitimi hiç
çözülmemiş bir sorun olarak duruyor. Erkeklerin yüzde 7'si, kadınların ise
binde 4'ü okuma yazma biliyor.
·
Basının
toplam tirajı 100.000'i geçmiyor. Gazeteler ve dergiler sadece İstanbul ve
İzmir gibi büyük kentlerde az sayıda okuyucu bulabiliyor.
·
Kitap yok,
kütüphane yok, müze yok, resim yok, heykel yok, evrensel ve ulusal müzik yok,
tiyatro yok, sinema yok, radyo yok; halkı aydınlatacak, bilinçlendirecek,
eğitecek kurumlar yok. Halk adeta kendi kaderine ve cami imamının, tarikat
şeyhinin, medrese ehlinin bilgisine ve insafına terk edilmiş durumda.
·
Türkçe
ihmal edilmiş, sözcükler unutulmuş.
·
Kadınlar
ikinci sınıf, medeni, sosyal ve siyasal haklardan yoksun. Kadın erkek eşitliği
yok.
·
Birçok
tarikat hayata yön vermeye çalışıyor. Mezhep çatışmaları had safhada. Falcılar,
büyücüler, şeyhler, şıhlar ayrıcalıklı konumda. Din istismarı çok yaygın.
·
600 yıl
boyunca Türkler ihmal edilmiş. Yönetim dönme devşirmelere bırakılmış. Türkler
devlet yönetiminden dışlanmış, sadece köylü, çiftçi ve asker olabilmiş. Bu
nedenle de kimliğini, kişiliğini ve kendine güvenini kaybetmiş.
·
Hukuk
sistemi, yargı sistemi, anayasal düzen, hatta takvim, saat, ölçüler bile çağa
uymayan bir durumda. Kılık kıyafet, Atatürk'ün deyişiyle 'ne milli, ne
beynelmilel, gülünç durumda'. Halk her bakımdan çağdaş dünyanın çok gerisinde.
·
Biat
kültürü hakim, 600 yıldan fazla devam eden saltanat sistemi içinde halkın
kaderi hep padişahın iki dudağı arasında olmuş.”
Atatürk'ün tek parti
devri, bu korkunç tabloda Cumhuriyeti kurup 15 yıl gibi çok kısa bir süre
içerisinde eğitim, sağlık, akla gelebilecek her alanda yapılan devrimlerle Türk
milletine çağ atlatan bir devirdi. Atatürk'ün deyişiyle “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke,
türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar, yıllarca süren savaş ve ondan sonra içeride
ve dışarıda saygıyla tanınan yeni vatan, yeni devlet!” Atatürk devrimlerinin
tamamı, Türkiye'nin demokratikleştirilmesine yönelikti. Çok parti denemeleri de koşullar henüz uygun
olmadığı için başarılı olmamıştı. Demokrasinin bütün icaplarını uygulamaya
koymak, tüm kurumlarıyla yerleşmesini sağlamak zaman gerektiriyordu. Ayrıca
demokrasi kültürünün halk tarafından özümsenip benimsenmesi de uzun bir eğitim
sürecinin sonunda gerçekleştirilebilecek bir olguydu.
Atatürk, Cumhuriyetçilik
ve Halkçılık kavramlarını, demokrasiyi tarif eden ilkeler olarak Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası'na koymuştu. Oysa “demokrasinin kurucusu” sıfatıyla
anılan İsmet İnönü'nün 1950 seçim vaatleri arasında, “Anayasadan altı oklu
prensipleri çıkarmak” vardı. 1950 seçimini kazanan ve “demokrasi kahramanı”
olarak anılan Başbakan Menderes, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki mesaisine,
Atatürk'ün demokrasi devrimlerine hiç değinmeden, adeta bu devrimleri yok sayarak,
kendilerinin iktidara gelişlerini, “gelmiş geçmiş bütün inkılapların en önemli
aşaması” olarak değerlendiren bir konuşma ile başlamıştı. 1951 yılındaki bir
nutkunda ise Menderes, Atatürk'ün demokrasiyi yeşertmek için kurduğu eğitim
sisteminin bir parçası olan kurumları “faşistvari” olarak değerlendirmişti:
“Halkevleri, Halk
Odaları kurmak, gençlik teşkilatını ele almak, faşistvari telakki ve
düşüncelerin mahsulüdür. Bunlar, içtimai bünyemiz içinde, tamamıyla abes,
beyhude, geri ve yabancı uzuv halindedir ... »
Zaten Menderes,
1948'de İzmir'de yaptığı bir konuşmada, “Milli veya müstakil adı ile
vasıflandırılmak istenen siyaset, … demokrasi alemi ile işbirliğinden
uzaklaşmak demektir. Bu takdirde ise, memleketimizin kısa bir zaman içinde
demir perdenin ortasında kalması mukadderdi.” diyerek, demokrasiden ne
anladığını açık bir biçimde dile getirmişti. Menderes'e göre “demokrasi”,
bağımsızlıkla bağdaşmıyor, tam tersine II. Dünya Savaşı sonunda oluşan soğuk
savaş dönemindeki iki bloktan Amerikan blokunda uydu olmak anlamına
geliyordu. Demokrat Parti iktidarı boyunca yapılan uygulamalar da, bu yönde
olmuş, Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundaki bağımsızlık başta olmak üzere tüm
ilkelerinden uzaklaştırılarak Atlantik blokunun uydusu konumuna sokulmuştu.
Ancak tarihin ve talihin yaratıcılığı sonucu, Menderes son zamanlarında,
“demokrasi” aleminin temsilcisi olarak gördüğü Amerika'dan borç alamayınca,
“demokrasi” karşıtı gördüğü demir perdenin temsilcisi Sovyetler Birliği'ne
gitmeyi planlarken iktidardan düşürüldü. İktidara el koyan asker, 1 Haziran’da
memura maaş ödeyecek para bulamamıştı devlet hazinesinde. Menderes'in idamı
hazin bir son olmuştur şüphesiz, tabii ki onaylanamaz. Ancak Cumhuriyetimizin
zayıflaması ile son bulmuş bir karşı devrim sürecini yönetmiş olduğu, ülkeyi
uçuruma sürüklediği, milleti kardeş kavgasına soktuğu da bir gerçektir ve
kendisinin yaşamış olduğu dram, bu gerçeklerin önemini azaltmaz.
Demokrat Parti'nin
sonunu hazırlayan sayısız vahim hatanın sadece ikisi, Tahkikat Komsiyonu ve
Vatan Cephesi bile iktidarın sonunu getirmeye yeterdi aslında. İstanbul ve
Ankara'da büyük çaplı gösterilerin yapıldığı 29 Nisan 1960 akşamı Menderes
radyoda bir konuşma yapmıştı. 27 Mayıs'a kadar yapacağı bir dizi konuşmanın
ilki olan bu konuşma, zamanın ruhunu açık bir biçimde yansıtıyor:
“...Bunlar nizam ve
devlete karşı gelmenin ne demek olduğunu anlamakta gecikmeyeceklerdir. Bunlar
zavallı başlarını nizamın sarsılmaz kayalarına vurarak kendilerine gelecekler
ve korkarım ki, o zaman bu bedbahtlar biraz geç kalmış olacaklardır.”
Bu tehdit dolu
konuşmalar sürdürüldü. Aslında ortada ne nizam, ne de devlet bırakmamış olan
iktidarın tutumu, “sertlik, daha çok sertlik” diye tanımlanabilirdi. 3 Mayıs
1960 tarihinde izne ayrılan Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Milli
Savunma Bakanı'na son derece anlamlı bir ihtar mektubu göndermişti. Bu mektupta
Cumhurbaşkanı'nın istifası, Hükümetin değişmesi, antidemokratik kanunların
derhal kaldırılması, siyasal suçların affı gibi istekler vardı. Gürsel
mektubunu şöyle bitiriyordu:
“Sayın Vekilim,
maruzatım muhakkak ki çok mühim ve hatta çok cüretkaranedir. Fakat memleket
için, milletin selameti için, Hükümet ve hatta Partinizin kurtarılması için
dikkate alınması lazımdır. Ve hatta çok lazımdır.”
Sonuç olarak ülke
öylesine bir açmaza ve millet öylesine bir çatışmaya sürüklenmişti ki, 27 Mayıs
müdahalesi, halk tarafından sevinçle karşılanmıştı. Ancak bu müdahalenin biçimi
ve sonrası incelendiğinde çok karmaşık bir yapı çıkıyor ortaya. Sürece
bakıldığında, Demokrat Parti'nin ülkeyi soktuğu iklime müdahalenin, karşı
devrimi sonlandırması beklenirdi ama öyle olmadı. Türkiye Cumhuriyeti'ni bağımsızlığına tekrar kavuşturacak adımlar
atılacağı yerde daha başlangıçta NATO'ya bağlılık mesajı verildi. Ülkedeki
Amerikan üslerine dokunulmadı, uydu siyaseti sürdürüldü. Dış politikada Batı
blokuna ve NATO’ya karşı eskisinden de uyumlu ve uysal bir tutum sergilendi. 27
Mayıs müdahalesinden sonra kurulan birinci Cemâl Gürsel Hükümeti’nin
programında “kurulacak İkinci Cumhuriyet”ten söz ediliyordu. Cumhuriyetin bir
kırılma noktasında bulunduğunu açıkça belirten bu tanımlama hızla yaygınlaşacak
ve bugünden bakıldığında hayli hayret verici olsa da, döneme “İkinci
Cumhuriyet” adını vermek olağanlaşacaktı. 27 Mayıs ile başlayan harekete “Ak
Devrim” adı verilmişti. “İkinci Cumhuriyet ile kurulacak yeni Türk
demokrasisi”nden bahsediliyordu. İlk başlarda kazanılan halk desteği, kısa
zamanda, özellikle Yassıada yargılamalarının başlamasıyla, azalmaya başladı.
“Köpek ve bebek davası” gibi garip bir süreçle başlayan yargılamalar hazin bir
biçimde sonlandı.
27 Mayıs
müdahalesinin, Cumhuriyetimize ve dolayısıyla demokrasiye en büyük darbesi,
Cumhuriyeti kuran Meclis'in kabul ettiği 1924 Anayasa'sını değiştirmesi oldu.
Gerçek demokrasinin temelinin atıldığı Atatürk döneminde hazırlanmış olan
Anayasa, zamanın koşullarına göre güncellenebilirdi; ancak değiştirilmesi
Atatürk'ün yolundan sapılması anlamını taşıyordu ve gerçekten de anayasanın
daha sonra 1981'de ve 2017'de tekrar tekrar değiştirilmesinin de yolunu açtı. 9
Temmuz 1961'de %81 katılım ile yapılan halk oylamasından çıkan %61.8 oranındaki
“evet” oyuyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundaki anayasa yerine yeni bir
anayasa kabul edilmişti. Hatta arasında İzmir'inde bulunduğu 11 ilde halk
Anayasa'ya “hayır” demişti. Kurtuluş ve kuruluş mücadelesini verenlerin, Türk
devrimini gerçekleştirenlerin kaleminden çıkmış bir Anayasayı, böyle bir halk
oylamasıyla değiştirmek, tarihe karşı yapılmış büyük bir haksızlıktı. Ve
aslında 27 Mayıs'çıların, “İkinci Cumhuriyet” tanımlamasıyla da uygun
düşüyordu.
Özer Ozankaya,
“Cumhuriyet Çınarı” adlı kitabında Atatürk'ün demokrasi projesini şöyle
anlatır: “Türk devrimi, devleti, aile kurumunu, eğitim kurumunu ve üstün
değerler alanını demokratikleştiren bir devrimdir. Bunu da tutarlılık,
dürüstlük ve içtenlikle yapmayı başarabildiği için bir uygarlık projesi
değerindedir.” İşte bu uygarlık projesinin sahibi Ulu Önderimiz, 18 Kasım
1920'de TBMM'ye sunduğu Halkçılık Beyannamesi'nde demokrasi ile eşanlamlı
tuttuğu halkçılık ilkesini ortaya koyarken şöyle demişti: “Türkiye Büyük Millet
Meclisi, hayat ve bağımsızlığını tek ve kutsal amaç bildiği Türkiye halkını
emperyalizm ve kapitalizm baskısından ve zulmünden kurtararak irade ve
hakimiyetinin sahibi kılmakla amacına ulaşacağı düşüncesindedir.” Sinan
Meydan'ın “Aklı Kemal” adlı kitabında dediği gibi Atatürk, “emperyalizmin ve
kapitalizmin baskısından kurtulmadan ulusal egemenliğin, cumhuriyetin ve
demokrasinin gerçekleşmeyeceğini çok erken görmüştü. Emperyalizmin ve
kapitalizmin baskısından kurtulup “bağımsız”; dini kullananların baskısından
kurtulup “laik” olmadan demokratikleşilmeyeceğini” tarih bize kanıtlamaktadır.
Gerçek demokrasiye
giden yol, Atatürk'ün kurmuş olduğu tam bağımsız ve laik Cumhuriyet'tir.
“Demokrasi fikri daima yükselen bir denizi andırmaktadır” diyen Atatürk,
Türkiye'de demokrasinin kurucusudur. Türkiye'de demokratikleşme sürecini doğru
anlamak ve sürdürebilmek için öncelikle bu gerçekten yola çıkılması gerekir.
Aksi takdirde hiçbir deniz feneri, o yükselen denizi aydınlatamaz, demokrasiyi
karanlıktan çıkaramaz.
İLK KURŞUN