Dicle Eroğul yazdı

Üzerinde yapılan düzenleme ve yeniliklerin ardından, 27 Mayıs'ın 60. yıldönümünde Marmara Denizi'nde Demokrasi ve Özgürlükler Adası açıldı. Yassıada'nın ismi 2013'te "Demokrasi ve Özgürlükler Adası" olarak değişmişti. M.S. 4. yüzyıldan itibaren sürgün yeri olarak kullanılan Yassıada, Deniz Kuvvetleri tarafından 1947 yılında satın alınmış, 1952 yılında eğitim hizmetlerine açılmıştı. 27 Mayıs 1960 müdahalesinden sonra burada kurulan mahkemede Demokrat Partililer yargılandı. Yassıada son yıllarda terk edilmiş olarak bulunuyordu. 2015 yılında başlayan düzenleme faaliyetleri ile kültür ve kongre merkezi haline getirildi. Demokrat Partililerin yargılamalarının yapıldığı spor salonu, 27 Mayıs Müzesi'ne dönüştürüldü. Adadaki deniz fenerine de, demokrasinin sönmeyecek ışığını temsil etmek üzere Demokrasi Feneri adı verilmiş. İlgili kamu spotunda dendiği gibi “Demokrasinin feneri karanlığı aydınlatıyor” mu acaba? Yoksa “demokrasi” kavramı mı karartılmış durumda?

Bu sorunun yanıtını verebilmek için öncelikle “demokrasi” kelimesinin anlamı üzerinde durmamız gerekiyor. Demokrasi kavramı, tarih boyunca en çok istismar edilen kavramlardan biri olmuştur. Bu istismara hem kendi tarihimizde, hem de dünya tarihinde rastladığımız gibi aynı zamanda güncel siyasette de tanık oluyoruz. Günümüzde “demokrasi”, emperyalizmin işgal bahanelerinden biri oldu. ABD tarafından Irak'a “istikrar ve demokrasi” getirileceği iddiası ile başlayan işgal operasyonuna “Irak'ı özgürleştirme operasyonu” adı verilmişti. Küresel emperyalizmin yayılmacı emellerini gerçekleştirmek üzere “demokrasi” kavramını istismar edişine, güncel yüzlerce örnek verilebilir.

Kendi tarihimize dönecek olursak, İsmet İnönü'nün adıyla açılmış http://www.ismetinonu.org.tr adresli  internet sitesinde yer alan aşağıdaki ifadelere göre, “1950 seçimleriyle çok partili hayata geçiş”, bir demokrasi devrimiydi.

“1950 seçimleri Türkiye’nin Demokrasi Devrimi oldu. ….Atatürk’ün başlattığı ve İnönü’nün tamamlamak istediği demokrasi devrimini görmezden gelmektedirler. Elbette ki tek parti döneminin demokratik bir dönem olduğunu söylemek mümkün değildir. Bununla birlikte demokrasinin altyapısının hazırlandığı bir dönem olduğu şüphesizdir.”

Aynı sitede, “hiçbir zorunluluk yokken” Atatürk'ün, iki kez çok partili rejim denemesine giriştiği, ancak iki denemenin de başarısız olmasının ardından “ortaokullarda Medeni Bilgiler adıyla okutulan ders kitabında demokrasi” nin anlatıldığı belirtilmiş. Ancak bu ders kitabının, İngilizABD işbirliğiyle İnönü döneminde müfredattan çıkarıldığı unutulmuş. Atatürk'ün yaptıklarından geri adım atmak, O'nun başlattığı devrimi sürdürüp tamamlamak değil, kesintiye uğratmak anlamına gelmektedir.

Çok partili rejime geçişi, “demokrasi”ye geçiş olarak değerlendiren yorumlara sıklıkla rastlarız. Bu nedenle de çok partili hayata geçişin yolunu açan İnönü ile çok partili sistemdeki ilk seçimde kazanan Menderes, “demokrasi kahramanı” olarak anılırlar. Oysa çok partili sistemin, tek başına hiçbir önemi yoktur. II. Meşrutiyet döneminde Osmanlı'da çok sayıda siyasi parti kurulmuştu, hatta bu partilerden birinin adı da “Osmanlı Demokrat Fırkası” idi. Ancak bu durumdan, Osmanlı'nın demokratikleştiği anlamını çıkartmak olanaksızdır. Dolayısıyla, çok partili seçimlerle veya adında “demokrat” sıfatı olan bir partinin varlığı ile “demokrasi”ye geçildiğini iddia etmek tarihi bir yanılgıdır, bir aldatmacadır.

Atatürk'ün demokrasiyi anlatmak için bizzat kaleme alıp müfredata girmesini istediği “Medeni Bilgiler” kitabı, okullarda ders kitabı olarak okutulmaya devam etseydi, halk bu konuda bilinçlenmiş olacak ve aldatılamayacaktı. Her konuda geçerli olan bir ilke vardır; herhangi bir şeyi tanımadan ne özümseyebilir, ne de koruyabilirsiniz. Bu ilke, kavramlar için de geçerlidir. “Demokrasi mide meselesi değildir, bir fikir meselesidir.” diyen Atatürk, halka bu fikri öğretip özümseterek, ülkede demokrasinin yeşerebileceğini ve halk tarafından korunacağını biliyordu. Ancak O'ndan sonra yönetime gelenler, tam tersini yaptılar, “demokrasi”yi anlamından kopardılar. Bugün siyaset sahnesinde yer alan birçok partinin lideri de, emperyalist devletlerin söylemlerini kullanıp ülkeye “demokrasi getirmek”ten bahsediyorlar, sanki “demokrasi” getirilip götürülebilecek bir şeymiş gibi...

Peki, Medeni Bilgiler kitabında “demokrasi” nasıl işlenmişti? Demokrasiyi “insan ırkının ümidi” olarak betimleyen Atatürk, herşeyden önce “demokrasi” ile “halkçılık” ilkesini bir tutmuştur. Kitapta demokrasi şöyle tanımlanır:

“Demokrasi (Halkçılık): Demokrasi esasına dayanan hükümetlerde, egemenlik, halka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi, egemenliğin millette olduğunu, başka yerde olmayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi prensibi, siyasal kuvvetin, egemenliğin, kökenine ve geçerliliğine temas etmektedir.

Demokrasinin tam ve en belirgin hükümet biçimi Cumhuriyet'tir.”

Atatürk, Cumhuriyet'imizi kurararak demokrasinin temelini atmış ve beklentisini de şöyle dile getirmişti:

“Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz Cumhuriyeti kurduk, o on yaşını doldururken, demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır.”

Demokrasiyi, çok partili rejimle bir tutan zihniyet, Cumhuriyet kurulurken, çok partili sistem ile neden başlanmadığını sorgular. Oysa 1923 yılında ülkenin ve milletin içinde bulunduğu durumu düşünecek olursak, böyle bir tabloda çok partili sistem bir yana, Atatürk'ün başarmış olduğu gibi Cumhuriyetin kuruluşu bile bir mucizedir. Sinan Meydan'ın “Aklı Kemal” adlı kitabında çizdiği tablodan birkaç parametreyi sıralamak bile Cumhuriyetin bir “Türk mucizesi” olduğunu göstermeye yeter:

“Genç Türkiye Cumhuriyeti'ne 1923 yılı itibariyle Osmanlı'dan kalan miras şudur:

·         Nüfusun %80'i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bir bölümü yerleşik değil, göçebe. 40.000 köyün 37.000'inde ne okul var, ne yol var, ne posta, ne de dükkan.

·         Kurtuluş Savaşı sırasında 830 köy tümüyle, 930 köy kısmen düşman tarafından yakılmış. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmak gerekiyor.

·         Dört mevsim kullanılabilir karayolu yok denecek kadar az.

·         3756 km demiryolu var Anadolu'da. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz bir demiryolu ağı. Vatanın bütünlüğünü sağlamak için ülkenin kuzeyini güneyine, batısınıı doğusuna bağlamak lazım.

·         Denizciliğimiz acınacak durumda. Donanma, II. Abdülhait döneminde Haliç'te çürütülmüş.

·         Toplam nüfusun %82'si tarımla uğraşıyor. Toplam ulusal gelirin %58'i tarımdan sağlanıyor. Tarım ilkel yötemlerle yapıldığı için ve topraklar bilinçsiz kullanıldığı için üretim çok az. Güya tarım ülkesiyiz ama çok az tarım mühendisimiz var. Ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getiriyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı ölüdürüyor. Ayrıca köylü topraksız, sabanı ve öküzü bile yok. Doğu'da, Cumhuriyet'le de insanlıkla da bağdaşmayan aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni var.

·         Her yerde tefeciler, vurguncular, savaş zenginleri halkı eziyor.

·         Tüm Türkiye'de sadece 337 doktor var. 150 kadar ilçede doktor yok. Doktor başına 30.000 kişi düşüyor. Sağlık memuru sayısı 434. Pek az şehirde eczane var. Türkiye'deki toplam eczacı sayısı 60.

·         Salgın hastalıklar insanımızı kırıyor. 3 milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Nüfusun %14'ü sıtmalı, %9'u frengili, %72'si tifüse yakalanabilecek durumda. Evlerin %97'sinde tuvalet yok. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta denebilir. Bebek ölüm oranı %60'ı geçiyor. Ebe sayısı çok az. 40.000 köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136.

·         Telefon, motor ve makine yok denecek kadar az. Teknolojiden yoksun bir ülkeyiz. Radyo ve sinema yok...

·         Ekonomik hayatımız da içler acısı bir halde. Kapitülasyonlar belimizi bükmüş. Düyunu Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi devlet içinde devlet olmuş durumda.

·         Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Şeker, un ve hatta kiremiti bile ithal etmek durumundayız. Avrupa'nın her çeşit malı için açık pazar halindeyiz.

·         Toplam sanayi kuruluşumuz 282. Bunların sadece 59'u devlete ait. Bu kuruluşlardaki sermaye ve emeğin sadece %15'i Türklerin, %85'i yabancıların ve azınlıkların. Madenler, limanlar ve demiryolları yabancıların elinde.

·         Osmanlı'dan bize kalan sadece 4 fabrika var.

·         Sanayi gelişmemiş, iktisatçımız da çok az. Mühendisimiz olmadığı gibi ara elemanımız da yok.

·         Elektrik sadece İstanbul ve İzmir gibi bazı büyük kentlerde var.

·         Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte biri okuyabiliyor. Halkın eğitimi hiç çözülmemiş bir sorun olarak duruyor. Erkeklerin yüzde 7'si, kadınların ise binde 4'ü okuma yazma biliyor.

·         Basının toplam tirajı 100.000'i geçmiyor. Gazeteler ve dergiler sadece İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde az sayıda okuyucu bulabiliyor.

·         Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, resim yok, heykel yok, evrensel ve ulusal müzik yok, tiyatro yok, sinema yok, radyo yok; halkı aydınlatacak, bilinçlendirecek, eğitecek kurumlar yok. Halk adeta kendi kaderine ve cami imamının, tarikat şeyhinin, medrese ehlinin bilgisine ve insafına terk edilmiş durumda.

·         Türkçe ihmal edilmiş, sözcükler unutulmuş.

·         Kadınlar ikinci sınıf, medeni, sosyal ve siyasal haklardan yoksun. Kadın erkek eşitliği yok.

·         Birçok tarikat hayata yön vermeye çalışıyor. Mezhep çatışmaları had safhada. Falcılar, büyücüler, şeyhler, şıhlar ayrıcalıklı konumda. Din istismarı çok yaygın.

·         600 yıl boyunca Türkler ihmal edilmiş. Yönetim dönme devşirmelere bırakılmış. Türkler devlet yönetiminden dışlanmış, sadece köylü, çiftçi ve asker olabilmiş. Bu nedenle de kimliğini, kişiliğini ve kendine güvenini kaybetmiş.

·         Hukuk sistemi, yargı sistemi, anayasal düzen, hatta takvim, saat, ölçüler bile çağa uymayan bir durumda. Kılık kıyafet, Atatürk'ün deyişiyle 'ne milli, ne beynelmilel, gülünç durumda'. Halk her bakımdan çağdaş dünyanın çok gerisinde.

·         Biat kültürü hakim, 600 yıldan fazla devam eden saltanat sistemi içinde halkın kaderi hep padişahın iki dudağı arasında olmuş.”

Atatürk'ün tek parti devri, bu korkunç tabloda Cumhuriyeti kurup 15 yıl gibi çok kısa bir süre içerisinde eğitim, sağlık, akla gelebilecek her alanda yapılan devrimlerle Türk milletine çağ atlatan bir devirdi. Atatürk'ün deyişiyle Uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar, yıllarca süren savaş ve ondan sonra içeride ve dışarıda saygıyla tanınan yeni vatan, yeni devlet!” Atatürk devrimlerinin tamamı, Türkiye'nin demokratikleştirilmesine yönelikti. Çok parti denemeleri de koşullar henüz uygun olmadığı için başarılı olmamıştı. Demokrasinin bütün icaplarını uygulamaya koymak, tüm kurumlarıyla yerleşmesini sağlamak zaman gerektiriyordu. Ayrıca demokrasi kültürünün halk tarafından özümsenip benimsenmesi de uzun bir eğitim sürecinin sonunda gerçekleştirilebilecek bir olguydu.

Atatürk, Cumhuriyetçilik ve Halkçılık kavramlarını, demokrasiyi tarif eden ilkeler olarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na koymuştu. Oysa “demokrasinin kurucusu” sıfatıyla anılan İsmet İnönü'nün 1950 seçim vaatleri arasında, “Anayasadan altı oklu prensipleri çıkarmak” vardı. 1950 seçimini kazanan ve “demokrasi kahramanı” olarak anılan Başbakan Menderes, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki mesaisine, Atatürk'ün demokrasi devrimlerine hiç değinmeden, adeta bu devrimleri yok sayarak, kendilerinin iktidara gelişlerini, “gelmiş geçmiş bütün inkılapların en önemli aşaması” olarak değerlendiren bir konuşma ile başlamıştı. 1951 yılındaki bir nutkunda ise Menderes, Atatürk'ün demokrasiyi yeşertmek için kurduğu eğitim sisteminin bir parçası olan kurumları “faşistvari” olarak değerlendirmişti:

“Halkevleri, Halk Odaları kurmak, gençlik teşkilatını ele almak, faşistvari telakki ve düşüncelerin mahsulüdür. Bunlar, içtimai bünyemiz içinde, tamamıyla abes, beyhude, geri ve yabancı uzuv halindedir ... »

Zaten Menderes, 1948'de İzmir'de yaptığı bir konuşmada, “Milli veya müstakil adı ile vasıflandırılmak istenen siyaset, … demokrasi alemi ile işbirliğinden uzaklaşmak demektir. Bu takdirde ise, memleketimizin kısa bir zaman içinde demir perdenin ortasında kalması mukadderdi.” diyerek, demokrasiden ne anladığını açık bir biçimde dile getirmişti. Menderes'e göre “demokrasi”, bağımsızlıkla bağdaşmıyor, tam tersine II. Dünya Savaşı sonunda oluşan soğuk savaş dönemindeki iki bloktan Amerikan blokunda uydu olmak anlamına geliyordu. Demokrat Parti iktidarı boyunca yapılan uygulamalar da, bu yönde olmuş, Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundaki bağımsızlık başta olmak üzere tüm ilkelerinden uzaklaştırılarak Atlantik blokunun uydusu konumuna sokulmuştu. Ancak tarihin ve talihin yaratıcılığı sonucu, Menderes son zamanlarında, “demokrasi” aleminin temsilcisi olarak gördüğü Amerika'dan borç alamayınca, “demokrasi” karşıtı gördüğü demir perdenin temsilcisi Sovyetler Birliği'ne gitmeyi planlarken iktidardan düşürüldü. İktidara el koyan asker, 1 Haziran’da memura maaş ödeyecek para bulamamıştı devlet hazinesinde. Menderes'in idamı hazin bir son olmuştur şüphesiz, tabii ki onaylanamaz. Ancak Cumhuriyetimizin zayıflaması ile son bulmuş bir karşı devrim sürecini yönetmiş olduğu, ülkeyi uçuruma sürüklediği, milleti kardeş kavgasına soktuğu da bir gerçektir ve kendisinin yaşamış olduğu dram, bu gerçeklerin önemini azaltmaz.

Demokrat Parti'nin sonunu hazırlayan sayısız vahim hatanın sadece ikisi, Tahkikat Komsiyonu ve Vatan Cephesi bile iktidarın sonunu getirmeye yeterdi aslında. İstanbul ve Ankara'da büyük çaplı gösterilerin yapıldığı 29 Nisan 1960 akşamı Menderes radyoda bir konuşma yapmıştı. 27 Mayıs'a kadar yapacağı bir dizi konuşmanın ilki olan bu konuşma, zamanın ruhunu açık bir biçimde yansıtıyor:

“...Bunlar nizam ve devlete karşı gelmenin ne demek olduğunu anlamakta gecikmeyeceklerdir. Bunlar zavallı başlarını nizamın sarsılmaz kayalarına vurarak kendilerine gelecekler ve korkarım ki, o zaman bu bedbahtlar biraz geç kalmış olacaklardır.”

Bu tehdit dolu konuşmalar sürdürüldü. Aslında ortada ne nizam, ne de devlet bırakmamış olan iktidarın tutumu, “sertlik, daha çok sertlik” diye tanımlanabilirdi. 3 Mayıs 1960 tarihinde izne ayrılan Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Milli Savunma Bakanı'na son derece anlamlı bir ihtar mektubu göndermişti. Bu mektupta Cumhurbaşkanı'nın istifası, Hükümetin değişmesi, antidemokratik kanunların derhal kaldırılması, siyasal suçların affı gibi istekler vardı. Gürsel mektubunu şöyle bitiriyordu:

“Sayın Vekilim, maruzatım muhakkak ki çok mühim ve hatta çok cüretkaranedir. Fakat memleket için, milletin selameti için, Hükümet ve hatta Partinizin kurtarılması için dikkate alınması lazımdır. Ve hatta çok lazımdır.”

Sonuç olarak ülke öylesine bir açmaza ve millet öylesine bir çatışmaya sürüklenmişti ki, 27 Mayıs müdahalesi, halk tarafından sevinçle karşılanmıştı. Ancak bu müdahalenin biçimi ve sonrası incelendiğinde çok karmaşık bir yapı çıkıyor ortaya. Sürece bakıldığında, Demokrat Parti'nin ülkeyi soktuğu iklime müdahalenin, karşı devrimi sonlandırması beklenirdi ama öyle olmadı. Türkiye Cumhuriyeti'ni  bağımsızlığına tekrar kavuşturacak adımlar atılacağı yerde daha başlangıçta NATO'ya bağlılık mesajı verildi. Ülkedeki Amerikan üslerine dokunulmadı, uydu siyaseti sürdürüldü. Dış politikada Batı blokuna ve NATO’ya karşı eskisinden de uyumlu ve uysal bir tutum sergilendi. 27 Mayıs müdahalesinden sonra kurulan birinci Cemâl Gürsel Hükümeti’nin programında “kurulacak İkinci Cumhuriyet”ten söz ediliyordu. Cumhuriyetin bir kırılma noktasında bulunduğunu açıkça belirten bu tanımlama hızla yaygınlaşacak ve bugünden bakıldığında hayli hayret verici olsa da, döneme “İkinci Cumhuriyet” adını vermek olağanlaşacaktı. 27 Mayıs ile başlayan harekete “Ak Devrim” adı verilmişti. “İkinci Cumhuriyet ile kurulacak yeni Türk demokrasisi”nden bahsediliyordu. İlk başlarda kazanılan halk desteği, kısa zamanda, özellikle Yassıada yargılamalarının başlamasıyla, azalmaya başladı. “Köpek ve bebek davası” gibi garip bir süreçle başlayan yargılamalar hazin bir biçimde sonlandı.

27 Mayıs müdahalesinin, Cumhuriyetimize ve dolayısıyla demokrasiye en büyük darbesi, Cumhuriyeti kuran Meclis'in kabul ettiği 1924 Anayasa'sını değiştirmesi oldu. Gerçek demokrasinin temelinin atıldığı Atatürk döneminde hazırlanmış olan Anayasa, zamanın koşullarına göre güncellenebilirdi; ancak değiştirilmesi Atatürk'ün yolundan sapılması anlamını taşıyordu ve gerçekten de anayasanın daha sonra 1981'de ve 2017'de tekrar tekrar değiştirilmesinin de yolunu açtı. 9 Temmuz 1961'de %81 katılım ile yapılan halk oylamasından çıkan %61.8 oranındaki “evet” oyuyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundaki anayasa yerine yeni bir anayasa kabul edilmişti. Hatta arasında İzmir'inde bulunduğu 11 ilde halk Anayasa'ya “hayır” demişti. Kurtuluş ve kuruluş mücadelesini verenlerin, Türk devrimini gerçekleştirenlerin kaleminden çıkmış bir Anayasayı, böyle bir halk oylamasıyla değiştirmek, tarihe karşı yapılmış büyük bir haksızlıktı. Ve aslında 27 Mayıs'çıların, “İkinci Cumhuriyet” tanımlamasıyla da uygun düşüyordu.

Özer Ozankaya, “Cumhuriyet Çınarı” adlı kitabında Atatürk'ün demokrasi projesini şöyle anlatır: “Türk devrimi, devleti, aile kurumunu, eğitim kurumunu ve üstün değerler alanını demokratikleştiren bir devrimdir. Bunu da tutarlılık, dürüstlük ve içtenlikle yapmayı başarabildiği için bir uygarlık projesi değerindedir.” İşte bu uygarlık projesinin sahibi Ulu Önderimiz, 18 Kasım 1920'de TBMM'ye sunduğu Halkçılık Beyannamesi'nde demokrasi ile eşanlamlı tuttuğu halkçılık ilkesini ortaya koyarken şöyle demişti: “Türkiye Büyük Millet Meclisi, hayat ve bağımsızlığını tek ve kutsal amaç bildiği Türkiye halkını emperyalizm ve kapitalizm baskısından ve zulmünden kurtararak irade ve hakimiyetinin sahibi kılmakla amacına ulaşacağı düşüncesindedir.” Sinan Meydan'ın “Aklı Kemal” adlı kitabında dediği gibi Atatürk, “emperyalizmin ve kapitalizmin baskısından kurtulmadan ulusal egemenliğin, cumhuriyetin ve demokrasinin gerçekleşmeyeceğini çok erken görmüştü. Emperyalizmin ve kapitalizmin baskısından kurtulup “bağımsız”; dini kullananların baskısından kurtulup “laik” olmadan demokratikleşilmeyeceğini” tarih bize kanıtlamaktadır.

Gerçek demokrasiye giden yol, Atatürk'ün kurmuş olduğu tam bağımsız ve laik Cumhuriyet'tir. “Demokrasi fikri daima yükselen bir denizi andırmaktadır” diyen Atatürk, Türkiye'de demokrasinin kurucusudur. Türkiye'de demokratikleşme sürecini doğru anlamak ve sürdürebilmek için öncelikle bu gerçekten yola çıkılması gerekir. Aksi takdirde hiçbir deniz feneri, o yükselen denizi aydınlatamaz, demokrasiyi karanlıktan çıkaramaz.

İLK KURŞUN

Amerika, özgürlükler ülkesiymiş! Burası da "hangi çılgın bana zincir vuracakmış", "Ya İstiklal Ya ölüm" diyen çılgın Türklerin!