CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu Türkiye’ye gerçek anlamda demokrasiyi getireceklerini sık sık tekrarlıyor. Fakat demokratikleşmeden ne anladığını, ne gibi kurumsal değişiklikler getireceğini genel bir “hak, hukuk, adalet” söylemi dışında açıkladığını pek duymadım.

Demokrasi çağımızın sihirli sözcüğü. Hepimiz daha demokratik bir ülke istiyoruz. Ama istemekle olmuyor. Demokrasi de bir program işi nihayetinde. Ondan ne anlamamız gerektiği ve anladığımız haliyle onu nasıl inşa edebileceğimizi oturup konuşmamız, iddialarımızı temellendirip, görüşlerimizi derinleştirmemiz gerekiyor. Oysa bunlar Türk siyasetinin ve siyasetçisinin pek sevmediği işler.

Demokratikleşme deyince iki düzlem anlaşılır. Birincisi dış egemenliğe tekabül eden tam bağımsızlıktır. Emperyalizm, üretici güçlerin gelişmesinin, böylece bir milletin kalkınarak refah içinde yaşamaya yönelmesinin önündeki en büyük engeldir. Bu nedenle tam bağımsızlık bir milletin kendi ülkesi üzerindeki iktidarı anlamına gelir ve demokrasinin varlık koşuludur. İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye Batı sistemine dâhil olunca, sistemin patronu ABD de Türkiye’nin içinde örgütlenmişti. Bu durum Türk milletinin egemenliğini içeride ve dışarıda kullanmasının önüne bazı güçlükler çıkarmıştı. Egemen davranmakta ve kendi milli yolumuzu çizmekte ısrar etmenin ABD tarafından nasıl karşılandığını 15 Temmuz 2016 gecesi milletçe gördük. Bu nedenle demokratik bir Türkiye iddiasının bir numaralı gündemi Gladyo'nun tasfiyesi ve Batı'nın içimizde operasyon yapma yeteneklerini bütün boyutları ile ortadan kaldırmaktır. Tam bağımsız olmayan bir ülkede “demos”un yani halkın “kratos”u yani iktidarı bütün kurum ve kurallarıyla tesis edilemez. Peki, gerçek anlamda demokrasiyi getirme iddiasındaki Kılıçdaroğlu yönetimi, gerçek demokrasinin bir numaralı gündemi açısından nerede duruyor?

CHP, sadece bugün değil, Atatürk’ten sonra siyasal konumlanmasını tam bağımsızlıkçı bir bakış açısına oturtamadı. Çünkü daha o zamandan ödünsüz bir antiemperyalist siyasetin dünya koşullarında karşılığının olmadığını hesapladı. Uğur Mumcu 25 Şubat 1986’da Saçak Dergisi’nde yayınlanan söyleşisinde Türkiye’de sosyal demokrat partilerin gerçekte Batılı anlamıyla düşünüldüğünde “liberal” yani sağcı olduklarını, Türkiye’deki sosyal demokrat partilerin kapitalist düzeni değiştirmek ve kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmak, IMF’ye karşı tavır, Türkiye’deki Amerikan üslerine karşı önlem gibi bir düşüncelerinin olmadığını, bu partilerin düzenin yedek lastiği olduğunu söylemişti.

Bu yüzden CHP günümüzde Avrupa Birliği’ne dâhil olmayı Türk Devrimi’nin asli hedefi olarak algılıyor, ABD liderliğindeki Batı sistemine ve NATO gibi kurumlarına sadakat üzerine kurulu bir iktidar stratejisi izliyor. Kılıçdaroğlu’nun Joe Biden’ı başkan seçildiği için tebrik etmekteki acelesi ya da hükümetin uygulamalarını Batılı gazetelere yazdığı mektuplarla şikâyet etmesi bu stratejik konumlanmanın sonucu. Garip bir şekilde CHP sözcüleri bu konudaki bütün eleştirilere partilerinin vakti zamanında Atatürk tarafından kurulmuş olduğunu söyleyerek cevap veriyorlar. Mademki partiyi Atatürk kurmuştur, o halde CHP milli duruşa ilişkin eleştirilerden bütün zaman ve zeminlerde münezzehtir. CHP’nin antiemperyalist olup olmadığını anlamak için programına, siyasetlerine ve eylemlerine bakmak gereksizdir. Çünkü o Atatürk tarafından kurulduğu için tarihsel ve toplumsal koşullara bağlı olmaktan çıkmıştır. Sanırım CHP sözcüleri bu bilime ve olgulara aykırı savunmayı söylediklerine kendileri de inanmıyorlardır. Ama seçmen “iman ettiği” müddetçe söylemekte sakınca yok nasıl olsa!

Demokratikleşmenin ikinci düzlemi, devlet yönetimi üzerindeki halk katılımını yani kamu yönetiminde halkın denetimini artıran somut uygulamalarla ilgilidir. Türkiye’de demokratikleşme tartışmaları esas olarak şeffaflık (transparency) ve hesap verilebilirlik (accountability) ile ilgilidir. Bu iki ilke birbirini tamamlar. Şeffaflık, halkın alınan kararlardan haberdar olması, hesap verilebilirlik ise kamu yöneticilerinin eylemlerinden sorumlu olmaları anlamına gelir. Sizi ilgilendiren kararlardan haberdar değilseniz, sorumluları hesap vermeye zorlayamazsınız. 

Türkiye’de kamu yönetiminde etik dışı davranışların son derece yaygın olduğu ve siyasetin finansmanının önemli ölçüde patronajmerkezli hale geldiği ortada. Ancak bir sorun, yapısal hale gelmişse, orada sistem partilerinin her birine şu ya da bu ölçüde bulaşmış demektir. Türkiye’de partiler siyaseti kamu kaynaklarının etik dışı kullanımı yoluyla finanse ediyorsa, CHP’nin belediyeleri aracılığıyla bu tür ilişkilerin dışında tertemiz durması ve CHP’de siyaset yapan kadroların ikbal beklentisinin tümüyle dışında kalması mümkün değildir. Yetki sahiplerinin kişisel yozlaşmaları, bu tür yapısal ilişki ve örgütlenmelerin içinde gerçekleşir. Sistemin yapısal mantığı değişmedikçe tek tek ahlaklı bireylerin büyük baskılar altında direnmeye çalışmaları ile bir şeylerin değişeceğini sanmak büyük yanılgıdır. Bu nedenle diğer sistem partileri gibi, CHP de bütün hakhukuk söylemlerine rağmen, halkın kamu kaynaklarının nereye ve nasıl harcandığını yakından denetleyebileceği şeffaf ve hesap verebilir bir kamu yönetimini kurabilmek için gereken programa, örgütsel özelliklere ve kadro niteliğine sahip görünmüyor.

Aydınlık