3 Ocak 2020’de ABD, Bağdat’ta, İran’ın bölgedeki en önemli adamını, General Kasım Süleymani’yi vurdu. Süleymani’nin cenazesinde milyonlar yürüdü. İran’da 3 gün yas ilan edildi. Ülkede muhalifler bile gözyaşı döktü. İran dışındaki bir kısım Şii, İran’ın bir kısım politikalarına karşı çıksa da Süleymani’nin ölümü sonrası ABD’ye karşı cephe aldı.
Onlar, Süleymani’nin, bölgede kendileri için yıllarca özveriyle gayret gösterdiğine inanıyorlardı. Onu bu nedenle kahraman olarak görüyorlardı.
Süleymani’nin cenazesindeki izdihamı ve üzüntüyü görünce, hele başta Hamaney olmak üzere üst düzey devlet yetkililerinin bile gözyaşlarına hâkim olamadığı kameralara yansıyınca, ülkem adına üzülmedim dersem yalan olur!
Belli ki tepeden en aşağıya kadar tüm İranlılar; bir ülkenin, özverili insanların, kahramanların omuzlarında yükseleceğine inanıyorlardı. Kahramanlara saygının kendilerine, bekalarına, geleceklerine saygı olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Ya bizde? Ergenekon, Balyoz vb isimli davaları anımsayın! Nasıl üzülmezsiniz?
O süreçte, birçok gerçek kahraman, kumpaslarla özgürlüğünden edilmiş, cezaevlerinde hastalıklara gark olmuş, hatta can vermişti. Bizim üst düzey yetkililer ise bunu “Bağırsak temizliği” olarak görmüştü.
Mesela Bosna’dan, Azerbaycan’a, Güneydoğu’dan, Orta Asya’ya sahada basmadığı yer bulunmayan Kâşif Kozinoğlu, hiçbir kanıt olmadan, FETÖ’nün militanları tarafından cezaevine tıkılmış ve orada ölmesine sebep olunmuştu. Kâşif Kozinoğlu gibi daha pek çok isim sayabilirim.
O süreçte cezaevlerinde, çatışmada aldığı mermi yaralarından akan cerahatlerin acısıyla kıvransa da bunu kimseye sezdirmemeye çalışarak ıstırap içinde yaşayan; pek çok sorununa rağmen kimsenin “ıh” dediğini duymadığı, kendilerinden izin almadığım için isimlerini yazamayacağım nice kahraman tanıdım.
Sadece, 4. evre pankreas kanseri olduğu için 6,5 yıldır yattığı cezaevinden salınmak zorunda kalınan, kısa bir süre sonra da Hakk’a yürüyen Kıbrıs gazisi Muzaffer Tekin’in hayat hikâyesini dinleseniz, oturur ağlar, sonra bu kumpasları yapanlara lanet edersiniz!
Bunlar bir yana, bugün, bir başka kahramandan, tam 11 yıl önce canına kıyan bir subaydan, malulen emekli Jandarma Albay Gazi Abdülkerim Kırca’dan söz edeceğim…
***
19 Ocak 2009’da, yani tam 11 yıl önce bugün intihar etmişti Kırca. Evi görev yaptığım yere çok yakındı. Olay yerine ilk gidenlerdenim. İnsan olan bütün kayıplardan etkilenir. Ancak Abdülkerim Kırca’nın intiharından bir başka etkilenmiş, bir başka üzülmüştüm.
Bunda muhakkak onu öncesinde tanımamın da etkisi vardı. Komando kursunda hocalarımızdan biriydi Kırca. Ancak etkilenmemin sebebi sadece bu değildi elbette…
Abdülkerim Kırca; Güneydoğu’da, yıllarca PKK ile kıyasıya mücadele etmişti. Onlarca çatışmaya girmiş, pek çok riski yüksek operasyon yapmış, birçok kez ölümün kıyısından geçmişti.
Binbaşıyken de Antalya’ya, Toros dağlarına sızan PKK’ya operasyon yapması için Ankara’dan görevlendirilmişti. Burada girdiği bir çatışma sonucu, omuriliğine aldığı bir mermi yüzünden belden aşağısı felç olmuştu. 11 yıldır tekerlekli sandalyeye bağlı olarak yaşıyordu. Madalya sahibi bir kahramandı.
Ama o günlerde, FETÖ’nün kontrolündeki basın, yayın organları ve yandaş medya diline dolamıştı onu. Görevdeyken, başta faili meçhul cinayetler olmak üzere, yasadışı işler yaptığını ifade ediyorlardı. Dayandıkları kaynak Abdülkadir Aygan ismindeki eski bir PKK itirafçısıydı.
Bu eski terörist, İsveç’e yerleşmiş, kendisine çeşitli vaatlerde bulunanlarca, istenildiği gibi konuşturuluyordu. Abdülkadir Aygan konuşuyor; başta Taraf, Zaman ve Star gibi gazeteler, onun savurduğu iftiraları manşet yapıyorlardı.
***
Kırca’nın intihar ettiği gün Star gazetesinin manşeti, “Madalyanın arkasındaki korkunç sır” idi. Manşetin hemen yanında eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından, kendisi tekerlekli sandalyede olduğu halde, göğsüne devlet övünç madalyası takılırken çekilmiş bir fotoğraf bulunuyordu.
Gazetenin iç sayfasında, haberin devamının başlığı ise, “Yanımda kafalarına sıktı” idi. Haberin içeriğinde, A. Aygan isimli eski bir bölücü örgüt militanı, şok iddia olarak, Kırca’nın, PKK’dan ayrılıp sözde JİTEM adına çalışan S. T. ile ilişkisi olduğu için bizzat JİTEM tarafından cezalandırıldığı şeklinde “şeyler” duyduğunu ifade ediyordu.
Sabah gazeteyi okuyan bir arkadaşı Kırca’yı arayarak, söz konusu haberle ilgili kendisine bilgi verdi.
Haberi duyar duymaz, yüreğinin sıkıştığını hissetti Kırca. Sanki yüreğini mengeneye vermişler, sıktıkça sıkıyorlardı. “Ne istiyorlar benden?” diye tekrarladı defalarca. “Neden beni onursuzlaştırmak istiyorlar?” diyordu. “Ne sevgilisi, ne yasak aşkı, benim sadece iki sevgilim oldu. Biri ülkem, biri de eşim.” Defalarca “Neden?” diye bağırdı. Eşi teskin etmeye çalıştıysa da pek başarılı olamadı.
Sonra kendiliğinden sakinleşti. Gözlerini uzaklara dikti, öylece daldı gitti. Bu arada eşi haberi yapan gazeteyi alıp gelmişti. Abdülkerim Kırca gazeteyi eline aldı, kendisiyle ilgili olan habere göz attı.
Onun gibi onurlu birinin bu başlığı ve devamında yazılanları kaldırması çok zordu. Çünkü gazete eski bir teröristin ağzından, kendisini faili meçhul cinayet ve ahlaksızlıkla suçluyor, devamında PKK tarafından değil, arkadaşları tarafından ahlaksızlık yaptığı gerekçesi ile vurulduğunu ifade ediyordu. Gazete de bunun doğruluğunu araştırmaya gerek duymadan manşet yapıyordu.
Amaç belliydi. “İtibar infazını” yargısız gerçekleştirmek isteyen çevreler, böyle “itibarsız iftiracıları” buluyor, istediklerini söyletiyor, sonra da kontrol ettikleri basın yoluyla kamuoyu oluşturuyorlardı. Peki, artık görevde olmayan, ancak arkadaşları tarafından kahraman olarak sembolleştirilen, yeni kuşakların ‘rol modeli’ bu insanlarla neden uğraşılıyordu? Bu terörle mücadeleyi de akamete uğratmaz mıydı?
Doğrusunu söylemek gerekirse bu, Türkiye’ye, onu savunanlara karşı açılan psikolojik bir savaştı ve oldukça başarılı oldu.
Çünkü yaşamı hiçe sayarak kıyasıya yapılacak bir mücadele paradan puldan ziyade, ülke sevdası ve onur için yapılırdı. Ülke sevdası ve onur için yapılan mücadele sonunda itibarsızlaştırılma tehlikesi ile karşılaşabileceğinizi düşünüyorsanız, yeterince mücadele etmeniz, risk almanız çok düşünülemezdi.
Çevremden biliyorum ki; bu olaylar yüzünden, pek çok askerde, ‘Biz de Kırca gibi, kelle koltukta risk alarak bir şeyler yapsak, bu uğurda gözümüzü, bacağımızı kaybetsek, bırakın kahraman muamelesini, hain, ahlaksız, infazcı diye kamuoyu nezdinde yargısız infaza tabi tutulabiliriz’ düşüncesi hâkim oldu. Bence istenen de buydu…
***
Tekrar Kırca’nın intihar öncesine dönelim.
Kırca, eşinin yardımıyla banyo yaptı. Sonra 11 yıldır mahkûmu olduğu tekerlekli sandalyesine oturdu. Eşi her zamanki gibi ona çayını getirdi, sonra da mutfaktaki işlerini halletmek üzere odadan çıktı.
Abdülkerim Kırca çayını bitirdi. Çok seviyordu çayı, hele de demlisini. Terörle kora kor mücadele ederken, en önemli arkadaşlarından biriydi çay. Uykusuz geçmesi gereken zamanlar için en önemli yardımcı idi bu meret.
Son kez Star Gazetesine baktı, hep yanında bulundurduğu tabancasını çıkardı, hazneye bir mermi sürdü, namluyu kafasına dayadı. Bir an bütün hayatı gözünün önünden geçti. Çekilen acılar, yorgunluklar, ayrılıklar… Bugünleri görmek için miydi bütün bunlar?
Eşini ve iki kızını düşündü. Acıdan başka ne yaşatmıştı onlara. Görev aşkı yüzünden, kızlarının ne zaman büyüdüğünü bile anlayamamıştı. “Ellerinden tutup bir kere bile gezdiremedim onları” diye düşündü. Zaten eşine yük hissediyordu kendini. “Bir gün yüzü göstermedim ona da. Bu tür iftiralara uğramak mıydı bunun karşılığı” diye geçirdi içinden. Omuriliğine saplanan PKK mermisinin canını almadığına hayıflandı. En okkalısından bir küfür etti o mermiye.
İnançlı bir adamdı, af etmesi için Allah’a dua etti. Sonra derin bir nefes aldı ve kafasına dayadığı tabancanın tetiğini çekti…
Boğuk bir ses duyulmuştu. Sese koşan eşi yanına geldiğinde kan gölüne dönmüş odanın ortasında büyük bir aşkla sevdiği adamın cansız bedeniyle karşılaştı ve bir çığlık attı…
***
Ben, o an için olaydan habersiz, Güvercinlikte bulunan Eşref Bitlis Kışlasındaki görev yerindeydim. Telefonum çaldı. Arayan, ağabeyim gibi sevdiğim, o da terörle mücadelenin sembol isimlerinden olan bir subaydı. Dolayısıyla Abdülkerim Kırca ile çok samimi idiler.
Telefonda bana, “Kerim Abi’nin intihar ettiğiyle ilgili bir şey duydum. Çok çabuk öğrenip bana bilgi verirsen sevinirim” dedi oldukça tedirgin bir sesle. Araştırdım, haber doğruydu ve çok yeni olmuştu. Hemen durumu kendisine iletip, süratle olay yerine hareket ettim.
Kırca’yı henüz kaldırmamışlardı, olay yeri ekibi ilk incelemelerini yapıyordu. Olayın geçtiği odaya oldukça gergin girdim. O, heybetinden bir şey kaybetmemiş şekilde, koca bir çınar gibi tertemiz kanının içerisinde öyle masum yatıyordu ki. Yüzünü tarif edemeyeceğim bir ışık kaplamıştı. Her şeye rağmen “Neden yaptın bunu?” diye söylendim kendi kendime, “Senin gibi bir adam, neden kıyar canına?”
Neler yaşadığını, neler çektiğini biliyordum. Çektikleri aklıma geldi. O görüntü ile duygular, düşünceler birbirine karıştı. “Erkekler böyle durumlarda ağlar” dedim ve göz pınarlarıma dolan gözyaşlarımı bırakıverdim.
Sonuç olarak gerçek bir kahraman hayatına son verecek kadar canından bezdirilmişti. Başka bir ülkede olsa heykelini dikerlerdi onun…
***
Abdülkerim Kırca’nın kan gölünün ortasında yattığı dakikalarda, Etimesgut’ta bulunan bir benzin istasyonunda, pompacı çocuk arabasına benzin koyduğu orta yaşlardaki bir adama, ”Abi belediye bugün Star Gazetesini bedava dağıtıyor, buyur” diyerek malum gazeteyi uzatacaktı.
Gazeteyi alan Bey, hareket etmeden beleş gazeteye kısa bir göz atacak ve Kerim Kırca ile ilgili haberi görür görmez; “Ulan ne kadar ahlaksız, şerefsiz subay varmış bu orduda. İyi ki şu gazeteler var. Yoksa biz bunları kahraman sanarak, bağrımıza basmaya devam edecektik” diye geçirecekti içinden.
Bu intihara sebep olan haberi yapan Star Gazetesi, o gün iktidar yanlısı bir kısım belediye tarafından bedava dağıtılıyordu. “Bu devirde kimse kimseye günahını bile vermezken, bu gazeteler neden ve nasıl bedava dağıtılır, bunların finans kaynağı nedir?” diye düşünmezdi tabii orta yaşlı adam ve onun gibi düşünenler…
O gazeteyi okuyan kaç kişi bu şekilde düşünmüştür bilemiyorum. Ama inandığım, hiç de azımsanmayacak sayıda olduklarıdır.
İnsanların; gerçeği tam olarak bilmeden, sorgulamadan, onlar rahat yataklarında uyurken, ölüme talip olanların arkasından suizanda bulunmasının, karalamasının, iftiralara ortak olmasının sonucunun, ilahi anlamda mutlaka bir karşılığının olacağına inanırım. Sanırım bunu da yaşayarak gördük, görüyoruz. 15 Temmuz’da yaşananlar, sanırım tam da söylediklerimin karşılığı olsa gerek.
***
Sonuç; İran’da Süleymani’ler kahramanlaştırılırken, başka ülkelerde yapay kahramanlar yaratılırken, ülkemde gerçek kahramanlar el birliği ile yok edildiler. Kimi intihar etti, kimi cezaevlerine tıkıldı, orada can verdi. Kimi hastalandı, dışarıda Hakk’a yürüdü. Bir kısmı da bu manzara karşısında artık fedakârlık yapmanın anlamsız olduğunu düşünerek köşesine çekildi. Artık geriden gelenlerin önlerinde rol modelleri yok.
Ama kahramanlığın sonu ile ilgili günümüzde pek çok örnek olay var. Bunun sonunda yaşanacaklardan ülkem adına hem korkar, hem de üzülürüm. Herhalde bu ülke ile ilgili projeleri olanların ellerini ovuşturdukları bir süreci yaşadık, yaşıyoruz.
Bir milletin kahramanları, o milletin gözünün önünde canından bezdirilip intihar edecek noktaya getiriliyorsa ve millet buna kayıtsız kalıyorsa, bilinsin ki aslında o millet intihar etmektedir.
Dua ile komutanım, ağabeyim Abdülkerim Kırca. Sen ülken için üzerine düşeni yaptın ve onurunla ebediyete göçtün. Oradaki kahramanlar ordusuna selam söyle!
Bundan sonrasını da yaşayanlar düşünsün!