Atatürk Havalimanından Sirkeci istikametine giderken, Ataköy’e yaklaşınca sağınızda denizi görürdünüz. Uzunca bir süredir, denizi görmek için Bakırköy’e kadar beklemeniz gerekiyor. Çünkü tüm Ataköy sahili betondan bir barikatla kapanmış durumda.
Denizi zengin Araplara mahsus bir “ayrıcalık” haline getiren bu beton yığınlarının öyküsü, ta 1989 senesinde ANAP hükümetinin bölgeyi turizm alanı ilan etmesi ile başlıyor. 1991 ve 1997’de iki imar planı yapılmış. Aslında inşaatların başladığı 2013 yılına kadar her şey yasalara uygun, en azından “kılıfına uydurulmuş” görünüyor: Turizm bölgesinde turistik tesisler yapılacak. Ancak projelerin reklamı yapılmaya başlanınca anlaşılıyor ki yapılanlar turistik tesis değil lüks apartman. “Arada ne fark var” demeyin, turizm imarı olunca kapalı inşaat alanını iki katına çıkarıyorsunuz, böylelikle beton duvarlarınızın yüksekliği de şimdiki gibi yetmiş metreye varıyor!
Vatandaşlar dava açıyor. Dava süreci devam ederken CHP’li belediyenin bir durdurma hamlesi var ama başarılı olamamış. İnşaatlar tam gaz devam etmiş. Bu esnada dava sonuçlanmış ve İstanbul 5. İdare Mahkemesi, sadece imar kanununun değil, kıyı kanunu ve Anayasa’nın da ihlal edildiği kararına varmış.
Ancak müteahhitlerin arkası ne kadar sağlamsa artık, kimseler bu “kutsal betonun” kılına bile dokunamamış, hala da dokunamıyor. O “sağlam arkanın” AKP olduğunu hepimiz biliyoruz. Vurgunun boyutu milyar dolarlar ile ifade ediliyor ve vekil midir, bakan mıdır, daha etkili biri midir bilmiyoruz, gizli bir el Ataköy’deki beton yığınlarını koruyor.
EN UZUN BETON DUVAR
Şimdi, ilk bakışta bu kadar net göremediğimiz bir başka beton duvardan söz edeceğim. Bu duvar, Balıkesir’in Altınoluk beldesinden başlar ve dünyanın en güzel denizlerinden biri olan Ege’nin tüm doğu kıyısı boyunca, ta Marmaris’e kadar uzanır.
İki bin kilometreden daha uzun olan bu kıyı şeridi üzerinde yer alan kasaba irisi kentler, birbirine eklenmiş beton halkalar gibidir. Bir zamanlar, çam ormanlarının zeytinliklerle buluşup denize kavuştuğu bu coğrafya, şimdi birbirinden çirkin sitelerin, otellerin, alışveriş alanlarının, lahmacuncuların işgali altındadır. Ağaçlı, dereli, kuşlu isimleri olan köylerde, şimdi ağacın da kuşun da derenin de esamesi okunmamaktadır.
Doğa açısından bakacak olursak, ülkesinde parasını koyacak yer bulamayınca, gelip Ataköy sahiline çöken Arap ne ise, tıksırıncaya kadar para kazandıktan sonra, “ah buralar yaşanmaz oldu” sızlanmalarıyla Ege’ye huruç eden İstanbullu da odur. Türkiye’nin en aktif yağmacı türlerinden biri olan “kıyı müteahhitleri”, onlar için siteler, evler, apartlar dikmiş, yollarını gözlemektedir.
Evet, en az yirmi yıldır tamamı CHP yönetiminde olan bu yerler benzeri az görülür türde bir yağmanın kurbanı olmuştur. Akçay, Didim, Kuşadası, Bodrum, Seferihisar gibi “gözde” yerlerde, normal bir insanın hissedebileceği tek şey mide bulantısıdır. O iğrenç manzaraların arkasında ne tip siyasi usulsüzlüklerin olduğunu, CHP’li müteahhit takımının nasıl semirtildiğini öğrenmeniz için buraların yerel gazetelerine kısa bir göz atmanız yeter.
BETON DEĞİL RİYÂKARLIK
İşte Kaz Dağlarındaki sevimsiz görüntü beklenmedik derecede iyi bir şeye vesile oldu. CHP, Kirazlı’nın Kanadalı şirket tarafından nasıl talan edildiğini anlatırken, AKP ÇED raporunun altındaki CHP’linin imzası ile karşı hamle yaptı.
Adeta “tencere dibin, kara seninki benden kara” isimli bir vodvili izliyor gibiyiz. Daha bir ay önceki orman yangınlarının sorumlusu HDP/PKK’nın sahnedeki utanmaz çığırtkanlıklarını saymıyorum bile.
Herkes birbirinin kirli çamaşırlarını ortaya dökerken, biz de böylelikle, betondan çok daha ciddi bir sorunla, siyaset kurumuna egemen olan “riyâkarlıkla” yüzleşmiş olduk. Ve anladık ki paranın ve gücün egemen olduğu bir hayattan kurtulmamızın yolu, en önce bu iki yüzlülüğü yenmekten geçiyor.
Aydınlık