Londra, Paris, Brüksel, Berlin, New York gibi ünlü merkezlerde ‘farklı kültürlerden’ insanların kafeslerde teşhir edildiğini biliyor musunuz?Batı’nın üstünlük hastalığı: Kafeslerde teşhir edilen insanlarTÜLİN UYGUR

Liste bu kadarla sınırlı değil. 1800 yıllarının ortasından İkinci Dünya Savaşı’na kadar Avrupalılar, Amerikalılar adeta yarışmış topraklarından koparılıp getirilen insanları hayvanat bahçelerinde sergilemek için... 

500 YILLIK SÖMÜRÜ DÜZENİ 

500 yıl önce dev kalyonlarla denizler ötesini keşfeden Portekizliler ve İspanyollar, Güney Amerika’da yerlilerin soyunu kuruturcasına katliamlar yapmış, yer altı ve yer üstü zenginlikleri talan ederken sağ kalan yerlileri Hristiyanlaştırmış ve köleleştirmişti. Ardından Hollandalılar, İngilizler ve Fransızlar da keşif ve sömürü yarışına dahil olmuş, Asya’nın, Afrika’nın kaynaklarına saldırmışlardı. Japonya, Çin ve Osmanlı İmparatorluğu hariç hiçbir bölge “beyaz adamın” hışmından, sömürüsünden kurtulamamıştı. Üstelik Avrupa’da doğan yeni fikir akımlarına, devrimlere rağmen sömürülen coğrafyaların kaderi değişmemişti. Dünyanın kara yüzölçümünün sadece yüzde 8’lik alanına yerleşik Avrupalılar, 1492’den 1914’e kadar dünyanın yüzde 80’ini işgal etmiş, sömürgeleştirmiş ve ele geçirmişti. 

LİNNÉ’DEN DARWİN’E ‘ÜSTÜN BATILI’

Yüzyıllarca dünyaya hakim olunca Batılılarda çılgın bir üstünlük duygusu oluşmuştu. 1700’lü yılların sonlarında romantizm akımıyla kendilerinin “saf ve temiz” olduğuna inanmaya başlayan Batılıların bu duygusu bilimsel gelişmelerle körüklendi. İsveçli Carl von Linné gibi bilim insanları uluslararası ilgi çeken araştırmalarıyla insanları, hayvanları ve bitkileri bilim adına sınıflandırmaya başlamıştı. “Homo Sapiens” yaşadığı bölgeye, derisinin rengine ve “her bir ırka özel” farklarına göre gruplandırılıyordu. Linné, Afrikalıları kara derili, sakin, yavaş, dikkatsiz; Asyalıları sarı derili, katı, melankolik ve açgözlü; Amerika yerlilerini kırmızı derili, basit, aceleci, çabuk sinirlenen, kavgacı, Avrupalıları ise soluk benizli, çabuk, akıllı, buluş yeteneği olan ve kaslı diye sınıflandırmıştı. 

1800’lü yıllar Avrupa’yı çok sarsmıştı. Egemenlerin Viyana Kongresiyle eski siyasi düzene dönme çabaları, kanla bastırılan 1830 ve 1848 devrimleri, hızlanan sanayileşme ve değişen yaşamlar Avrupa’da fırtınalar yaratmaktaydı. Öte yandan bilim insanları yeni arayışlar ve maceralar peşindeydi. Charles Darwin, İngiltere’deki güvenli üniversite koridorlarından uzak coğrafyalarda, bugünkü Şili ve Arjantin topraklarında, “türlerin kökeni” teorisine temel oluşturacak ilk ürünlerini topluyordu. Karşılaştığı yerlileri notlarında “..çıplak bir vahşinin görüntüsü öyle bir olay ki asla unutulamaz…vahşi ve medeni insanlar arasındaki farkın bu kadar fazla olacağını hiç düşünmemiştim, öyle ki bu fark vahşi ve evcilleştirilmiş hayvanlar arasındaki farktan bile daha fazla” gibi ifadelerle anlatıyordu. Darwin 1833 yılında Brezilya’da bir yerli kabilesini nasıl katlettiğini anlatan İspanyol ile konuşmasını not defterine şöyle yazmıştı. “…oldukça karanlık bir tablo, 20 yaş üzerindeki kadınların tümü soğuk kanlı bir biçimde öldürülmüşler. İtiraz ettiğimde “neden, ne yapmalıydık, bunlar ürüyorlar” dedi…burada herkes bunun en haklı savaş olduğuna inanmış durumda, çünkü bu (savaş) barbarlara karşı yapılıyor”. Barbarlara karşı savaşılmasını onaylayan Darwin, haklı savaş söylemini de “…bu oldukça doğal, burada ne erkek ne kadın ne at ne de inek yerlilerin saldırılarına karşı emniyette değil” diyerek onaylıyor ve talancılarla aynı dili kullanıyordu. “Bizim burada ne işimiz var, burası onların yurdu” diyemiyordu! 

1859’da “Türlerin Kökeni” kitabını yayınlayan Darwin’e göre “en güçlünün sağ kalacağı” doğal yasa, çevreye uyabilen kuvvetli bireyleri yaşatırken diğerlerini yok ediyor. Darwin’e göre sağ kalmak için gerekli şart “güç”. Darwin’in teziyle başlayan tartışmalara bir katkı da Avusturyalı keşiş Gregor Mendel’den gelir. Mendel’in bezelyeleri ve “kalıtım yoluyla geçen özellikler” insan neslinin nasıl geliştirilebileceğine yönelik tartışmaları hızlandırır.  

“Doğal ayıklanma, türlerin çevreye uyumunun sürekli bir biçimde ileri gitmesini garanti eder” sonucuna varan Darwin’in karşısına kuzeni Francis Galton çıkmıştı. Evrim ve kalıtım kurallarını yeniden yorumlayarak öjenizm (soyarıtımcılık) akımını başlattı. Irk biyolojisinin kuramcısı olan Galton’a göre doğal ayıklanma ile toplumların en “ilkel” unsurlarının elenip, ileri unsurlarının korunması beklenemezdi. Dışardan müdahale ederek ileri unsurları korumak gerekirdi. Müdahale “ilkel” olanı saf dışı bırakacak biçimde yapılmalıydı. Darwin kuramıyla, Mendel’in genetik kuramını barındıran öjenizm (soyarıtımcılık) ırkçıların elinde bir silah oluvermişti. “Uygun ve kaliteli” ebeveynlerin çocuk sahibi olması teşvik edilmeli, “düşük nitelikli” ebeveynlerin çocuk sahibi olması engellenmeliydi. Irkların birbirine karışması ise “saf ırkı” bozabilir, sayısını azaltabilir ve insanlığı yok edebilirdi. 1800 yılları ortasından itibaren bilimsel köken vurgusuyla “ırk” düşüncesi ve “farklılık” Avrupa ve sömürgelerinde etkin olmuştu. Nitelikli beyaz Batılı üstündü, üstün kalmalıydı!  

TEŞHİR EDİLEN İLK İNSANLAR
Avrupa’da insanların ilk teşhir edildiği tarih 1501. Bir grup eskimo/inuit İngiltere’de Bristol’de sergilenmiş. 1580 yılında da bir Brezilya köyünün yerlileri Fransa’da Rouen’de. Pedro Gonzales, 1547 yılında Tenerife adasından kaçırılıp Fransa kralı II. Henri’ye getirildiğinde önce saray yakınında bir mağaraya kapatılmış. Hipertrikoz hastalığı nedeniyle tüm yüzü ve vücudu tüyle kaplı olan Pedro, Kral ile Latince sohbet edebilir ama kendisine insan ve hayvan arası bir varlık gibi davranılmasından kurtulamaz. Evlenir, çocukları da tüylü doğar. Ailece doktorların ve ressamların ilgi odağında olurlar. “Tüylü” Gonzales ailesinin tabloları bugün Avusturya’da Ambras Şatosu’nda görülebilir. Pedro Gonzales’in öyküsünün 1740 yılında “Güzel ve Çirkin” kitabını yazan Gabrielle Suzanne Barbot de Villeneuve ilham verdiği söylenir.  

FARKLI KÜLTÜRLERİN DRAMI 

Avrupalılar dış dünyaya açılıp genişledikçe kaşifler ve bilim insanları sadece gördükleri coğrafyaların, burada yaşayan insanların ve kültürlerinin hikayesiyle geri gelmiyordu. “Vahşi” olarak niteledikleri insanları gemilere yükleyip Avrupa ya da Amerika’ya getiriyorlardı. Yerliler yolculuk boyunca bilimsel çalışma adına dişlerinden cinsel organlarına kadar inceleniyor, bilim adına kadınlarına tecavüz ediliyor, seksüel davranışları araştırılıyordu. “Vahşiler” denek olarak anatomi salonlarında, doktor masalarında can veriyordu. 

PARA KAZANMA HIRSI  

Avrupalı girişimciler tez zamanda ırk ve farklılığın insanlardaki merak ve üstünlük duygusunu körükleyeceğini, bu işten para kazanacaklarını keşfeder. Dünyanın beyaz adam tarafından sömürgeleştirilmesinin ne kadar doğru olduğunu halka kanıtlayacak olanlar da “vahşiler” olacaktır. Birbiri ardına açılan lunapark ve hayvanat bahçeleri artık yeni atraksiyonlara hazırdır. Sömürgelerden getirilen yerliler, Londra, Amsterdam, Paris, Berlin, Stockholm, St Petersburg, New York, Şikago gibi birçok şehirde sirk ve panayırlarda “vahşi”, “egzotik”, “hilkat garibesi” gibi duyurularla teşhir edilir. Hayvanat bahçelerinde bazen etrafları çitle çevrilmiş toprak veya saz kulübelerde bazen de kafeslerde yaşamın her anını gözler önünde yaşamaya, tören kıyafetleriyle dans etmeye zorlanırlar. Daha çok seyirci çekebilmek ve daha fazla para kazanabilmek için yerlilerin adetleri abartılarak ya da uydurularak sunulur, tıpkı “yamyamlık” ları gibi. Üstelik sergilerine “bilimsel” değer katmak için saygın profesörlerin açılışlarda konuşmaları sağlanır. 

Avrupalılar işi o kadar ileri götürür ki kendi azınlık gruplarını da hayvanat bahçelerinde sergilemekten çekinmez. Tıpkı İsveç’ten bir grup Lapon’un 1874’te Hamburg’a bir hayvanat bahçesi sahibi olan Alman Carl Hagenbeck’e gönderilmesi gibi. Hagenbeck Laponlardan çok para kazanınca Sudan’dan Nubileri, Grönland’dan Eskimoları, Somalileri, Etiyopyalıları, Sri Lankalıları, Bedevileri de getirir, teşhir eder. 

BRÜKSEL’DE KONGOLULAR 

1885’te kendi ülkesinin tam 80 katı büyüklüğündeki Kongo’yu sömürgeleştiren ve büyük katliamlara da imza atan Belçika kralı II. Leopold, yatırımcıları cezbetmek için 1897’de 297 Kongoluyu Brüksel’e Tervuren’deki “Sömürge Sarayı” na getirmişti. Hayvanat bahçesinde Kongoluların teşhir edildiği bir Kongo köyü yapıldı. 1,3 milyon Belçikalı, 297 Kongoluyu seyretmeye geldi. Soğuk Belçika yazı nedeniyle Kongoluların 7’si zatürre olup kısa sürede öldü. Ölenler toplu mezara gömüldü. 

FRANSIZ SÖMÜRGELERİ PARİS’TE 

Fransa’nın zirvede olduğu 1907 yılında, Paris’te “Le Jardin d’Agronomie Tropicale/ Tropikal Tarım Bahçesi” sergisi açılır. Amaç Fransa’nın gücünü göstermek ve sömürgelerini Paris’te yaşatmaktır. Asıllarına uygun olarak tasarlanan devasa binalar, tapınaklar yapılır. Sömürgelere gidemeyenler de oraları görmüş gibi olsun diye. Egzotik coğrafyalardan getirilen yiyecekler halka tanıtılırken, oraların yerlileri hayvanat bahçesinde kafeslerde teşhir edilir. Milyonlarca insan, başka insanları kafeslerde görmek için hayvanat bahçesine doluşur. 

Binlerce isimsiz arasında adı ve hikayesi hüzünle anılanlar da var. 

SAARTJİE BAARTMAN

Güney Afrika’da “Hottentot” olarak adlandırılan Khoisan kabilesinden olan Saartjie Baartman ya da Sara, köle olarak ev hizmetinde çalıştırılıyordu. 1810 yılında Güney Afrika’da köle kamplarında çalışan İngiliz askeri cerrah William Dunlop ile karşılaştı. Ek iş olarak Avrupalı insan tüccarlarına köle pazarlayan doktor Dunlop, Saartjie’nin çok iri kalçalarıyla kendisine para kazandıracağını anlamıştı. Londra’ya birlikte gitmek için tehdit dahil her türlü yolu dener ve sonunda başarır. Doktor, “Hottentot Venüs” adıyla reklamını yaptığı Saartjie’yi Londra’da çırılçıplak bir şekilde bir kafeste sergiler. Saartjie oturup kalkmaya, arkasını dönerek bacaklarını açmaya, geniş kalçalarını ve cinsel organını sergilemeye zorlanır, çünkü Saartjie’nin cinsel organının küçük dudakları da aşırı büyüktür. Avrupalı doktor, tıpta aşırı yağ toplama ve fazla irileşme hastalığı olarak adlandırılan bir hastalığı beyaz ırkın üstünlüğünü kanıtlamak için kullanmaktan çekinmez. Boynunda muhtemelen annesinin verdiği kabuklardan yapılma bir kolyesinden başka hiçbir şeyi olmayan Saartjie, Londra ve Paris’te binlerce kişi önünde teşhir edildikten sonra 1815 yılında 26 yaşındayken ölür. Kemikleri ve vücudunun kalıbı 1974 yılına kadar Paris’te “Musée de l’Homme/İnsanlık Müzesi” nde sergilenir. 1994 yılında Nelson Mandela Saartjie’inin kemiklerini talep eder. Uzun tartışmalardan sonra 2002 yılında Fransa’dan izin çıkar. Saartjie köyünde toprağa verilir. Mezarı saldırıya uğrayınca üzeri betonla örtülür. Saartjie’nin tutsaklığı ölümünden sonra da sürer.  

ABORJİN TAMBO AMERİKA’DA  

Kanadalı insan tüccarı Robert Cunningham 1883’de Avustralya’yı ziyaret eder. Hem bir sirk için hem de etnoloji kongresi için koleksiyonuna yeni kabileler arar. 6 erkek, 2 kadın ve Wulguru kabilesinden bir çocuğu alır Şikago’ya götürür. İngilizlerin Tambo adını verdiği asıl adının Dinarah veya Wangong olduğu sanılan bir aborjin ve karısı da yerliler arasındadır. Sadece iki kişinin İngilizce bildiği yerliler “dövmeli yamyamlar ve bumerang atıcıları” olarak tanıtılırlar. Dans etmeye, şarkı söylemeye, bumerang atmaya zorlanırlar. Hayatlarında ilk defa gördükleri fil “Jumbo” ile gösteri yaparlar. ABD, Avrupa, Rusya’da turneye çıkarılırlar, antropologlarca incelenirler. 2 yıl içerisinde 5’ i ölür. Tambo bunlardan biridir. Dini tören yapmalarına izin verilmez. Tambo bir cenaze firmasında mumyalanıp “Drew’s Dime Museum/ Drew’un Garip Şeyler Müzesi” nde sergilenecektir. 1993 yılında mumya firmanın deposunda bulunur. Tambo 110 yıl sonra ayrıldığı vatanına geri döner, Avustralya’da Palm adasında toprağa verilir. 

OTA BENGA

New York Bronx hayvanat bahçesinin ziyaretçileri 1906 yılında “Maymun Evi” ne geldiklerinde Belçika Kongosu’ndan getirilen Ota Benga’nın kucağında bir maymunla kafeste oturduğunu görürler.  

Kongo’da bir pigme köyünde katliam yapan Belçikalı sömürgeciler, Ota Benga’nın tüm ailesini gözlerinin önünde öldürürler. Bir misyoner Ota Benga’yı alır, Amerika’ya 1904 yılında Saint Louis Dünya Fuarı için hazırlanan pigme köyüne götürür. Ota Benga sergiyi gezenlere bir “vahşi”, bir “yamyam” olarak tanıtılır, çünkü dişleri sivriltilmiştir. Sergi bittikten sonra ne dönecek bir köyü ne ailesi ne de parası olan Ota Benga, misyonerle Amerika’da turneye devam eder ta ki misyoner tarafından Bronx Hayvanat Bahçesi sahibi William Hornaday’e bırakılıncaya kadar. Ota Benga maymunların arasına kapatıldığında ev arkadaşı, insan gibi elbiseler giydirilen, bisiklet binmeyi öğrenmiş orangutan Dohong olur. Ota Benga, maymunla insan arası bir yaratık gibi orada teşhir edilir. Kafesin önüne tanıtma yazısı konur:  

“Afrika pigmesi, Ota Benga, 28 yaşında,149 cm boyunda, 46 kg ağırlığında, Güney Merkezi Afrika, Kongo, Kasai Nehri’den Dr. Samuel P. Werner tarafından getirildi, Eylül boyunca her öğleden sonra sergilendi.”

Afro Amerikanların protestoları sonucu hayvan kafesinden kurtarılan Ota Benga, bir yetimhaneye verilir. Testere gibi dişleri kaplanır, okula gider, ilkel bir vahşiden beyefendi yaratılacaktır. Gazeteler Ota Benga’nın “insan eti yeme eğilimini”, zekasının çocukla eş olduğunu, sigara içmeyi sevdiğini yazarlar. Tütün fabrikasında çalışmaya başlayan Ota Benga Birinci Dünya Savaşı başlayınca ülkesine dönme ümidi yok olur. 12 yıl boyunca aşağılanmıştır. Dişlerindeki kaplamalarını söker. Kendini vurarak 32 yaşında hayata veda eder.  

O GÜNDEN BUGÜNE 

Şimdilik Batı’nın teşhir örneklerini burada noktalayalım. 1500’lerden bugüne çok yol alındı ama Batı üstünlük hastalığının verdiği sancılarla yaşamaya devam ediyor. Ne dünyaya bakışı değişti ne de kendi ülkelerindeki etnik farklılıklara. Gelişmeleri ibretle izliyoruz.  


Aydınlık