Coşkun Faik Kavala yazdı:


MS 537 yılında tamamlanan dünyanın en önemli kültür ve sanat varlıklarından Ayasofya, 10 Temmuz 2020 tarihi itibariyle Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanarak yeniden cami haline getirildi. Böylece Ayasofya’nın 1500 yıllık kırılma anlarından biri daha yaşanmış oldu. Bu kararın altına imza atan lider de, Ayasofya’ya damga vuran dördüncü lider oldu.

Ayasofya’ya damga vuran diğer liderler kim? Jüstinyen, Fatih, Atatürk…

Liderlerin hepsi, bu eseri yaptırırken ya da dönüştürürken güçlerinin doruğundaydı.

 

Jüstinyen Ayasofyası

Hayatının amacını ‘Renovatio Imperii – Roma İmparatorluğu’nu diriltmek’ sloganıyla açıklayan Jüstinyen, kendi iktidarına bir meydan okuma olan Nika İsyanı’ndan zaferle çıkmıştı. Tek bir dini öğretiye dayalı, otoritesi senato gibi kurumlar tarafından sınırlanamayacak bir tek adam rejimi kurmak istiyordu ve Ayasofya bunun simgesi olacaktı. Bu yüzden mimarlar Isidoros ve Anthemios’a, tarihte daha önce benzeri olmayan bir bazilika tasarlamaları talimatını verdi: Kubbeli bazilika… Çok yüksek, tek ve büyük bir kubbe olacaktı; bu kubbe tek devleti, tek dini ve tek imparatoru simgeleyecekti. Ayasofya, bu şekilde, beş yıl gibi kısa bir süre içinde, ‘gökyüzünde tek bir Tanrı varsa, yeryüzünde de onu temsil eden tek bir İmparator olmalı; Tanrı nasıl gökyüzünde her şeye hakimse, imparator da yeryüzünde her şeye hâkim olmalı’ anlayışının mimari ifadesi olarak inşa edildi.

Doğu Roma tarihinin geri kalanı boyunca, imparatorların taç giydiği, zaferleri kutladığı, başkentin en önemli yapısı olarak önemini korudu. RomaSasani zaferlerinden zaferle çıkan Heraklius, İsa’nın üzerinde çarmıha gerildiğine inanılan Gerçek Haç’ı burada kutsadı. ‘İkonaların kırılması’ adı verilen iç savaş dönemi sonunda ikonacıların zaferi, burada kutlandı. 1054’te Katolik ve Ortodoks kiliseleri burada ayrıldı. Şehri elli yedi yıl işgal eden Haçlılardan kurtuluş, 1261’de burada kutlandı. Ve fetih öncesi son Ortodoks ayini burada yapıldı.

Doğu Roma, Ayasofya’yı asırlarca süsledi; apsid bölümündeki Teotokos Meryem mozaiği, İmparator Kapısı’nın üstündeki Pantokrator İsa mozaiği, üst galerideki Deisis mozaiği gibi örnekler tüm dünyada sanat tarihçileri tarafından Bizans sanatının en üstün örnekleri, şaheserleri olarak kabul edildi.

Fatih Ayasofyası

Fatih, 1453’te İstanbul’u fethettiğinde, aklında emperyal bir vizyon vardı. O, bu şehri sadece stratejik nedenlerle değil, tarihte kurulmuş tek imparatorluk olarak kabul edilegelen Roma mirasını elde etmek için de fethetmişti. Roma imparatoru olmak, bütün fatihlerin ortak hayaliydi: Charlemagne, 800 yılında Roma’ya gelerek kendisini Roma İmparatoru ilan etmişti. İki yüz yıl sonra Alman kralı Otto, kendisini Kutsal Roma – Germen imparatoru ilan etmişti. Fatih de Topkapı’dan şehre girişiyle birlikte, artık Roma imparatoru, Kayzeri Rum’du. Ve elbette şehre girer girmez soluğu, Roma tarihinin en büyük yapısı olan Ayasofya’da aldı.

Ama Fatih’in bir farkı vardı. Charlemagne ve Otto Katolikti. Doğu Roma imparatorları Ortodokstu. Fatih, Müslümandı ve diğer dinlere karşı büyük bir merak ve hoşgörü beslemekle birlikte, Müslüman kimliğinden soyunmaya niyeti yoktu; O, Müslüman bir Roma İmparatoruydu, onun kurduğu imparatorluk da diğer din ve inançlara haklar veren bir Müslüman Roma idi. Bunun doğal sonucu olarak, Roma’nın dünyaya hükmetmesinin sembolü olan Ayasofya, zaman kaybedilmeden camiye dönüştürüldü.

Osmanlı tarihinin kalanı boyunca, padişahların ve divan erkanının topluca namaz kıldığı, kentin en önemli bir camisi olarak önemini korudu. Osmanlı Devleti, Ayasofya’nın korunması için adeta bir servet harcadı, Mimar Sinan yapıyı payandalarla güçlendirdi, çevresine minareler, padişah türbeleri eklendi. III.Murat döneminde yapılan mermer minber, II.Mustafa’nın, III.Ahmet’in, II.Mahmut’un hat tabloları, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin eseri olan kubbe ortasındaki Nur Suresi 35.ayeti ve İslam dünyasının en büyük hat levhaları, yapının İslami kimliğini vurguladı. 

Atatürk Ayasofyası

Hayatını çökmekte olan bir imparatorluktan milli bir vatan çıkarmaya adamış olan bir Türk subayı, Mustafa Kemal, I.Dünya Savaşı sonrasındaki yenilmişlik duygusunu dağıtıp, bir meclis örgütleyip, bir Kurtuluş Savaşı başlatıp vatanı kurtarmayı başarmıştı. 24 Temmuz 1923’te, genç bir subay olarak 1907’de Suriye’ye atandığından beri tasarladığı hayali gerçekleşmişti: Milli bir Türk vatanı. Lozan Antlaşması’nda tüm dünya tarafından tanınıyordu.

Vatanı kurtarıp, kurmak bir işti; onun var olmasını sağlamak başka bir iş. Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğu’nu geri bırakan, onu sanayileşmiş Batılıların yarı sömürgesi haline getiren her şeyi tek tek yırtıp atmaya başladı; ekonomik imtiyazlar, bilimselteknik gerilik, hukuk ve eğitim sistemlerindeki çiftbaşlılık… Ve modern sanayi çağının örnek toplumlarından birini kurmayı başarmış bir milli lider olarak, 1934’te Soyadı Kanunu çıkardığında kendisine Atatürk adı verildi. 

Atatürk’ün dünya görüşü, modern sanayi çağının bağımsız ve kalkınmış milli devleti, gücünün zirvesindeydi. Bu dünya görüşünde artık imparatorluk ve imparatorluk sembollerinin yeri yoktu. Bu nedenle 1931’de restorasyon çalışmalarına izin verilen Ayasofya’da, Bizans dönemine ait mozaikler bulununca, üzerinde çok uzun süreli tartışılmalar yapılmadan, müze yapılması kararı çıktı. Artık Bizans ya da Osmanlı gibi din üzerinde yükselen feodal bir imparatorluk olmadığına göre, dini/emperyal bir Ayasofya’ya da ihtiyaç yoktu. Bu nedenle modern sanayi toplumunun gereklerine uygun olarak Ayasofya müze yapıldı.

Cumhuriyet döneminin geri kalanı boyunca, cumhuriyetin din ve inançlar arasında ayrım gözetmeyen, kadın ve erkek her vatandaşın eşit sayılmasının simgesi olarak önemini korudu. Türk ekonomisinin en önemli sektörlerinden olan turizme yıllar yılı cansuyu verdi.

Son Ayasofya

Atatürk’ün kurduğu cumhuriyette, onun vatandaşı olarak doğan bir genç, babasından ve gittiği İmam Hatip Okulu’nda aldığı eğitimin etkisiyle Siyasal İslam ideolojisine gönül verdi. Bu dünya görüşünün siyasi partisine katıldı, mitinglerinde konuştu, en alttan en üste kadar örgütlerinde bulundu ve İstanbul Belediye Başkanı oldu. 

Bu genci eğiten dünya görüşüne göre, cumhuriyet eğitimindeki her şey tersti. Dini temeller üzerinde yükselen bir imparatorluğun yıkılıp, yerine ilhamını Fransız Devrimi’nden alan laik, eşitlikçi bir cumhuriyetin kurulması tarihi bir felaketti. Lozan, bir zafer değil, bir hezimet, boyun eğme belgesiydi. Cumhuriyetle birlikte yapılan her devrim, sözgelimi kılık kıyafet değişikliği, harf devrimi, tekke ve zaviyelerin kapanması, modern medeni hukuk, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınması, bunların hepsi, Hıristiyan Batı karşısında bir boyun eğme, İslam medeniyetine yapılan bir ihanetti. Bu görüşe göre cumhuriyeti kuran kadro bu ihaneti kolayca işleyebiliyordu, çünkü zaten Müslüman değillerdi. Bu nedenle de hiç çekinmeden, Fatih’in lanetine rağmen, Hz.Muhammed’in zemzemle karıştırılıp, Mekke’den yetmiş deve yüküyle taşınan ağız suyuyla inşa edilmiş ve daha sonra Hıristiyanlarca işgal edilmiş İslam mabedi Ayasofya’yı, İslam’ın, İslam’ın bu topraklardaki mührü olan bu yapıyı müze yapmayı göze almışlardı. Amerika, İngiltere, Vatikan, Yunanistan, bütün Hıristiyan dünyası, Yahudiler, masonlar, İlluminati, dünyayı yöneten gizli aileler, İslam üzerinde gizli hesapları olanlar bu karar karşısında sevinçten havalara uçmuş, Müslüman Türkleri nasıl da dinden çıkardık diye gururla ellerini ovuşturmuşlardı!

Okurumuz, bunlar nasıl sözler, bu nasıl bir masal diye düşünebilir ama bir neslin onlarca yıl boyunca inandığı efsane buydu. Bu nedenle bu ortamlarda yetişmeyen, tarikat ve cemaatlere hiç girmemiş, İmam Hatip okullarının kantinlerindeki hocaöğrenci sohbetlerine tanık olmamış, tarihin bu denli çarpıtılabileceğini tahayyül bile edemeyen büyük bir seküler kesim, Ayasofya ısrarının sebebini hiç anlamadı. Bir kesim, ‘Ayasofya yaslı’ diye şiirler yazar, ‘zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın’ diye naralar atarken, diğer bir kesim, ‘hemen karşısında dev Sultanahmet Camii varken bunlar niye turizm gelirinden mahrum olmamız pahasına Ayasofya’da namaz kılmak istiyorlar’ diye düşündü durdu. Halbuki mesele Ayasofya değildi. Mesele, Lozan’la başlayan tüm sürecin, bir ihanet ve İslam’a hakaret olarak görülmesi, cumhuriyet yerine referansı İslam olan teokratik bir devletin kurulmasıydı ve bu da ‘diriliş’ demekti. Türkiye, yeniden İslam devleti olarak dirilecek, ayağa kalkacaktı. ‘Dava, dava’ diye tutturulan, başından beri buydu. Ayasofya’yı açmak ise, bu ‘dava’nın zaferini, Lozan sonrasındaki devrimlerle gavurlaştırılmış (!) Türkiye’nin aslına rücu etmesini simgeleyeceği için önemliydi, yoksa bina sanatsal anlamda önemli olduğu, eski olduğu için değildi.

Bu süreçte iktidar olan lider, tamamen köyden kente göç etmiş büyük nüfuslu kesimin kahramanı olarak ortaya çıktığı için, daha önceki sağ siyasetçiler gibi toplumun tamamına seslenme ihtiyacı hissetmedi. Mevcut demografik yapı, ‘İslam partisine karşı laiklerin partisi’ algısının bilinçli olarak yaygınlaştırılması, İslami partinin ‘ezilenlerin kendilerine o ana kadar tepeden bakmış elitlere karşı intikam hareketi’ olarak görülmesi, iktidarda kalmaya ve çeşitli güçlerle hesaplaşmaya yetiyordu. Ancak tüm Türkiye’ye bu tek yanlı bakış ve tek tipleştirme kaygısı, sonuç doğurmakta gecikmedi ve 2013 mayısında mevcut iktidar tarafından hor görüldüklerini düşünen kitleler ayağa kalktı. Bu, din devleti kurmaya çalışan Jüstinyen’e karşı 1500 yıl önce gerçekleşen Nika İsyanı’na çok benziyordu. 

Elbette bu topraklarda protestolar neticesinde hükümetlerin istifa ettikleri pek görülmediği için, 2013 protestoları, Topçu Kışlası inşaatını erteletmek sonucuyla kapandı. İktidar açısındansa, Jüstinyen nasıl dine ve tek otoriteye dayalı yeni imparatorluk rejimini Nika’dan sonra kurduysa, sözkonusu lider de aklında ne varsa hepsini 2013’ten itibaren tek gerçekleştirmeye başladı. Bunu yaparken, tıpkı dört bir yana zafer anıtları diken Jüstinyen gibi, zaferini simgeleyen yapılar yaptırmayı ihmal etmedi; Çamlıca tepesine Türkiye’nin en büyük camisi, Taksim Meydanı’na cami gibi.

Kuşkusuz halk için ihtiyaç olan, yararlı olan her tür imar faaliyeti güzeldir. Ancak tüm muazzamlığına rağmen Çamlıca Camii, Ayasofya ile yarışabilecek bir sembol değildi. Ve Ayasofya, nefret edilen, iğrenilen laik, Batılı cumhuriyet tarihinin simgesi olarak yeni İslami imparatorluk projesine hakaret edercesine hala oradaydı. Ayasofya’ya bayrak dikmek, devleti, Roma’yı teslim almak, ‘buranın tek sahibi benim’ demekti. Ayasofya’da minbere çıkıp, cemaat önünde konuşma yapmak, Osmanlı padişahlarının mirasçısı olunduğunun dünyaya ilanı demek olurdu. Bu da sonradan inşa edilen güzel yapıların balkonlarından konuşma yapmaktan çok başka bir şeydi, ruhani bir olaydı, sadece dünyevi iktidar değildi; Allah’ın temsilcisi olarak ülke yönetmek, meşruiyeti Fransız devrimcileri gibi halktan değil, padişahlar gibi Allah’tan almak demekti. Gökte Tek Allah varsa, yerde de Tek Ben varım demekti bu. Bu, müze bileti fiyatı ile ya da ‘Ortodoks Rusya ne der’ endişesiyle karşı konabilecek bir şey değildi, bir hayat amacıydı, bir zirveydi. Ayrıca nefret edilen devrimci, laik Türkiye ile hesaplaşmanın, bir defteri kapatmanın ilanıydı. 

Ve kaçınılmaz adım, dünyayı kasıp kavuran pandemi sayesinde atıldı: Turizm gelirleri sıfırlanmıştı ve kimse ‘ama turist gelmiyor’ diye ağlayıp karşı çıkamazdı. Böylece bir çocukluk rüyasının nihayet gerçekleştirilebileceği düşünüldü. 10 Temmuz 2020 tarihi itibariyle, Jüstinyen’in, Fatih’in, Atatürk’ün oturduğu o ‘fatih’ler koltuğunda bu kez, cumhuriyetin bir ferdi olarak İstanbul’un bir semtinden çıkmış, aynı cumhuriyetin Batı ittifakına girişinin bedeli olan İmam Hatip okullarında eğitim görmüş, 1979 İran devriminden ilham almış, 12 Eylül’de solun ezilmesinden yararlanarak yükselmiş ve Amerika’nın bölgede sağlam bir müttefike ihtiyaç duymasından yararlanarak bölgenin en büyük ülkesinin tartışmasız tek lideri olmuş bir insan oturuyordu. Ve Jüstinyen zamanındaki gibi din, devletle, her ikisi de Roma’daki adı pontifex maximus olan ruhani liderle birleşmişti. Artık 1400 yıllık dinin biçimi bile, liderin dünya görüşüne bağlıydı, çünkü en örnek dindar oydu.

Ayasofya tarihine damgasını vuran dördüncü lider, bu haberi duyururken, ‘tek parti döneminde yapılan tarihe ihanetten’ bahsetti. Fatih’in, aslında öyle olmadığını kendisine çok yakın Murat Bardakçı ve Erhan Afyoncu gibi uzmanların bile teyit ettiği vakfiyesindeki sözde lanetini yavaş ifadelerle, zevk alarak okudu ve Atatürk’le seksen altı yıl sonra hesaplaşmış oldu. Ne de olsa, seküler kesimi temsil eden partiler bir şey yapamazlardı; çünkü İslami – dini konularda muhalefet yapılması durumunda karşı taraf hemen ‘dinsiz, Allahsız, ahlaksız, kitapsız’ damgası yiyeceğini bildiği için Atatürk’ü bile savunamayacaktı ve savunamadı da. Açılışı da bilinçli olarak, nefret edilen birtakım karanlık yeraltı güçlerinin (!) gerçekleştirdiğine inanılan Jön Türk Devrimi’nin ve en az onun kadar karanlık olduğuna inanılan Lozan Antlaşması’nın yıldönümüne denk getirdi. Bu, ezeli ve ebedi zaferdi. Jüstinyen’in Ayasofya’ya girerken ‘Seni de geçtim ey Süleyman’ diye haykırması gibi, Ayasofya’ya girerken ‘Seni de geçtim ey Kemal!’ diye haykırsa yeriydi.

 

Ne Zamana Kadar?

Ayasofya, 916 yıl kilise, 481 yıl cami, 86 yıl da müze olarak kaldı. Maalesef çoğu milliyetçi dostumuzun düşündüğü gibi fethin ya da Sultan Fatih’in simgesi olduğu için ve bu bir bakıma haklı sayılabilecek motivasyonla değil… Türkiye’nin yeniden bir din devleti haline gelmesinin, uzun yıllar cumhuriyet ve laiklik hakkında yalanlara inandırılmış kitlenin intikamının simgesi olması amacıyla yeniden cami haline getirildi. 

Belli bir kesim için Ayasofya Camii, esas olarak Batı’ya ya da Hıristiyanlığa değil, Atatürk cumhuriyetine direnişin simgesi olduğu için Ayasofya Camii, vazgeçilemez ve vazgeçilmesi teklif dahi edilemez bir olgu. Buna rağmen gözden kaçırdıkları bir başka olgu var: Şu an Ayasofya coşkusuyla ayağa kalkan kitlenin önemli bir kısmı, 78 kuşağı. İslamcı olarak doğdular, 1979 İran devriminin ışığıyla ‘biz de başarırız’ diye kenetlendiler, adım adım yükseldiler ve hayatlarının amacına ulaştılar. 

Peki ya yeni nesil? Açılan yüzlerce, binlerce İmam Hatip Lisesi’ne, dindar ve kindar nesil söylemine, değiştirilen ders kitaplarına, yüceltilen Abdülhamit kültüne, Atatürk’ün sadece CHP ile ilişkilendirilmesine, İslami bir Türkiye için yapılan onca uğraşa rağmen gençlik, özellikle 2000 sonrası doğan kitle ne durumda? 

The Man in the High Castle diye bir (roman ve) dizi vardır. Burada Naziler tüm dünyayı ele geçirmiş oldukları için gençlik, Nazizm dışında hiçbir şey bilmez ve yaşadığı ortamı doğal ortam sanır. Halbuki Siyasal İslam ideolojisi, bütün dünyayı ele geçiremedi, 2011 Arap Baharı ile İslam dünyasının fethine kalkışıldıysa da bu bile başarısız oldu. Türkiye, bu haliyle dünyada İran’la birlikte yalnız. Fas Krallığı ya da Tunus Cumhuriyeti, hatta Birleşik Arap Emirlikleri bile pek çok konuda Türkiye’yi yönetenlerden daha modern ve Avrupa’dan Japonya’ya kadar çağdaş dünya ile barışık. Bu şartlarda, bu internet çağında, elbette milyonlarca insan Müslüman kalmaya devam edecek ama, kim 1979 model bir İslam anlayışının dar kalıplarından memnun olacak? 

İslam’ı sadece namaz kılmak, oruç tutmak, kadınların başını örtmek, içkiyi yasaklamaktan ibaret gören, onun yüzlerce yıllık tasavvuf mirasını, felsefesini, sanatını, medeniyetini, insana saygısını, hoşgörüsünü öğrenmeye çalışmayan, İslam’la çelişerek Bizans tipi lider sultasına teslim olan, İslam’la çelişerek haksızlıklara, yolsuzluklara göz yuman, İslam’la çelişerek Allah’mışçasına başkalarının dinini sorgulayan, kendisine böyle bir yetki verilmediği halde İslam bekçiliğine soyunan, İslam adına siyaset yapıp, yaptığı hataları yine İslam’ın yüce ismini kullanarak örtmeye çalışan bu anlayışı yaşatmak için… 1979 devriminin hala etkisindeki coşkulu, heyecanlı kuşak her şeyini verebilir ama, gençler, dünya hızla modernleşirken bu zihniyetin peşinden gidecek midir?

Evet, Ayasofya hep cami kalabilir. Yüzlerce yıllık sanat eserleri tahrip edilmediği müddetçe, kalsın da, müze bileti olmadan girilmesi, gerekli giriş kontrolleri yapıldığı takdirde tüm vatandaşlarımızın bu eşsiz eseri görebilmesi durumunda bundan rahatsız olmanın anlamı yok. Ayasofya, cami kalabilir. Bunun, hiçbirimiz için bir sakıncası yok.

Ama Ayasofya’yı cami yapmaktaki amacı, çağdaşlıkla, bilimle, sanatla, aydınlık ve ilericilik değerleriyle, cumhuriyetle ve Atatürk’le savaşmak, onu yendiğini ilan etmek olan bir anlayış, sonsuza kadar ayakta kalabilir mi?

Kur’anı Kerim’de sıkça buyrulduğu gibi, ‘Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur.’ Bu ayeti iyi bildiği halde, kendilerini Allah yerine koymaya çalışarak, tüm insanlığın hayatına karışma, insanlara yaşam biçimi dayatma çabasında olanların çocukları, bu konuda aynı kararlılığı gösterecek midir? Yoksa daha aydınlık, daha hoşgörülü, dünyaya daha açık bireyler haline gelecekler midir?

İşte bundan sonraki mücadele, tamamen bundan ibaret olacaktır.

Evet, Ayasofya açıldı; ama zincirler kırılmadı.

Zincirler, tahtlar, taçlar, yeryüzünde Allah’lık taslayanların, yeni Jüstinyen’lerin egemenlikleri son bulduğunda kırılacak.