Eskişehir'den gelen subay arkadaşlar Atatürk'ü karşılarında gö­rünce çok sevinmişlerdi. Bu büyük insanın kendilerini uğurlamağa gelişi moralle­rini de yükseltmişti. Paşa hepsinin ayrı ayrı ellerini sıkarak teker teker konuştu.

Sabiha Gökçen (19132001) hayatını Atatürk'ün izinde bir ömür böyle geçti kitabında anlatıyor. Gökçen'in anlatılarından Oktay Verel'in kaleme aldığı kitap Atatürk'ün doğumunun 100. yılında, 1981'de Türk Hava Kurumu'nca yayınlandı.

Gökçen'in kitabın 103109 sayfalarında Mustafa Kemal'in kendisini Dersim'e nasıl yolcu edişini ve Dersim'i anlattığı bölümleri aynen yayımlıyoruz.

Yüzünde bir ışık yanıp söndü:

"Peki.." dedi. "Madem ki bu kadar istiyorsun ben sana izin veriyorum.. Ama Sayın Mareşal Çakmak'a da bir kere sormamız lâzım.. Bu bir askerî harekattır. Eğer o da müsaade ederse gidersin.. Yalnız şunu unutma, sen bir kızsın. Alacağın görev oldukça çetin. Aldatılmış bir eşkıya çetesi ile karşı karşıya kalacaksın. Onların da ellerinde bir takım silâhlar var. Uçağın arıza yapacak olursa mecburi inişe geçecek ve sonunda onlara teslim olacaksın. Bunun ne demek olduğunu başına gelmedikçe bilemezsin.. Bu taktirde ne yapacağını düşündün mü?"

Ona şu yanıtı verdim:

"Hakkınız var.. Nihayet altımızdaki bir uçak. Her an arıza yapabilir. Düşebilir, çakılabilir.. Şayet böyle bir şanssızlık olursa, hiç merak etmeyin, ben kendimi onlara canlı olarak teslim etmem.."

Sözlerim Atatürk'ü çok mütehassıs etmişti:

"O halde ben sana kendi kullandığım tabancayı vereyim Gökçen.." dedi. "Çünkü sen onunla daha iyi nişan alabiliyorsun!"

Ve daima yanında taşıdığı, İstanbul'da Florya deniz köşkünde şakağıma dayattığı Simitvatson'u uzatarak şunları söyledi:

"Bu kez içi doludur dikkatli ol.. Umarım kötü bir durumla karşılaşmazsın. Fakat herhangi bir zamanda senin şeref ve haysiyetine dokunacak bir olayla, bir durumla karşılaştığında hiç tereddüt etmeden bu silâhı ya karşındakine karşı, ya da kendi beynine boşaltmaktan asla çekinme!"

Tabancayı aldım; önce Atatürk'ün elini sonra da silâhı öptüm: "Paşam." dedim; "bu sözlerinizi ömür boyu unutmayacağım ve sözünüzü mutlaka tutacağım!."

Burada, yeri gelmişken, kısaca tabanca konusuna değineceğim. Atatürk'le zaman zaman atış talimleri yapıyorduk köşkte iken. Kendisi bana da bir simitvetson armağan etmişti. Atış sırasında birlikte nişan almamızı isterdi. Ne yazık ki ben bu konuda pek becerikli olamıyor, isabet kaydedemiyordum.

Bir gün kendi tabancasını uzatarak: "Al bir de şununla yap atışını bakalım Gökçen..» dedi. Onun tabancası ile isabetli atışlar yaptım ve her seferinde de hedefi vurdum. Bunu görünce : "Senin tabancanın namlusu kısa olduğu için iyi atışlar yapamıyorsun. Oysa benim tabancamla her seferinde hedefe girdin.."

İşte Dersim harekâtından önce tabancasını bana vermesi bu olaydan ileri geliyordu. Bilindiği gibi harekâta ertesi sabah gidilecekti. Atatürk Dersim'e gidebilmem için Sayın Fevzi Çakmak'la temas ederek yazılı bir izin belgesi almıştı. O zamanlar uçaklar örneğin Eskişehir'den Elazığ'a gidebilmek için iki defa benzin ikmali yapıyorlardı.

İlk ikmal Ankara, ikincisi ise Kayseri oluyordu. Bu nedenle ben o gece Eskişehir'e dönmedim. Onlara Ankara'dan katılacaktım. Durum Komutana bildirildi. 0 gece sofrada Dersim harekâtı ve aldatılmış kişilerle ilgili bâzı konular üzerinde durulduktan sonra Atatürk arkadaşlarına:

"İşte yine Türk kızına görev düştü.." dedi. "Bizim Gökçen uçağı ile Dersim harekâtına katılacak yarın sabah.. O artık bir genç kız değil, bir genç askerdir.. Arkadaşlarından geri kalmayacağından, görevini bihakkin yerine getireceğinden ben nasıl eminsem, sizler de emin olmalısınız.. Bunun ne derece tehlikeli bir şey olduğunu biliyor. Ama göreve gönderilmediği taktirde böyle bir ayırımın Onun en çok sevdiği meslek olan havacılık mesleğinden kopmasına neden olabileceği düşüncesindeyim.. Yetiştiği ocakta bu gibi hallerde göreve koşması öğretildi kendisine. O halde? O halde şafakla beraber Dersim harekatına katılacak.. Haydi şimdi sen git yat, bir güzel uyku çek.. Sabah er­kenden kalkacaksın.."

İzin isteyip odama çıktım. Işığı söndürüp yatağıma yattım. Ellerimi başımın arkasına kenetleyip düşünmeğe başladım. Tavanda savaş alanları görür gibi olu­yordum.

Bu İsyan hareketinin nedenleri, aldatılan zavallı insanların çıkar için kur­ban edilmeleri bir bir gözlerimin önünden bir sinema şeriti hassasiyeti ile geçiyor­du.. Bu ne kadar sürdü bilemiyorum. Dalmışım.

Gözlerimi açtığımda Atatürk'ü başucumda buldum. O hiç yatmamıştı: "Haydi çocuğum, vakit geldi!." dedi.

Kısa sürede hazırlanarak hareket ettik. Atatürk te benimle birlikte geliyordu havaalanına. Hemşireleri de bizimle beraberdi. Hemen hemen hiç konuşmadık de­sem yeridir. Paşa biraz heyecanlı, biraz da endişeli gibiydi.. Hayır, yanlış söylüyo­rum; endişeli değil üzüntülü idi.. Belki de bu işin sonunda benim dönmeme ihtima­limi düşünüyordu.

Eskişehir'den gelen subay arkadaşlar Atatürk'ü karşılarında gö­rünce çok sevinmişlerdi. Bu büyük insanın kendilerini uğurlamağa gelişi moralle­rini de yükseltmişti. Paşa hepsinin ayrı ayrı ellerini sıkarak teker teker konuştu. Gönüllerini aldı. Küçük savaş anıları anlattı. "Bakın.." dedi. "Gökçen de sizinle be­raber gidiyor.. Bunun anlamı Dersim harekâtına kadınlı erkekli hepimiz katılıyoruz.."

Bizler de Ata'nın ellerini öperek uçaklarımıza bindik ve mutlu bir şekilde An­kara'dan havalandık.. Atatürk uçaklar tamamen gözden kayboluncaya kadar alanda kalarak bizleri izledi..

1 Mayıs 1937 günü Elazığ Vertetik alanına indik. Karargâhımız orası idi. Hare­kâtı Diyarbakır alay komutanı Feyzi Uçaner idare ediyordu. Bizim bölüğümüz takviye için istenmişti. Gelen bölükte benim de bulunduğumu öğrenen o tarihte ordu müfet­tişi olarak orada bulunan Abdullah paşa ile eşi beni karşılamağa gelmişlerdi..

Harekâta katılan tek genç kız bendim. Üstelik te bunu bir havacı olarak ya­pıyordum. Bu nedenle paşalar beni kendi evlerinde konuk ettiler. Arkadaşlarım ise özel hazırlanmış lojmanlara alındılar. Bu lojmanlar ve çadırlar havaalanının hemen yanında bulunuyordu. O gece geç saatlere kadar Dersim'deki olaylar üzerinde du­ruldu.

Üst rütbeli subayların hepsi aynı kanıda idiler: "Bu ayaklanmayı çok küçük bir zümre kendi çıkarları için yapmışlardı.. Ulusumuzu bölmek, bu arada henüz yeni yeni kendine gelmekte olan genç Türkiye'yi yeniden büyük bir tehlikenin içine ata­rak parçalamanın yollarını aramak, yabancı devletlerle işbirliği yaparak kendi men­fur ve bedbaht emellerine erişmek!."

Buna hiç kimse bigâne kalamazdı kuşkusuz.

Ulusal Kurtuluş Savaşı gibi bir tarih destanı yazan, bu uğurda hiçbir özveriden çe­kinmeyen, kendi topraklarının sınırını kam ile çizen bir ulusu bölmeye, Onu yeniden bir serüvene sürüklemeye hiçbir güç yetmiyecekti.. Biz havacılar olarak meseleyi kökünden kazıyacağımıza inanıyor, bunu arkadaşlarımıza söylüyorduk.

Karacı'ların da yüzlerinde, gözlerinde ayni inanç, ayni iman pırıl pırıl yaşıyordu.. Onlar daha düne kadar topsuz, tüfeksiz, aç, susuz düşmanla boğaz boğaza savaşmışlar, bir Bü­yük Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuşlardı. Şehitlerimizin kanı hâlâ topraklarımızın üs­tünde bir buhurdan gibi tütüyor, bize ne yapmamız gerektiğini hatırlatıyordu..

İnsan bir yandan da üzülüyordu elbet.. Biz, tek bir vücut olarak, Türk'üm diyen bir yüce birlik olarak savaşmamış mıydık düşmanla? Peki şimdi neden oluyordu bu ayaklanmalar? Niçin Dersim'de aldatılmış zavallı bir gurup silâhlanarak anlamsız bir takım hareketlere tevessül ediyordu? Gerçekten de çıkar düşüncesi dışında bu soruya anlamlı bir yanıt verebilmeğe olanak yoktu.

Su uyur düşman uyumaz derlerdi ya, doğru bir sözdü bu.. Düşman içerde ve dışarda uyumuyordu. Atatürk ayaklanmanın kesin olarak ve en kısa zamanda bastırılmasını, müsebbiplerinin de en ağır bir şekilde cezalandırılmalarını emretmişti.. Onun ülkeyi ve ulusu bölenlere, kendi çıkarları için Türkiye'nin huzurunu kaçıranlara karşı asla müsamahası yoktu..

Savaş meydanlarından gelmişti Mustafa Kemal.. Yedi düvele karşı savaşarak, kan ve barutların arasından, şehit çocuklarımızın karatopraklar üzerinde gözlerini kendi elleriyle kapayarak, ağızları köpük köpük olmuş çatlayan atların sırtından inip şahlanan atların sırtına binerek bugünlere gelmişti.. Hayır! Türkiye, Türk ulusu yeniden böyle bir kan deryasına atılmayacaktı. Buna başta Atatürk olmak üzere hiç kimse müsaade edemezdi. Etmedi de..

Oralarda sabah erken oluyordu.. Alacakaranlıkta uyanıp giyindim. Atatürk'ün verdiği silâhı bir kez daha öpüp başıma koyduktan sonra belime taktım. O soğuk silâh bana bir garip sıcaklık veriyordu. Onun silâhı ile katılıyordum harekâta.. Bunun çok başka bir anlamı vardı benim için. Moralim erkek arkadaşlarım kadar yüksekti..

Meydana vardığımda arkadaşlarımı da hazır buldum. Hepsinin yüzü cesaret güneşi ile aydınlanmış gibiydi. Alay Komutanı bizi toplayarak o günkü ödevlerimizi harita üzerinde en ince ayrıntısına varıncaya kadar izah etti. Hepimiz bütün dikkatimizi onun sözlerine vermiştik. Komutanın konuşması bitince, bizler de yapacağımız gö­revi kendisine tekrarladık. Bakışlarından kendisini cankulağı ile dinlediğimiz İçin memnun olduğu belli oluyordu.

Son sözü şu oldu:

"Bugün sizi genç Cumhuriyetimizin en şerefli vazifelerinden biri bekliyor.. Bu Cumhuriyete ve Türk ulusuna, onun mutluluğuna, aydınlığına kastedenlerle çarpışacaksınız. Bunun idraki içinde olduğunuzu memnuniyetle ve gururla görüyorum.. Gerektiğinde seve seve ve gözkırpmadan şehit olabileceğinize de inanıyorum. Atatürk buradan beklediği iyi haberlerin geleceğinden emin olduğu içindir ki Ankara'da müsterihtir.. Şunu da hemen ifade etmeliyim ki, büüyük kurtarıcımız ve başkomutanımız, bu harekâtın bastırılması sırasında sizin yanıbaşımızda, yüreğinizde ve damarlarımızdaki kanda yaşayacaktır.. Hepinize başarılar dilerim. Silâhlarınızı yanınıza aldınız mı?"

Hep birlikte başarı dileklerine "sağol!" dedikten sonra, sorusuna ellerimizi silâhlarımıza götürmek suretiyle yanıt verdik. O gün bana verilen görev oldukça önemli bir keşif idi. Ayaklananların bulundukları yerleri, arazi durumunu en kısa süre içinde saptayarak geri dönecektim. İki saat kadar uçtuktan sonra meydanımıza dönerek komutanımıza gerekli raporu verdik. Yapılan görev sıhhatli idi..

Komutan hayatından memnun bir şekilde gülümseyerek : "Gökçen, seni kutlarım!" dedi. "Tam bir Atatürk kızı gibi görev yaptın. Getirdiğin bilgiler bize ışık tutacak nitelikte.. Şimdi git biraz istirahat et.. Daha yapacak çok işimiz var.. Anlaşılan bu adamlar dağlık bölgelere iyice yerleşmişler.. Kendilerine göre sözümona bir gerillâ savaşı vermeğe niyetleniyorlar. Sabah erkenden tekrar uçacaksın.. Bunun kaç gün süreceğini kestirmeme imkân yok.. Ama görevimizi tam olarak bitirmeden, şerefle yerine getirmeden buradan ayrılmayacağız.."

Hazırlanan plâna göre ben bir gün rasıt bir gün pilot olarak uçuyordum. Günler bu şekilde geçip gidiyordu. Ayaklananlar pabucun çok pahalı olduğunu yavaş yavaş anlıyorlardı. Oldukça kapalı bir havada tekrar göreve çıktım.. O gün pilot olarak görev almıştım. Bu gibi havalarda uçmak oldukça tehlikeliydi.

Hatta çoğu zaman uçakların motorlarını öğretmenlerimiz çalıştırtmazlardı bile.. Ancak bu bir eğitim uçuşu olmadığından, her koşul altında görev yapmağa çalışmamız gerekiyordu... Dediğim gibi kapalı ve oldukça sert bir havada uçağımızın tekerleklerini yerden kestik. Muayyen bir yere kadar gittikten sonra herbirimize verilen bölgeyi tarayarak görevi yerine getirecektik.

Ben bana verilen bölge üzerinde uçtum. Rasıtım da kendisine düşen görevi yaptı. İkimiz de emirleri yerine getirdiğimiz için memnunduk. Memnunduk ama, hava giderek daha da bozuyordu. Bulutların içinde kalmıştık birden.. Olduğumuz yerde durmadan ispiral yapıp duruyorduk. Buna ne kadar süre devam edebilirdik?

Bir ara rasıtım sigara paketine birşeyler yazarak bana uzattı. Şunları yazmıştı: "Eğer hava böyle gidecek olursa paraşütle atlamak için hazırlanalım!"

Belki bunu yazmakta hakkı vardı ama, bulunduğumuz yer tam ayaklanmaların yoğun olduğu bölge idi. Atladığımız anda bizi yakalayıp olduğumuz yerde öldürmeleri işten bile değildi.

Atatürk'ün sözleri hâlâ kulaklarımda çınlıyordu : "Sana kendi silâhımı vereceğim Gökçen.. Çünkü sen onunla daha iyi nişan alabiliyorsun.. Bu kez içi doludur, dikkatli ol.. Umarım kötü bir durumla karşılaşmazsın. Fakat herhangi bir zamanda senin şeref ve haysiyetine dokunacak bir olayla, bir durumla karşılaştığında hiç tereddüt etmeden bu silâhı ya karşındakine karşı, ya da kendi beynine boşaltmaktan asla çekinme!"

Elbette çekinmeyecektim.. Hava koşulları durumumuzun hiç te parlak olmadığını gösteriyordu. Altımızdaki uçak ta nihayet o zamanların basit uçaklarından biri idi. Böyle havalara daha fazla dayanabilmesine olanak yoktu. Arkadaşımın hakkı vardı. Düşerek parçalanmaktansa, paraşütle atlayıp, bir çıkış yolu aramamız en doğru harekat olacaktı. Ancak evvelce de belirttiğim gibi, ayaklananların tam üstünde bulunuyorduk.

Bizi kolay kolay ellerinden kaçırmayacaklardı. Oysa daha yaşamamız gerekliydi. Yapacak çok işimiz vardı. Esasen bir avuç havacıydık buralarda.. İşin bir başka tarafı da, uçağımızın ancak üç saat havada kalabilecek kapasitede oluşu idi.

Her geçen dakika aleyhimize oluyordu. Bir yandan hava bastırıyor, uçuş olanağı ortadan kalkıyor, bir yandan da yakıtımız tükeniyordu. Çabuk bir karar vermemiz gerekiyordu. Ne yapmalıydık?

Birden bulutların arasından bir ışık belirir gibi oldu. Derhal o ışıktan yana uçmağa başladım. Rasıtım da bu ışığı görünce heyecanlanmıştı. Evet bir ışık vardı ama, biz nerde olduğumuzu bilemediğimizden, ışığın da kimlere ait olduğunu kestiremiyorduk.. Ansızın ateş hattının içine düşebilirdik.

Birkaç dakika böyle uçtuktan sonra bulutların içinden çıkıverdik. Rasıtım etrafı iyice tetkik ettikten sonra yerimizi tayin ettiğini yine sigara paketine yazdı: "Yirmi dakika uçabilirsek bizim meydana inebiliriz!"

İkimiz de derin bir nefes almıştık. Demek Allah bize yardım ediyordu. Sağ salim geriye dönecek, ertesi gün tekrar memleket hizmeti için göklere çelik kanatlarımızla yükselebilecektik..

Evet, tam yirmi dakika sonra, yakıtımızın son damlalarını da harcayarak meydanımıza döndük.. Meydanda pek içaçıcı durum göze çarpmıyordu. Bütün uçaklar çok gecikmişlerdi. Başta komutanlar dahil olmak üzere herkes merakla bizleri gözlüyorlardı. Abdullah paşa ile eşi, uçağımız yere iner inmez bize doğru koştular..

Abdullah paşa: "Çok şükür sizler de sağ salim dönebildiniz.." dedi.

"Sizden önce bir uçağımız daha döndü. Uçak pilotu teğmen Vahit yaralanmış. Onu hemen hastahaneye kaldırdık. Uçağına atılan mermi koluna isabet etmiş. Kurşun kolda kalmış. Ameliyat edildi. Sanırım tehlikeyi atlatacak.. Şimdi mesele üçüncü uçağın inmesinde.. Onların da yakıtları ha bitti, ha bitecek.. Şayet aşağıdan bir isabet almadıysa dahi, yakıtsızlıktan mecburi inişe geçebilir.. Bu havada yere sağlıklı bir iniş yapsalar bile, düşmanın kendilerini yaşatacaklarını sanmam.."

Bütün bunları çok büyük bir soğukkanlılıkla söylemişti Abdullah paşa.. Eşinin gözlerine baktım. Dolu dolu olmuştu, iyi bir asker karısı olduğu halde, böyle olaylara pek tahammül edemediği belliydi.

Onu teselli etmeğe çalıştım: "Şayet şehit düşerlerse, bu onlar için en kutsal bir ölüm tarzı atacaktır efendim.. Ben de lalettayin bir şekilde ölmektense şehit düşmeyi yürekten isterim.. Üzülmeyiniz.."

Bu sözlerim üzerine gözyaşlarını silerek beni yanaklarımdan öptü: "Haklısın Gökçen.." dedi. "Bir şerefli ölüm olur bu. Ama insan dayanamıyor nedense.."

Hepimizin gözleri havada idi.. Bir umut ışığı görebilmek için dikkat kesilmiştik. Üçüncü uçağın da meydana kazasız belâsız dönmesi için dua ediyorduk. Bütün kötü ihtimalleri düşündüğümüz halde, bunu açıkça söylemekten, konuşmaktan kaçınıyorduk.

Sadece Abdullah paşa tam bir asker gibi açık açık konuşmuş, durum değerlendirmesi yapmıştı. İşin garip tarafı o herşeyi açık açık söylerken, bizim İçimize en ufak bir korku bile düşmemiş olmasıydı. Ulusal bilinç tüm harekâta katılanlara egemen olmuştu.

Herkesin yüreğini hoplatan bir sesle birden bağırmaktan kendimi alamadım herşeye rağmen: "Döndüler! Geliyorlar!. Geliyorlar!."

Sevinçle birbirimize sarıldık.. Uçağa doğru koştuğumuz sırada erlerimizin bir koyunu yatırıp kesmekte olduklarını, kurban etmekte olduklarını gözyaşları içinde gördük.. Görülecek bir manzara idi bu.. Meğer onlar, bu Mehmetçikler, daha bizler havada iken bu adakta bulunmuşlar.

Çok geçmeden bölükçe doğru hastahaneye gittik. Yaralı arkadaşımız teğmen Vahit'i ziyarete.. O da henüz ameliyattan çıkmış, yeni yeni kendine gelmişti.

Bizi görür görmez ilk sorusu şu oldu: "Bütün arkadaşlar salimen dönebildiler mi?"

Başımızı salladık. Dudaklarında mutluluk yaşayan bir gülümseme belirdi. Tüm acısını unutmuştu bile. Türk ordusunda görev ve arkadaşlık anlayışı buydu işte..

Vahit teğmenin beni çok mütehassıs eden bir sözünü yaşam boyu unutamadım.

O durumda bile bana şunları söylemişti bu kahraman arkadaşımız: "Gökçen bu yarayı senin almanı çok isterdim kardeşim.. Seni bir gazi olarak görmek bizlere daha da büyük şeref kazandıracaktı.. Gazi'lik pâyesi sana hepimizden daha çok yaraşırdı.."

Vahit bir müddet sonra iyileşerek hastahaneden çıktı kendisine bir ay istirahat verdiler.. Teğmeni bu verilen istirahat çok üzdü, çok.. O tekrar uçmak, milletin ve memleketin bütünlüğüne kastedenlere ders vermek için çırpınıyordu..

"Beni görev yapma şerefinden yoksun bırakmayın!" diye çok direndi ama, Komutan geleceği açısından kendisinin istirahat süresini doldurması gerektiğinde ısrar etti..

Burada Dersim harekâtının nedenleri ve sonuçları üzerinde duracak değilim. Ben bu harekâtta ülkemin verdiği görevi yerine getirmeğe çalıştım arkadaşlarımla birlikte. Bugün bile böyle bir tehlike olsa ve bana da şu yaşımda görev verilse, o günkü gibi ayni heyecan, ayni metanet ve ayni aşk ve şevkle uçağımın başına geçebilirim..

Dersim harekâtı bir ay kadar sürdü.. Hava harekâtı bitmişti. Haziran ortalarında da benim sınavlarım başlıyacaktı.. Orada yapılan bir törenden sonra Ankara'ya döndüm.

Meydana indiğim zaman Atatürk, hemşiresi ve Ata'nın birçok yakın arkadaşı beni büyük bir heyecan ve coşku ile karşılamışlardı.. Ben uçaktan iner inmez doğruca Atatürk'ün yanına giderek elini öptüm. O da beni alnımdan ve yanaklarımdan öperek şunları söyledi :

"Seninle iftihar ediyorum Gökçen! Yalnız ben değil, bu olayı çok yakından izleyen bütün bir Türk ulusu iftihar ediyor.. Genç kızlarımızın neler yapabileceklerini bir kez daha bütün dünyaya ispat ettiğin için övünsen yeridir.. Bilinmelidir ki, herhangi bir ayaklanma değil, en büyük ayaklanmalar, en büyük istilâ plânları memleketimizi ve ulusumuzu bölemiyecektir. Türkiye Cumhuriyetine, Türk ulusunun mutluluğuna kastedenler hüsrana uğrayacaklar, hareketlerinin cezasını en ağır şekilde ödeyeceklerdir.

"Gelecek kuşaklara bugünleri en ince ayrıntılarına kadar anlatacak, içerdeki ve dışardaki düşmanlarımızın neler yapabileceklerini, nelere tevessül edebileceklerini anlatacak, öğreteceğiz.. Biz asker bir ulusuz.. Yedisinden yetmişine, kadınından erkeğine asker yaratılmış bir ulus.. Ancak bizim askerlik anlayışımız asla emperyalist düşüncenin yarattığı bir anlayış değildir. Biz başkalarının topraklarında, başka ülkelerin insanlarının mutluluklarında gözü olan bir topluluk değiliz.. Aksine, her ulusun müreffeh ve barış içinde yaşamasından yanayız. Bunun için de barışı destekleriz.

"Askerlik anlayışımız kendi ülkemizi korumak, kötü emeller besleyenlere karşı her zaman hazır durmak, hazır bulunmak felsefesi ile bağdaşmaktadır.. Bir zamanlar savaş alanlarında söylediğim söz, her zaman geçerli olacaktır: Hattı müdafaa yok, sathı müdafaa vardır. Bu satıh bütün bir memlekettir.. Barış amacı ile asker olan bir ulusun dünyadaki yeri barış bayrağının yanıdır.

"Bizim ne bir başkasının bir karış toprağında gözümüz vardır, ne de bir başkasına verecek bir karış toprağımız.. Bunu şu vesile ile bir kere daha dünyaya duyurmak isterim.. Türkiye bu topraklar üzerinde yaşayan bütün insanlarımızla bir bütündür.. Bu bütüne uzanacak eller, ister içerden gelsin ister dışardan, kırılmaya, kahrolmaya mahkûmdur.."

Atatürk'ün bu heyecanlı konuşmasını oradaki zevatın kutlayıcı değerli konuşmaları izledi. Bu konuşmalara cevap verirken kendimi çok mahçup hissediyordum. Bunca övgüye değer ne yaptım ki? Beni yetiştiren ulusuma, Ata'ma, orduma hizmet etmiş, onların emirlerine uyarak göreve koşmuştum. Dilimin döndüğü kadar bu duygular içinde yanıt vermeğe çalıştım :

"Atatürk'üm, değerli büyüklerim, asil ulusum! Ben bir havacı, asker Türk kızıyım. Sizlerden biriyim. Bu topraklarda doğdum, bu topraklarda yaşıyorum ve bu topraklarda öleceğim. Şayet ölüm bir gün mukadderse, bunun görev anında olmasını, şehitlerimizin, onbinlerce şehidimizin yanına gitmemi sağlayacak bir olay olarak tecelli etmesini isterim..

"Bir Türk kızı, bir asker, bir havacı olarak Dersim'de bana verilen görevi yerine getirmeğe çalıştım. Bu görev anlayışı bütün orduya egemen olduğu için, içimizden hiçbirinin benim bu duygularımın dışında düşündüğüne ve hareket ettiğine kaani değilim. En büyük kumandanımızdan en ufak erimize kadar hepimiz bu memleket, bu vatan ve bu ulus için çalıştık.

"Gerektiğinde gene çalışacak, icabederse kanımızı bu topraklar uğruna feda etmekten bir ân bile çekinmeyeceğiz.. Bizden sonra gelecek olan kuşaklara da ayni duyguların, ayni asil yurt sevgisinin egemen olacağına inanıyorum. Sağolun.."