Atatürk'ün na’şının Etnografya Müzesi'nden Anıtkabir'e naklini bir gazeteci olarak doğrudan izlediniz. O günü anlatır mısınız?

O tarihte Dünya gazetesinin Ankara Muhabiriydim. Atatürk’ün na’şının tam on beş yıldır bulunduğu Etnoğrafya Müzesi’ndeki “Geçici Kabri”nden Anıttepe’deki Anıtkabir’e nakli törenini izleme, benim işimdi.

Nakilden önce Atatürk’ün geçici kabrinin açılması gerekiyordu. Bu 9 Kasım günü yapıldı.

TBMM Başkanı Refik Koraltan ile Başbakan Adnan Menderes dahil iktidarın ileri gelenleri açılacak kabrin bulunduğu salona girdikten sonra bizleri de içeri aldılar.

Önce kabrin üstü söküldü sonra vinç görevi yapacak zincirli bir düzenleme kuruldu. Tulum giymiş adamlar tabutun bulunduğu çukurluğa girdiler. Orada yaptıkları işlemi biz göremiyorduk çünkü ön sıralara yaklaşmamıza izin verilmiyordu. Yalnız sonra “Hayret! Daha dün gömülmüş gibi yüzü bozulmamış yalnız sanki birkaç gündür tıraş olmamış gibi sakalı vardı” dediler.  

Tabut çıkarıldı.

Biz ertesi günkü töreni beklemek üzere binadan ayrılırken kenarda, atlastan yapılmış bir Türk bayrağının duvar dibine bırakılmış olduğunu gördüm. Önümde giden biri bayrağı yerden alınca, bir parçası elinde kaldı. Meğer tabut üstüne örtülen bayrak yıllara dayanamamış çürümüş. O zat bırakınca bayrağı ben aldım. Sırılsıklam ıslaktı. Tuttuğum yer elimde kaldı. O parçayı alıp cep defterimin yaprakları arasına koydum. “Önemli bir anı” dedim… Lakin sonra o parçayı bir daha bulamadım.

Ertesi gün yani 10 Kasım sabahı saat 09.05’den önce Etnografya Müzesi’nde olmalıydım.

Evimiz Hacettepe Mahallesi’ndeydi. Demek ki, yürüyerek 15 dakikada Etnografya Müzesi’nde olabilirdim.

Töreni takip edecek gazetecilere Ankara Valiliği tarafından, üzerinde kocaman harflerle “BASIN” yazılı kırmızı renkli pazıbentler dağıtılmıştı. Onu koluma takınca kimsenin, “Nereye gidiyorsun?” diyebileceğini dahi düşünmüyorum. Nitekim bir gün önce hiçbir sorun olmadan na’şın geçici kabirden çıkarılmasını izleyebilmiştik.

Evden saat 08.30 gibi, çıktım. Eğer Samanpazarı üzerinden gidecek olursam yolu uzatırım diye ara sokaklardan dolanıp Etnografya Müzesi’nin etrafındaki, şimdi üzerinde İbni Sina hastanesinin bulunduğu boş araziden geçeyim dedim.

Fakat sadece caddeler değil, o boş arazi dahi askeri birlikler tarafından çember altına alınmıştı.

Askeri kordonun bir yerini aralayıp araziye girmeye çalıştım. Bir asker, tüfeğini omuzundan indirip önüme çıktı:

“Yasak! Geçemezsin!” dedi.

Onu görev yapmak için saat 9.05’den önce Etnografya müzesine yetişmek zorunda olduğuma ikna edemedim.

Gerisin geriye tekrar Samanpazarı’na tırmandım. Tek çare caddede Etnografya Müzesi’ne koşmaktı.

Ne var ki, ben Etnografya Müzesine yetiştiğim sırada saat 9’u 5 geçeye gelmiş, “tiii” sesi duyulmaya başlamıştı. 

Ardından Atatürk’ün bayrağa sarılı tabutu, 12 askerin omuzları üstünde Etnografya Müzesinden çıkartıldı ve merdivenlerin altındaki top arabasına kondu.  

O gün yollarda gördüğümüz manzara, 1938 tarihli gazetelerde gördüklerimizden farksızdı:

Kortejin geçeceği yollar, “iğne atılsa yere düşmeyecek” şekilde doluydu. Pencereler, çatılar insan almıyordu. Ortak hüznü ancak, “Gözyaşı sel oldu, aktı” deyimi anlatabilirdi.

Atatürk’ün na’şını taşıyan Top Arabasının ardında Ata’nın İstiklal Savaşı madalyasını taşıyan bir general, onun ardında hepsi de frak giyinmiş, Cumhurbaşkanı Celal Bayar başta olmak tüm devlet erkânı, TBMM Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Adnan Menderes ve akla gelebilecek tüm yerli yabancı protokol vardı.

Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan ile CHP lideri İsmet İnönü de na’şı taşıyan arabanın ardında yer aldılar.

Kortej yürürken bir ara Makbule Atadan’ın koluna girdiler. Bir sağlık sorunu mu yaşadı anlayamadık. Ne 70 yaşındaki Celal Bayar’da, ne de 69’undaki İsmet İnönü’de yorgunluk belirtisi gördük.

Kortej Etnografya Müzesi’nden hareket ettikten tam dört buçuk saat sonra Anıtkabir’e ulaşabildi.

Ata’nın na’şı Mozolenin alt katındaki özel odada toprağa verildi.

Tören Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın mozole merdivenlerinde, “Atatürk! Seni sevmek millî bir ibadettir” dediği konuşmayla bitti.

Ankara Radyosu ki en önemli kitlesel iletişim aracı o idi töreni muhteşem bir düzenleme ile izledi.

Yol boyunca her önemli noktaya töreni anlatan sunucular yerleştirilmişti.

Her birinin elinde tören sırasında –gerekirse kullanabilecekleri bilgiler, şiirler vardı.

Zihnimden o müthiş bir başarıya imza atanlar arasında Jülide Gülizar’dan ayrı olarak Dürnev Tunaseli’nin, Baki Süha Ediboğlu’nun, Hikmet Münir Ebcioğlu’nun, Zafer Celasun’un isimleri de geçiyor. Bunlardan hangisi bilfiil oradaydı anımsayamıyorum ama öyle bir başarı ancak bu isimlerle yakalanabilirdi.  


Aydınlık