Suudi bir gazeteci ülkesinin İstanbul’daki konsolosluk binasına girdi ve bir daha da ondan haber alınamadı. Ancak olan biteni tüm dünya iki saat içinde öğrendi. Akıbeti belli; elçilikte öldürülmüş. Fakat neden öldürülmüş olduğu üzerinde pek durulmuyor. Zira Suudi Arabistan’da sıradan bir iktidar çatışmasına herkes kurban edilebilir. Üstelik merhum iyi bir Amerikan “dostudur”. Bir dönem Bin Ladin’i parlatmış, Arap Baharı’yla rotasını “demokrasiye” dönmüş. Arkası sağlam olduğundan şimdiye dek kimse dokunmamış. O yüzden asıl soru bu adamı neden öldürdükleri değil. Bu iş için neden İstanbul’daki elçiliği seçtikleridir. Yani koskoca Suudi Krallığı, Cemal Kaşıkçı’yı öldürecek başka yer bulamadı mı?  

Dünyanın en beceriksiz devleti bile bir kişiyi ortadan kaldırmaya karar verirse bunu iz bırakmadan yapacak olanaklara sahiptir. Kaldı ki Türkiye’deki diplomatik bir temsilciğin Türk güvenlik birimlerinin yakın takibinde olan birinin cinayetinde kullanılması, meydan okumadan başka bir anlama gelmez. Türkiye’ye savaş ilan etmekten farksız bir eylem. Dahası intikam kokuyor. Bu mafyatik ve feodal cinayet “adamını gözünün önünde öldürürüm ve sen hiçbir şey yapamazsın” diyor.

Kaşıkçı’nın katli için özel bir ekip gelmiş. Anlaşılan yalnızca Kaşıkçı değil Suudi ekip de takip altındaymış. Yani basit bir istihbarat analiziyle cinayetin gerçekleşeceği öngörülebilirdi. Amerika işi ağırdan aldı. Türkiye istese hemen konsolosluğa basıp suçüstü yapardı. Öyleyse neden durdurulmadı?

Aslında Kaşıkçı komplosu cinayetin kendisi gibi basit. ABD, Prens Selman’ı destekleyip Arap yarımadasında çelişkileri keskinleştirdi. Cemal Kaşıkçı sadece bir aparattı ve yem yapıldı. Amerika kendi adamını yılanların içine atıp kurban verdiyse şüphesiz bu daha büyük çaplı bir operasyonun koşullarını oluşturmak içindir.

Doksanlı yılların başını hatırlayın: Kemalist aydın ve gazeteciler suikastlere kurban gittiler. Özal’ın ani ölümü, Eşref Bitlis’in uçağının düşürülmesi ve Madımak Katliamına kadar uzanan bir süreçte şekillendi bugünkü Türkiye. Fakat bunların hepsinin başı 12 Eylül rejiminin “Rabıta” örgütü üzerinden Suudi Arabistan’la kurduğu ilişkiye kadar uzanır.

Şimdi yine Suudi Arabistan ve yine gazeteci cinayeti. Eskiden fail İran’ken şimdi Suudi Arabistan ve BAE. Doksanlarda Kemalistler öldürülüyordu. Yeni dönemin kurbanları da İslamcı yazarlar mı olacak?

Bu cinayet, İdlip’teki selefi grupların, Türkiye’nin dayattığı silahsızlanmaya ve geri çekilmeye karşı intikam çığlıkları arasında gerçekleşti. Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül, Kaşıkçı cinayetinin “DEAŞ zihniyeti” olduğunu söylerken aynı bağlantıya işaret ediyor. El Kaide’ye bağlı gruplar Türkiye’nin Rusya ile vardığı “Soçi Mutabakatı”nı ihanet sayıyor ve hala Suriye ordusuna yönelik saldırılarına devam ediyor.

Suudilerin Suriye’de, Türkiye’ye karşı, Amerika’nın pozisyonunu etkilemeye çalıştıkları bir gerçek. Ancak Türkiye 15 Temmuz sonrası bölgesel gerçekliğine uygun biçimde konumunu düzeltti. Aynı bölgede hem ABD hem de Rus askeriyle beraber devriye yapan tek ülke Türkiye. Adımlar gerçekçi ve dikkatli biçimde atılıyor. Dışarıdan hiçbir etki Türkiye’nin pozisyonunu bozamaz. Bu sadece doksanlardakine benzer bir sürecin içeride doğuracağı dengesizliğin sonucunda olabilir.

Papazın bırakılmasını da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Türkiye, içeride dengesizlik unsuru olabilecek her şeyi sınırları dışında tutmaya çabalıyor. Papaza verilen ceza makuldür. Sorgulanması gereken diğer davalardaki makul olmayan uygulamalardır. Dövizin artışı ya da papazın hapsedilmesi gibi olaylardan kendine muhalefet gömleği dikenler yanılır. Bu gömlek dikiş tutmaz.